Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Abdullah Nefes

20 Ekim 1941 Ilgaz doğumlu. Abdurrahman Paşa Lisesi (Kastamonu), Çankırı Lisesi, D.T.C.F ve Hukuk fakültesinde okudu. 1957  Yılında ilk şiirleri Varlık, Dost, Yeşil, Ilgaz, Çağrı, Yelken, Evrim, Dönem, Elif, Edebiyat Eleştiri, Sanat Emeği gibi dergilerde yayınlandı. 1963 Türkiye İşçi Partisi Üyesi, gençlik kolları başkanlığı, ilçe başkanlığı, il sekreterliği görevlerini üstlendi. 1964 Yılında Sosyal Adalet Dergisi ve yayınlarında yazı işleri müdürlüğü. 1965-1966 Dönüşüm dergisini bir grup arkadaşlarıyla çıkardı, imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 1967 Kitapçılık, çeşitli sendikalarda eğitim sekreterliği yaptı. 1968 Yılında Türkiye Sinematek Derneği Ankara Şubesini  3 yıl yönetti. 1969 Yılında  Ser Yayınlarının kuruluşuna katıldı. 1971 Yılında tutuklandı Ankara Mamak, Ulucanlar ve Adana Cezaevlerinde yattı. 1974 yılında Ankara Dağıtım, Ser Yayınları ve Ser Matbaasını kurdu. 1978 Yılında Sosyalizm-Teori ve Pratik adlı dergiyi çıkarttı. 1980-81 Yıllarında Meyhane yönetti. 1981-1985 Çiçekçilik işini yaptı. 1989 Yılında Verso ile birlikte Ekim yayınlarını kurdu. 1990 Yılında  DGM mahkemelerinde 3 kitaptan yargılandı. 1991 ve sonrasında Doruk, Ardıç vb. Yayınevlerinde yöneticilik yaptı. Umag Yayınlarında çalıştı. 1998 Yılında 68'lilerin Samsun, Ankara Bağımsızlık yürüyüşlerine katıldı. Türkiye Yazarlar Sendikasında 15 yıl Ankara Temciliği Görevini yürüttü. 68'liler Birliği Vakfı, 68'liler Dayanışma Derneği, İnsan Hakları Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Birleşik Sosyalist Parti, Barış Derneği, Türkiye Kominist Partisi kuruluşlarında üyelik. 200'den fazla kitabın editörlüğünü yaptı.

 

Eserleri:

Sürgün (1980 Akademi hikaye yarışmasında başarı ödülü aldı)

Nedir ki Ömür

Aşka Şiirler

Yolcu

İdam Kararı Tutanakları 1999

Deniz, Yusuf, Hüseyin: Araştırma

Togliatti: Faşizm Üzerine Dersler

Dimitrov: Faşizme Karşi Birleşik Cephe

Lenin: Kitle İçinde Parti Çalışması

Kalinin: Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak

Plekhanov: Militan Materyalizm

 

Abdullah Nefes'in tarihi Türkiye'de ilk illegal sosyalist hareketin tarihi kadar eskidir.

Bir şiir ya da kahramanlaşmış devrimcilerin en önemli imgesini o şiir ya da devrimcileri temsil eden biriyle ilk ilişkinizden elde edersiniz. Her "Nefes" alıp verişinizde, gemileri bir limanda demirli, Hüseyin'ler, Yusuf'lar, Deniz'ler kulağınıza fısıldar. Çabaları bir tutku kadar kesin şiirdiler...

Can Yücel'ler, Ahmet Arif'ler, İsmail Beşikçi'ler, Turgut Uyar'lar, Hasan Hüseyin Korkmazgil'ler, A.Kadir'ler  ve sen... Sen usta!  

Sen herkesten daha fazla hayatın bir hazine olduğunu biliyorsun ve hayatı aşk ve coşku ile dolu dolu yaşadın. Ve şimdi sen yine Ankara' dasın, Deniz'lere daha yakın, Deniz'lere giden yol üzerinde ...

 

Ulucanlar Cezaevi'nin yeni hali / 9.Koğuş 2009

 

- 1956 yıllarında başlayan ve hala devam eden bir dostluğunuz var Ataol Behramoğlu ile, doyumsuz bir yaşantının tüm anılarıyla birlikte koca bir elli beş yıl. "akıllı çocuklardınız, uslu olmayan yüreklerinizdi, dağları aldınız koynunuza, alacakaranlıkta güneşe aşk döşediniz, pusularda can oldunuz, sonra tel örgü" Sabah, öğle, akşam nasıl bir dostluk bu, iki şair yanyana gelmekten kaçarken üstelik?

- Soru zor,Yanıt daha da zor.Kasaba irisi bir taşra kentinde (Çankırı) dilleri birbirine uyan iki yeni yetme (hele hele birazcık şiire ve edebiyata bulaşmışsa) başka ne yapabilirdi?

Aşklar, serserilikler, uçarılıklar birbirine omuz verince temel kavi atılmış besbelli. Sonrasında, sosyalist mücadelede (Türkiye İşçi Partisi saflarında) birleşince düşünce ve inançlar bu sıkı arkadaşlığın dostluğa ve yoldaşlığa yolculuğu kaçınılmaz oldu. Siyasal kavgada ben militanlığı öne alıp şiiri biraz boşlayınca o dediğin şair kıskançlığı semtimizden uzaklaştı doğal olarak. Oysa başlangıçta gerçekten rakiptik, hemen her alanda. Daha lise öğrencisiyken Çankırı’nın iki ayrı yerel  gazetesinde (1960) siyasal içerikli yazılar yazdığımız köşelerimiz vardı. Benimkinin başlığı ‘’CIZZ’’dı. Özetle arkadaşlığımızı besledik, büyüttük, özen gösterdik sarsılmaz bir dostluğa dönüştürdük. Ataol’un ‘’Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri’’ adlı kitabında ‘’Abdullah, Memet, Nihat Murat’’ adlı bir şiiri vardır.Bir yerinde şöyle der:

‘’Sosyalizmin,yiğitliğin,omuz omuza dövüşmenin
Coşkusunu birlikte keşfettiğimiz dost.’’

- Toplumsal acılar karşısında ilk şiirinizi 1957 yılında yazdınız. Henüz 16 yaşındayken, duyarlı bir insanın tepki ve başkaldırı şiirleriniz, Varlık, Dost, Yeşil Ilgaz, Çağrı, Yelken, Evrim, Dönem, Sanat Emeği gibi dergilerde yayınlanmaya başladı. O günlerden bu güne baktığımızda, "Uzaklaşırken bir şehirden geriye kimler kaldı usulca?"

- Bu sorunun yanıtı, bir dizesini soruda  alıntıladığın ‘’Uzaklaşırken Bir Şehirden’’ adlı şiirimde fazlasıyla var. Hatta bu şiir sanki bu soru için yazılmış bile denebilir.

 

Uzaklaşırken bir şehirden
Gözler gökkuşağı gibi geçer
Işıklardan,sokaklardan,pencerelerden.
Solgun perdeler,küflü camlar gibi
Süzülür izleri tozlu aşkların.

Uzaklaşırken kendi şehrimden
Makaralar geriye sarar durmadan
An çözülür eski kazaklar gibi
Geçmiş sancıları yumaklar
Aynada,asık düşler dağılmış saçlarla.

Uzaklaşırken bir şehirden
Düğüm düğüm genç ve kısa yıllar
Alanlarda elele tutuşurlar
Omuzlar sıcaktır,gözler ateşböceği
Seslerin sesinde yaylım ateşleri.

Uzaklaşırken senin şehrinden
Yenilgiler de ayaklanır birer birer
Mağrur bir eziklikte kanar insan
Yanar,sararır,kavrulur zaman
Sinik gidişler,savrulmuş dönüşlerle. 

Uzaklaşırken bir şehirden
Geriye kimler kalır gölgeleri usulca
Kimler kalır bozbulanık sularla
Kimlerin gülüşü hançer sırtında
Tükenir sigara,boş bardak kalır.

Uzaklaşırken kendi şehrimden
İlk öpüşün ılıklığı,ilk gülüşün
Alazlarını elma dişler gibi tutuşturur
Devrimin delicanlı çığlığında
Buluşturur,önce deniz olur,sonra su.

Uzaklaşırken bir şehirden
İçini yılanlarla besleyen
Doymak bilmez bir karabatağın
Sancısını da kor omuzlarına
Eriyen sevgilerin hamalı,kimi insan.

Uzaklaşırken senin şehrinden
Bütün saatler bunun için durmuştur
Bütün adımlar,bütün süzülmüş hayaller
O ağır ağan o mağmanın içinden
Boy atacak bir filizi gözlerken.

Uzaklaşırken bir şehirden
Ordaki eski bahçe,ordaki sırdaş ışık
Ordan ele gelen salkım sümbül
Silik imzalı,mektuplar,burgulu karanlık
Irak,alacakaranlık olmuştur hepsi birden.

Uzaklaşırken kendi şehrimden
Ne güzeldi eskiden,demeden
Daralmış,takatsız hatıralardan
Uçuştan bitkin bir çift kumru gibi
Sessizce sıyrılmalı sisinden insan.

Uzaklaşırken bir şehir
Söz etmemeli senden ve geçmişinden
Uzaklaşırken bir şehirden
O da uzaklaşmalı senden
Sadece bir gül düşmeli ikinizin elinden.

Mart-2003 Ankara

 

Yılmaz Odabaşı, Haluk Gerger, Fikret Başkaya 25 Şubat 1995 tarihinde Haymana Cezaevi'nde tutuklu iken

Ataol Behramoğlu, Gülten Akın, Abdullah Nefes, Necati Güngör, Adnan Özer'in ziyaretleri ...

 

- Bir yazarın yaşadığı döneme ilişkin tuttuğu kayıt, bir tarihçi ya da siyasetçininkinden çok daha anlamlı, önemli ve kalıcıdır diyebilir miyiz?

- Herkesin işi ayrı. Daha anlamlı ya da kalıcı olmak yapılan işin niteliğine bağlı. Şair ya da kültür emekçisi bugüne bakarak biraz da yarını anlatır. Acının en yoğun olduğu dönemlerde, baskının çığlığa dönüştüğü süreçlerde umuda yelken açanlara selam olsun. Şiir korkusuzdur. Dönmeyi, kaypaklığı, yalakalığı sevmez. Bu sıfatları sevenleri de sevmez. ‘’Anlamlı, önemli ve kalıcı!’’ olan buysa öyledir.

- 1963 Yılından 1971 yılına kadar TİP üyeliği ve gençlik kolları başkanlığı, Sosyal Adalet Dergisi yayınlarında yazı işleri müdürlüğü, çeşitli sendikalarda eğitim sekreterliği, Ser Yayınları kuruluşuna katıldınız ve sonra arkadaşlarınızla birlikte tutuklandınız. O dönemlerde her yazar, öğretmen, doktor, işçi, talebe, memur, avukat, eczacı, her şair hapishaneyle hesaplaşmak zorunda mıydı? "Neydi dut ağacının yapraklarında buruşan hayat?"

- Ne diyeyim kader utansın. Şakası bir yana, bu olağanüstü yaratıcı ülkede yaratıcıların yolu mahpus damlarından geçiyorsa o yolu döşeyenler utansın. Kim anımsar Faruk Gürler’i, Memduh Tağmaç’ı, Nihat Erim’i Nazımlar, Ahmet Arifler, A.Kadirler, Can Yüceller aslanlar gibi yaşarken. Hapishane  mektebinin talebeleri sıkı heriflerdir, şakaya gelmezler.Mahpus damlarına güneş doğsa da doğmasa da…

1 Mayıs'ın bestecisi Sarper Özsan ile

- 1971 - 1974 Yılları arasında Mamak, Ulucanlar ve Adana cezaevlerinde kaldınız. Ulucanlar cezaevinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikteydiniz. Tarihe tanıklık ettiniz. Başka bir tanık daha vardı sizinle birlikte. İdamlara, işkencelere tanıklık eden, küçük avluda bulunan o kavak ağacı. Neydi yaşananlar o kavak ağacın dibinde otururken, neyin anlığın bozguna uğramasıydı o yıllar?

- Denizlerle Mamak  Sıkıyönetim Askeri  Cezaevinde birlikteydik. Daha sonra Ankara Ulucanlar Cezaevinde 9. Koğuşta komşu olduk idam sehpalarına ve küçük kavak ağacına. O da şimdi büyüdü, kartlaştı, yakında yıkarlar-keserlerse  şaşırmayalım. Çünkü kimileri o ağacın tanıklığından bile korkarlar. Kaldı ki bizlerden… O yılları tartışmanın yeri burası değil. Lakin bozguna uğramamışsak da yenilginin kırıklığını, ezikliğini,iç burkan sancısını hala taşıyor olmamız insanlığımızdan değil mi? Aşk olsun onlara.

- Denizlerin davasında üçe üç sloganı ile idam edildiler diye bir kitap yazmıştı Halit Çelenk. O dönemlerde bu olayı Demirel reddetmişti. Sizde, Deniz, Yusuf, Hüseyin - Meclis / Senato 1972 İdam Kararı Tutanakları kitabınızda bu konuya değindiniz. Gerçekler neydi o tutanaklarda? CHP den 144 milletvekilinden kaçını idamlar aleyhine oy kullandırmaya ikna ettirdiler?

- İdam Kararı Tutanakları kitabı önemli bir belgedir kuşkusuz. Kitap, idam kararlarının kanunlaşması için yapılan tartışmaları, kullanılan oyları (İSİM İSİM) Anayasa Mahkemesi kararını ve kaçakları, kaçak dövüşenleri belgeler. İsmet İnönü’nün son anda kanunu Anayasa Mahkemesi’ine götürme konusundaki dönekliğini, Süleyman Demirel  denen yalancı pehlivanın ölüm tacirliğini, Bülent Ecevit’in topaçlığını belgeler. Ancak Meclis’de Mehmet Ali Aybar ve Süleyman Genç, Senato’da Fatma Hikmet İşmen ve Ahmet Yıldız’ın korkusuz, ödünsüz ve pervasız savunmalarını  unutmayalım, unutturmayalım. Tabii ki Halit ağabeyin (Çelenk) olağanüstü çabası unutulmaz.

1972 Mamak Askeri Cezaevi (Solda Muzaffer Erdost)

 

- O yıllar cezavinde rakıya kement atan adam diye çağırıyorlardı sizi. "Mahzenler, küf kokuları, pas ve zindan, rüzgarda dolaşan bir gülüş müydü zaman?

- 2001 senesinde Öküz Dergisinden Ahmet Erhan ve Ömer Leventoğlu’ na da anlatmıştım.

Bir asker vardı ayarladığımız, şişe rakı getir, bir şişe parası da sana verelim diye. Pencerenin boyutu bir metre civarında. Her akşam sarkıtıyor belli bir saatte;biz alıyor, hemen şişeyi boşaltıyoruz. Bu kuraldı o zaman, şişe hemen boşaltılır, kırılır ve toz haline getirilip tuvalete akıtılır. Bir akşam şişe indi, indi tam tutacağız, küt diye düştü. Kırılmadı da. 15 dakika sonra da gardiyanın kontrole gelme vakti… Çocuk yukarıda ağlıyor, “ Yandım anam askerliğim çürüdü” diye… Aşağıda her kafadan bir ses çıkıyor. Pencerenin oraya da çamaşır asıyoruz, kimileri çamaşır atalım üstüne diyor. Ama gardiyanın geçeceği yolda, ayağının dibi… Gelirken, “Aa çamaşır düşmüş, kaldırayım” dediği anda görecek… Görmemesi mümkün değil. Hangi gardiyanın geleceği de belli değil. Vakit geçiyor, çocuk ağlıyor yukarıda. Ben de o arada boncuk işi yapıyorum. Anadolu motiflerini işliyorum ve yurt dışına satılıyor bunlar, ki daha sonra hayatımı kazandığım bir uğraş olmuştu. Aklıma geldi bir an “ kementle alırım” dedim. Bir de bir sopamız var helayı açmak için kullandığımız, sık sık kapanıyor çünkü cam falan akıtmaktan… Boncuk yaptığım naylon ipi bağladım ucuna sopanın ama aşağı sarkıtınca kayıp düşüyor, yakalayamıyorum. Sonunda sigaranın ucuyla ipin akmaması için hafifçe tutturdum ve kement gibi yaptım, uzattım rakının boğazına geçirdim, çektim, çektim, üçüncü sallamada küt diye oturdu boğazına… Tak diye çektik içeri… Yukarıdaki çocuk bir seviniyor kurtuldum diye… Süleyman Ege, “ rakıya kement adam” diye çağırmaya başladı.   

- Can Yücel'le de sıkı bir dosttunuz, bir soyunma hikayesi var Can baba anlatmıştı, bir ömürdünüz onunla da. Birçok hikayeleriniz varmış? "Kuru bir ağaç olmalı yeşeren, öbür ucunda dünyanın."

- Can abinin soyunma hikayesi yaygınlaşmış anlaşılan. Kısaca bir başka yaşanmışlığı aktarayım.

Koğus kıdemlisiyim (Başkanı gibi bir şey-bilmeyenlere not) Adana’da.Çiğden yiyecekler geliyor dışarıdan.Bir görüş günü, bu yiyecek alma ve hapishaneye getirme işini üstlenen arkadaş (Hasan Ali olacak adı, sevgiyle yadediyorum) görüş hücresinde fısıltıyla ‘’Abi  Patlıcan kasasının  içine bak’’ dedi. Fırladım döndüm koğuşa, kasanın dibinde iki oralet şişesi… İçinde sanki  elmas dolu gibi ışıldıyor şişeler. Zulaladım hemen. Uzun bir yemek masamız var. Akşam millet uykuya varınca masanın dip köşesine açtım sofrayı ama bir gözüm de Can da sürekli. Uyusun istemiyorum lakin küsüz o günlerde. Bir tabaka kağıt yüzünden tartışmıştık. Küslük ondan. Uzunca süren bir küslük olmuştu. Üstelik de yan yana yatıyoruz tahta ranzada. Geçtim vakti kerehatte  boğma rakının başına. Bir yudum aldım, yutamadım tamamını, boğazıma dizildi. İsmail Beşikçi’yle Can ve ben koğuşun en geç yatanlarıyız. Ama ikisi de uyumuş. Beşikçi’nin zaten bu taraklarda gözü yok. Can abi horlama trenine binmiş bile. İçemedim, gittim dokundum ayağına bir iki zıpladı kalktı ne var diye. İn aşağı dedim. Dövüşeceğiz falan sandı zahir, giyindi kuşandı indi aşağı. Masada yerimi almışım, onun bardağını da hazırlamışım. ’’Ne var ‘’ dedi. ’’Gel buraya’’dedim oturduğum yerden. Yanıma doğru gelirken, gözlerinde yanan ışığı ve alt dudağında seyriyen hınzırlığı yakaladım. Dikildi tepeme,bakıyor ,dolu bardağını tutuşturdum eline. Hiçbir şey söylemeden dikti bardağı, gürp götürdü tamamını ayakta. Bardağı ağzından bir karış uzaklaştırmadan  ve kuşkuyla bakarak ‘’bi tane daha var mı ’’dedi. Orada koptuk.

Gece sabahı bulduğunda yeni şiirler yeşermekteydi…

Can Yücel ile Adana Cezaevi

 

- 200'den fazla kitaba editörlük yaptınız, Can Yücel, Hasan Hüseyin Kormazgili, Turgut Uyar, Ahmet Arif, A.Kadir ve birçok şair dostunuzu yad etmek için Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde paneller düzenliyorsunuz, şiirlerle, söyleşilerle anıyorsunuz dostlarınızı. Edebiyatımıza ürünler vermeye devam ediyorsunuz. Bir sanat yapıtının güzel olduğu konusunda başkasını inandırmak mümkün müdür?

- Kültür emekçisinin işi üretimi, tüketiciye ulaşınca biter. İnanmak ya da inanmamak ona aittir artık. Görece bir güzelliği ya da değeri kime nasıl anlatacaksın? Ayrıca böyle bir eyleme gerek ve olanak var mı? Ona izleyici ve zaman karar verir ancak. Kimi zaman anında,kimi zamansa yıllar sonra.

- Salt insana özgü bir yasaya göre imgelerle işlenmiş bir kitap "yolcu" Bilgeleşmiş sesin dünyasıyla, vücuttan ayrılamayan ruhun cisimleşmesi gibi canlı. Ayrılıklar hem düşey hem de yatay olarak bir tablo gibi kurulmuş. Her ayrılık bir kıyametmidir aşka, her aşk bir ayrılık mıdır yoksa?

- Yolcu’daki şiirlerin bir bölümü aşk zafiyetinin ölümcüllüğü üzerinedir. İnsan gibi aşk da sonu belli bir yolculuğun at köstekli yarışçıları değil mi? Gittiği yere,gidebildiği  kadardır ömrü. Sonrasında genzinde çiğnenmiş çimen kokusu kadar bir lezzet kalmışsa, ne mutlu sana. Ne desem boş. ’’Mutlu aşk yoktur’’mu desem. ’Aşkın vazgeçilmez karanlığı ‘’mı?

Son söz: Atın ölümü arpadan olsun mu?

1973 Adana Sevgi Soysal ile

 

 

ve dostu Ataol Behramoğlu'na Abdullah Nefes'i sorduk

 

- Abdullah Nefes ile başlayan dostluğunuz kesintisiz bir serüven. Doyumsuz bir yaşantının tüm anılarıyla birlikte koca bir elli beş yıl. İki şair yan yana gelmekten kaçarken, sabah, öğle, akşam nasıl bir dostluktur bu?

- Bu gerçekten de kesintisiz bir gönül ve kafa yoldaşlığının öyküsüdür.

Böyle olması için herhangi bir zorlamamız olmadı. Kendiliğinden oluştu ve bu günlere ulaştı bu dostluk.

Böyle şeyler gerçekten de mucize gibidir. Açıklaması da pek yoktur.

- 1956 Yılında ilk tanışmanız kavga ile başlamış, her şeye parmak kaldıran herkese sataşan bir üslubunuz varmış, ciddi ciddi kavgalarınız olurmuş. Hatta Ilgaz’ın dağlarından geldiğim o yıllar köylü onurumu zedeleyecek kadar diyor Abdullah Nefes? Sonra hiç ayrılmadınız ondan.  Büyük kavgalar büyük dostlukların habercisi midir?

- Abdullah gerçekten öyle dediyse abartmış.

Herkese sataşan bir üslubum hiç olmadı. Demek ki o öyle algılamış.

Her şeye parmak kaldırmaya gelince, Abdullah’la karşılaştığımız orta üçte ve öncesinde başarılı bir öğrenciydim gerçekten de. Bunun bir kabahat olduğunu da sanmıyorum.

Kavga meselesine gelince, öyle dediyse onda da abartmış… Belki bir sataşma,  bir laf atışması filan… Onun dışında itişip kakışmışlığımız, yumruklaşmamız filan ne o günlerde, ne sonrasında,  hiç bir zaman söz konusu olmamıştır.

 Bizim dostluğumuzun temelinde kavga değil, dünya görüşlerimizin ve duygu dünyalarımızın örtüşmesi vardır… Bu gün de bu aynen böyledir…

- Bir tek 1962 yılında okul sıralarınız değişmiş siz Rusça Bölümü'ne, Abdullah Nefes Klasik Filoloji Bölümü'ne geçmiş. Ama Türkiye İşçi Partisi kurulduğunu duyar duymaz birlikte koşmuşsunuz yine. Ankara Samanpazarı'ndaki yerini bir türlü bulamamışsınız o yıllar. Sonra Türkiye İşçi Parti binasına ilk girdiğiniz an "siz kimsiniz referansınız kim"  diye sormuşlar. Nasıl başladı bu süreç, sizi oraya götüren ilk kıvılcım neydi?

- Bu da kendiliğinden, zorlamasız oluşmuş bir sürecin sonucundadır. Düşünün ki ortaokul sondan üniversite çağımıza kadar bizim ve dünyanın toplumcu, hümanist edebiyatını hatmetmiştik. Türkiye İşçi Partisi zaten orada bizi bekliyor gibiydi. O günlerin dayanışma, özveri, heyecan ve umut duyguları yüreklerimizden hiç eksilmedi. Biz bu gün de kendimizi o yıllardaki delikanlılar olarak hissediyoruz ve öyleyiz de…

Ataol Behramoğlu ile 1960 yılı ve Ankara

 

 


 

AĞUSTOS 2011

 

 

Zeki Çelik Söyleşileri