Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Atilla Birkiye

29 Mayıs 1955 yılında İstanbul'da doğdu. İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi (1983); aynı yıl bölümünde başladığı yükseklisans öğrenimi tamamladı (1986) ancak tezini vermedi. Yayınevlerinde ve ansiklopedilerde editör olarak çalıştı; edebiyat dergilerinin yazı kurulu üyeliğini (Yazko Edebiyat, Varlık, 1982/86), Yazko Felsefe Dergisi’nin sekreterliğini (1983/84) yaptı.

İlk yazısı 1978 yılında Sanat Emeği dergisinde yayınlandı. Yazılarının yayınlanması 1980 sonrasında yoğunlaştı. Yazko Edebiyat, Varlık, Yazko Çeviri, Somut,  Dünya, Gösteri, Cumhuriyet, Cumhuriyet Kitap Eki, Radikal Kitap Eki, Kaçak Yayın, E gibi dergi ve gazetelerde ağırlıklı olarak yazdı. “Günümüzde Kitaplar” ve “Kavram” dergilerini yönetti; Kavram Yayınlarını ikinci kez kurdu ve bir süre editörlüğünü sürdürdü (1985-1990). Tam Metni Türkçe'ye ilk kez çevrilen Binbir Gece Masalları’nı yanına hazırladı (1992/93)

Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Sekreteri (iki dönem, 1989-1990) ve PEN Yönetim Kurulu Üyesi (1991/92) olarak görev yaptı.

Televizyonlarda (TRT-2; BRT) kültür programları hazırladı ve sundu (1992/93).  TRT-1'de oynayan   “Yazevi”  adlı dizinin son yirmi altı bölümünün senaryosunu yazdı; İstanbul Devlet Opera ve Balesinde, 1995/96 döneminde sergilenen “Düşten de Güzel” adlı müzik-şiir gösterisinin metin bölümünü düzenledi. 1997/98 sezonunda sergilenen “Anlat, Şehrazat” müzikalini Binbir Gece Masalları’ndan sahneye uyarladı (Mehmet Birkiye ile) ve şarkı sözlerini yazdı. Şiir dinletileri hazırladı. Kendi yazdığı “Gümüşsuyu Papatyalar” adlı tek kişilik oyunu sahneye koydu (2004); Vedat Sakman’ın şarkılarının da yer aldığı kendi şiir ve mektuplarından oluşan “Yanıtsız Mektuplar da Hicran” adlı gösteriyi hazırladı (2008).

Cumhuriyet gazetesinde “Işıldak ve Yelpaze” (1994-2001); Referans gazetesinde de de “Kalemin Ucu” (2004-2008) başlığıyla köşeyazarlığı yaptı. Lise sonrası özel okullarda, Haliç Üniversitesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde (2002/04) kültür dersleri; İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı ile kültür dersleri verdi (2006-2010). Halen, Tiyatrogerçek’in “Oyunculuk Atölyesi”nde Şiir ve Dramatik Edebiyat dersini vermektedir (2008®).

Edebiyata kitap tanıtım yazılarıyla adım atan Birkiye, daha sonraki yıllarda denemede odaklaştı. “Deneme”yi yazınsal tür olarak sorgulayan metinler yazdığı gibi, yine “deneme”nin sınırlarını zorlayan anlatımsal ve lirik metinler de kaleme aldı.

1990 yıllardan sonra roman alanında da ürün veren yazar, minimalist bir çizgiye yakınlık duyarak, “yeni–roman”ın tersine nesnelerin betimlemesinden kaçarak insan ruhunun betimlemesine yöneldi. Romanlarının arka planlarında toplumsal sorunlar, yaşanan siyasal dönemler ve modernitenin geldiği şiddet noktası gibi temaları didaktik ve  öğretici bir biçemden kaçarak işledi.

Deneme ve romanın yanı sıra şiir de yazan Birkiye hiçbir zaman kendini şair olarak tanımlamadı ve kişisel şiirlerini hep aşk temasının üstüne oturttu. Aslında aşk teması onun tüm yazarlığının eksenindedir. Denemelerinde, romanlarında, hatta metin çözümlemelerinde bile bu tema kendini çok açık bir biçimde duyumsatır.

Yapıtları:

deneme
Kırmızı Bir Karanfil (1988), Bir Aşk Denemesi (1991), Aşk Bir Irmaktır (1993), Hep Sonbaharı Yaşadık (1994), Yaşamın Kendisidir Aşk (2000), Hep Sonbaharı Yaşadık (yeni kitap, 2003), Ben Hep Seni Yazdım (2008).

eleştirel deneme
Düşünceler Sözler Yazılar (1984), Seksenlerden Doksana (ilk kitapla birlikte, 1990), Roman’tik Bir Yolculuk (2005).

roman
Son Yemek (1993), Soldan Sağa (1995), Bir Aşk Bilmecesini Nasıl Çözebilirsiniz (1999), Bir Yıldız Kaydı (2002), Aşk Üçlemesi (ilk üç roman birlikte, 2002), Aşk İntiharın Peşinde (2004), Gümüşsuyu Papatyalar (2006), İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar (2010).

günce
Saptamalar-bir sonbahar güncesi (1985), Perdelerden Caddelere Dökülüvermiş (1995), Bir Sonbahar Güncesi (Kırmızı Bir Karanfil ile birlikte 1995).

şiir
Aşk Bir Kadının Bedeniyle Başlar (1995), Aşkım Bir Yağmur Damlası Gül Yaprağında (düzyazı-şiir, 1999), Aşkım Kırmızı Bir Gül (ilk iki kitap, Bir Aşk Denemesi ve yeni şiirlerle birlikte, 2003), Yanıtsız Mektuplar da Hicran (düzyazı-şiir, 2003), Anlat Şehrazat (lirik, 2009), Ekim Issızlığı Saçların (2009).

antoloji
Aşk ve Hüzündür İstanbul (şiir, 1999), 20. Yüzyıl Türk Edebiyatından Seçmeler (2001), Modern Türk Şiiri Antolojisi 1900-1929 (2004).

derleme
Yapısalcılığın Eleştirisine Doğru (1984), Ağlatmayın Beni Derdim Büyüktür-Asım Bezirci’ye Saygı (1993).

uyarlama
Ezop Masalları (1991).

şehir/yaşam
İstanbul’da Âşıklar İçin Buluşma Yerleri (2010
).

 

- 14 Şubat birçok ülkede kutlanan özel bir gün, özel bir ay. Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlardan kalan bir miras bir geleneği sürdürdüğümüz. Aşk, herhangi bir ay'a, şiire, bir romana sığabilir mi?

- Tabii ki sığmaz, tarihe sığmamış; siz de sorunuzun içinde söylüyorsunuz. Geçmişten günümüze gelen bir tema. Edebiyat için aslında neredeyse ilk metinlerden alın hep aşk var. Yalnız oradaki aşkın işlenişi ile günümüzdeki aşkın işlenişi özellikle 19. ve 20. yüzyıldaki aşkın işlenişi çok farklı. Geriye dönüp baktığınız zaman, her tarihin toplumsal, hatta şöyle söylemekte sakınca görmüyorum sosyo ekonomik kuruluşuna göre aşk ilişkisinin değiştiğini de görebiliyoruz. Bu bitmeyen bir konu, bitmez. Kadınla erkek varsa bu bir çekim alanıdır ve olduğu sürece aşk olacak en azından benim konum itibariyle. Edebi metinlere, romanlara baktığımızda az çok hepsinde bir aşk ilişkisi görürsünüz. Kaldı ki kadının sosyalleşmesi, toplumsal olarak normları da değiştiriyor dolayısıyla aşk anlayışı - ilişkisi bize romanı da getiriyor. Bana göre bizim modern romanımız Bihter karakterinin yazılış biçimiyle başlar. Ömür boyu aşkı yazabilirsiniz.

- Hemen hemen bütün eserlerinizde aşk önemli bir yer işgal ediyor. Bu işgal, bu derin gerçek, yüzlerce hikâyenin, romanların, şiirlerin yazılmasına neden oldu. Atilla Birkiye'nin kaleminde aşk, denizin ortasında sığınak arayan bir gemi gibidir. Aşk nereden gelip, nereye gider?

- İnsan ya da yazar olarak varoluş meselem. Geldiği yer aslında metinlere bakarsanız onun altında son derece siyasi - ideolojik bir şey vardır. Şöyle söyleyeyim; insanlar aşka, şiire bu kadar kafa yorsalardı herhalde dünyada bu kadar şiddet olmazdı. Saf bir şey vardır. İnsan âşık olduğunda, cimriyse daha az cimri bir insan olur, kötüyse daha az kötü biri olur. Aşkın böyle olumlu yanları var ki bir kere buradan geliyor. Aslında gittiği yer kötü şu açıdan; her ne kadar aşk olmadan olmaz diyoruz ama galiba insanoğlu duyarlılıklardan çok uzaklaşıyor ama düşmana rağmen aşk bütün iktidarlara karşı bir muhalefettir.

- ‘’Yapısalcılığın Eleştirisine Doğru’’ 1984'ün ocak ayında çıkarttığınız bir kitabınız, bir görüşü, bir düşünceyi, toplum bilimlerindeki yapısalcılığı hedef aldınız. Bu kitabın bir başka özelliği de Türkçede yapısalcılığı eleştiren ilk kitap olma özelliği de taşıyor. Yıl 2011'in ocak ayındayız, yirmi yedi yılda neler değişti?

- Varlık dergisinde bir yapısalcılık dosyası hazırlamıştım ben. Onu kitap yapalım dedi yayınevi sahibi. Yapısalcılığa biraz haksızlık oldu diye düşünüyorum genel olarak, yapısalcılık ile daha fazla ilgilenebilirdik belki. Ben yapısalcı değilim ama yapı meselesi Marksizm’de de her şeyde de vardır. Marksist estetik, toplumcu gerçekçi estetik ne kadar biliyorsak hepsini o tartışma yapısalcılığın eksik yanlarını onarmak ve onu bir metin çözümleme yöntemi için yararlı hale getirmek adına değil çürütmek içindi. Bu tabii çok doğru bir şey değil çünkü bütün kuramların metni anlamda size yararları var. Hepsinin kazandırdıkları, öğrettikleri var. Biz öyle bir dönem yaşıyorduk ki farklı düşünemezdik, hayatın getirdiği bir şeydi. Ne güzel anmışsınız bir zaman bunlar konuşuluyordu; işte bunlar değişti.

Buradan biraz serbest çağrışımla Naipaul meselesine değinelim. Naipaul geldi, saçma bir şey oldu ve onun için tetikleyici şeyler yazıldı; ben öyle düşünüyorum olacak iş değildi, adam geri döndü ama buna rağmen edebiyat konuşuldu bir süre, işte böyle bir durumdayız. Edebiyat dergileri 700 - 800 sattığında mutlu oluyoruz; böyle bir dönemde yaşıyoruz. 70 milyonu nüzerinde insan var düşünün.

- 1995 yılına kadar denemeler, romanlar, şiirler yazdınız. Birçok eserinizi kurgu tekniğiyle kaleme aldınız. Yazarın hayalgücüyle oluşturduğu yapıtlar, gerçeği olduğu gibi anlatanlardan daha mı inandırıcıdır?

- Öyle olması lazım. Her türün kendine özgü özellikleri var. Roman günümüzde en baskın tür. Roman çerçevesinde bunu konuşacaksak yazar mümkün olduğu kadar karakterlerinden uzak durması lazım. Kendini çok sokmaması lazım oraya ki ben zaman zaman soktum. Birinci tekil şahıs adına yazmalısınız sanki yazar anlatıyormuş gibi ki modern roman günümüzde öyle olmalı, ben son romanlarımı öyle yazıyorum ama mümkün olduğu kadar da uzak durmanız lazım. Çünkü o bir kurmaca, kurmacanın kendi bir dili, anlayışı var. Eski roman anlayışı yok, çok doğal bir şey. Balzac romanı yazamazsınız hatta Yaşar Kemal romanı yazamazsınız ki dünyanın çok önemli romancılarından biridir. Günümüzde çok farklı roman doğal olarak; Don Kişot gibi yazamazsınız ama onun gibi başka bir roman da yok edebiyat tarihinde. Roman’da böyle bir gelişme var. Her ne kadar kurmaca da olsa bir bilimkurgu romanı bile nesnel gerçeklikten yola çıkar. Ana karakter bir kadınsa gördüğünüz bir kadından etkilenmişsinizdir. Bazen kadın karakterlerde yazarın kendi eğilimlerini görürsünüz, duygu olarak bu çok doğal bir durumdur. Yazma biçimi ister istemez girer. Yazarın bilinçdışı diye bir şey var ki bu da bir yöntem metin çözümlemede. Flaubert yargılanıyor ve hakim soruyor: Kim bu Madame Bowary? Benim, diyor. Orası elbette tartışılır ama Michel Butor şöyle bir tanım yapıyor ki bunu çok benimserim. Romanın anlatıcısı yazarın bir anlamda maskesidir, karakter onun hayalidir. Bunun klasik roman içinde modern roman için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

- Bir Aşk Bilmecesini Nasıl Çözersiniz?

- Bu kitabım çıktı ve yayınevine bir mektup geldi. Zehir zemberek bir mektuptu ve sonunda deniliyordu ki hiçbir şey çözülmüyor! Benim aşk üçlemesinin sonuncusu o. En çok “aşk olanı” o aslında. Orada ben çok yoktum belki ama çevrem çok vardır.

Romanın ana karakterlerinden olan kadın, etrafındaki arkadaşlarını birbirleri ile buluşturmayı ister, bir parti verir. Partinin sonunda kadının tasarladığının dışında şeyler olur ve anlaşılıyor ki okurun dediği gibi çözülmüyormuş hakikaten!

- “Aşk ve Hüzündür İstanbul’’ 1999 yılında 50 Şairden 95 İstanbul şiirini bir kitapta topladınız.Yirminci yüzyılda doğanlarla sınırladınız bu seçkiyi. Nedimin ünlü “İstanbul Kasidesi’’ni, Tevfik Fikret’in “Sis’’ şiiri ile bir İstanbul hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı’yı bu sınırlamanın dışında tuttunuz, neden?

- Ben onu 98 yılında hazırlamıştım. Belki bugün hazırlasam yine o şiirlerin büyük bir kısmı olur ama belki daha farklı tasarlarım. Şimdi, 20. Yüzyılın en büyük İstanbul şairi Nâzım Hikmet’tir, bir yanı ile Yahya Kemal Beyatlı’dır ama gerçek bir İstanbul şairi Şeyh Galip’tir. Ama dili bugüne göre bize uzak, klasik bildiğiniz gibi. İlgi alanım daha çok modern edebiyattır. Bazılarının çevirisi ile olmaz kendim okumak isterim Osmanlıca’yı ki bilmiyorum.

Yahya Kemal şiirlerinde fazla bir milliyetçilik var. Tevfik Fikret ise estetik açıdan çok duruşu, kimliği, varlığıyla önemli olduğunu düşünüyorum ve ‘’Sis’’ şiiri de çok tipiktir. Anımsayın öyküsünü; polis bir yanda dışarıda bekliyor çıkamıyor; diğer yandan hayatla sis yüzünden bağlar kopmuş. Bu anlamda“sis” metaforu çok güzeldir o şiirin; başlı başına ayrı bir simgedir.

- 2005 yılına kadar, bütün eserlerinizde hüzün, hüzün de aşk kapanmayan bir yara gibi duruyor. Sonraki yıllarda bir kaçış var, bir teslimiyet var. "İstanbul'da Aşktan İkmale Kalanlar " bir örnek buna. Hep sonbahar mı yaşadınız?

- Bir yazarın temelde birkaç tane konusu vardır daha fazlası pek olmaz. Benim de hüzün, yalnızlık, aşk birbirine yakın. Bunların hiçbiri ama ideolojiden bağımsız değildir. Örneğin ‘’Yanıtsız Mektuplar da Hicran’’a baktığınız zaman, bir şekliyle Irak savaşı içine girer. Girmesi çok önemlidir, nasıl girmesin, o günler o yaşanıyor! Ben kişisel olarak didaktik metinleri çok fazla benimseyen biri değilimdir; bu tür meselelerin, estetik bir girişi olmalı. Gerçekten hep sonbaharı yaşadık. Hilmi Yavuz ‘’Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize’’ koymuştur o zaman çıkardığı toplu şiirlerinin adını. Ben de bir kitabımda hüznün bize de yakıştını yazmıştım.

Hüzün, illa acı değildir, içinde ironi de var, beni besler. Bir insanlık durumu aslında. Sonbahar ve hüzün bağlantısı vardır tabii ki; belki klasiktir ama bu kentin sonbaharı bir başkadır gerçekten. Ben bir başka ülkede olsaydım örneğin Avustralya’da, belki sonbahardan böyle etkilenmezdim. Bu temalar belki birilerinden geliyordur, genetik midir bilemem mesela “Eylül’’ romanındaki sonbahar, Nâzım’ın ‘’Saat 21 - 22’’ şiirlerindeki sonbahar beni çok etkilemiştir. Oradaki sonbahar yalnızca bir mevsim meselesi değil, onun hayatının da sonbaharıdır. Bir yandan yeşeren bir şeyler de vardır; ölüm gelir ama öte yandan bir de toprağın direnişi vardır. O metinler, doğa durumu ve bu tür şeyler ile bu sonbahar meselesi özünde bu kentin rengindendir.

- Bir romanın tiyatro oyununa dönüşmesi bildiğimiz bir gelenek, ama bir romanın içinde tiyatronun olması alışagelmiş bir durum değil, hatta edebiyatımızda böyle bir örnekle hiç karşılaşmadık. Hem edebiyatseverlerin hem de tiyatroseverlerin buluştuğu müthiş bir kurgu "Gümüşsuyu Papatyalar". Hamlet'in ruhu kaleminizdeyken, Freud'a göndermeler de var içinde. Edebiyat her türü denemelidir, yeni arayışlar için yeni topraklar keşfetme çağrısıdır diyebilir miyiz bu kitap için?

- Dediğiniz doğru hakikaten o kitap öyle bir kitap. Kitabın yüzde 25’inin gerçek olduğu bir kitap. Bir gün eve yürürken çiçek satan bir çingenenin tezgâhında kasımpatılar gördüm. Bir zamanlar da oyuncu bir kadın arkadaşım benden bir kadın oyunu istemişti, bu fikri askıya almıştım ama zihnimde varmış!Kendime sordum. Bu kadar “aşk” yazıyorsun, peki kadın ile, kadın varlığı ile ilişkin ne? Böylece ortaya çıktı o oyun. 15 günde yazdım; zaman zaman da ağladım yazarken. Hepsi kurmacadır, metinlerde bir tek gerçeklik yoktur, sert de bir oyundur çünkü modern toplumun da kadını ezdiğini, son derece nesneleştirdiğini görüyoruz. Zaten edebiyatta da kadın için“estetik özne” diyen de ilk benimdir, övünerek söyleyeyim. Orada modernizmi de eleştirmeye çalıştım. Zaten, zamanı belli olmayan bir bodrum katında geçer. Bir kadının parçalanmış yaşamıdır ki özellikle erkeklerle ve geçmişte yaşadıkları ile ilgili. Freud ile Jung’u son derece önemserim. Jung’un kuramı mistiktir, ele alış biçimi etkileyicidir;  Freud’un da çok haklı olduğunu düşünürüm. Bu oyunda geçmiş izleri, travmalar var ki bunların edebiyat tarihinde de çok örneği vardır.

Aslında oyun denmez belki ama anlatıdır bu tek kişilik oyun. Biraz da Suskind’in ‘’Kontrabas’’ oyununun tekniğini aldım. Metin Belgin bir ara oynamıştı ben de bir yerde süpervizörlüğünü yapmıştım. Metin kurmacadır ama tekniğini aldım. Çocukken annem gelirdi mesela “hadi uyan uyan” derdi, “bırak hayal kuruyorum” derdim. Böyle bir şey var.  Sonra konu açıldığında kadın oyunculara önerdim ama hiç yanıt alamadım. Öğrencilerim istediğinde de aslında karşı çıktım, dedim bir kere hocalarınız karşı çıkar, bu sert bir oyun. Daha sonra Evrim Solmaz ile tesadüfen karşılaştık ve oyunu kabul etti ben de yönettim. Ancak altı oyun oynayabildik. Oyun Evrim’i hasta etti, bu şaka değil ciddi. Çok iyi bir oyuncudur, disiplindir ve oyunu ilk okuduğunda çok beğendi ve oynamak istediğini söyledi. Ama hastalanınca ilerleyen bölümlerinde kestik; onun oyunla kurduğu bağlantı beni çok etkiledi ve o bağlantı ve oyun sürecinde yaşananların bir kısmı daha sonra romanı yazmaya götürdü.

- Başarılı bir ekiple birlikte bir müzikale imza attınız: Binbir Gece Masalları’ndan uyarladığınız Anlat Şehrazat. Müşfik Kenter, Candan Erçetin, Meltem Cumbul ve daha bir sürü yetenekli oyuncu Serdar Yalçın'ın besteleri, Mehmet Birkiye'nin rejisi ve sizin kaleminizle sahnede can bulmuştu. O süreçte çok aksilikler yaşanmış ve zor şartlara rağmen ortaya çok başarılı bir müzikal çıkmıştı. Siz emeğinizin karşılığını gördüğünüze inanıyor musunuz? Yeniden bir müzikal düşünüyor musunuz?

- Maddi olarak battık öncelikle. Türkiye’de böyle özenerek yapılan işlerin maalesef iyi sonuçlanmadığını görüyorum. Ben o şarkı sözlerini yazarken inanılmayacak derecede çok çalıştım. Bu hikâye benim fikrimdi zaten. Uyarlama “Binbir Gece Masalları’”nın çevirmeni Âlim Şerif Onaran tarafından da çok beğenilmişti. Benim metnim 40 sayfaysa Binbir Gece Masalları’ndan birebir yarım sayfa bulamazdınız ama bir yanıyla da olduğu gibi onun içinden çıkmıştır. Hiçbir karşılığını alamadık, beklediğimizi alamadık. Bizim için bir trajedi oldu. Kitabını yayınladım o da satmadı!

- ‘’İstanbul'da Aşıklar İçin Buluşma Yerleri’’ 2010 yılında kaleme aldığınız bir kitap. Sanırım 34 yer tespit etmeniz İstanbul’un araç plakasıyla alakalı galiba, ya da aracınızla gittiğiniz yerleri vurguluyorsunuz bize. Daha çok deniz kenarlarının tercih edilmesi başlayan aşklara, şehrin merkezine doğru baktığımızda ayrılıkların mekânları gibi duruyor biraz. Neden ayrılıklar, deniz kenarında başladığı gibi bitmez? Neden daha çok Taksim gibi şehrin kalabalık yerleri tercih edilir?

- Bu kitap öncelikle editörümün fikriydi. O da fikir olarak bir önceki ‘”İstanbul’da Aşktan İkmale Kalanlar’’dan çıkarmıştı. Bir harita yapalım ve roman buralarda okunsun gibi bir durum ortaya çıktı. Bu tarz durumlara muhafazakâr biri olarak ikna oldum, oldum ama hemen sen yaz dediler. Yazdık ve haritayı koyduk kitabın arkasanı editörüm Adnan Özer de hemen âşıklar için buluşma kitabı yaz, dedi. Bunun doğrusu 100 yerdir. Burada bir pazarlık başladı sayı konusunda ama en sonunda 34’te anlaştık sevgili Adnan Özer ile ama hâlâ ikna olmuş değildir!

Saptama ilginç aslında, bu buluşma yerleri küçük bir gezi harita oluşturuyor ki kitabın arkasında da vardır. Bu yerler ister istemez bana ait olan, benim gittiğim yerler ama bir kısım var ki gözlemlerden edinilenler. Burada bir de şöyle bir iddia var, farklı bir İstanbul yazmak. Burada şu var, İstanbul’da 1034 tane de yer yazabilirsiniz. Bazı yerleri neden seçmediğim söylenebilir, doğrudur ama ben mümkün olduğu kadarı ile edebiyat metinlerine de göndermeyaptım. Kuzguncuk’ta Nâzım Hikmet şiiri vardır, Emirgan’da Halide Edip Adıvar’ın bir romanından bir bölüm vardır, Ahmet Muhip Dıranas’ın bir şiir vardır vb. Salacak’ta bir büfeden Taksim’deki Simit Sarayı’na anıların da olduğu bir seçim yapmaya çalıştım. Bir iki deniz kenarında reddedildiğimi de hatırlıyorum sanki ama...

- Yıllardır Akademi İstanbul, İznik Akademi, İstanbul Akademi gibi özel sanat okullarında, Haliç Üniversitesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde kültür dersleri verdiniz; halen Tiyatrogerçek’in Oyunculuk Atölyesi'nde şiir ve dramatik edebiyat dersleri veriyorsunuz. Sanatın ve edebiyatın değerinin anlaşılmadığı bir ülkede öğrencileri motive etmek zordur. Çehov'un karakterleri, içlerinde hep Moskova'ya gitme hayaliyle yaşar. Belki de gidemeyeceklerini bile bile duyarlar bu özlemi. Belki de bu özlem ayakta tutar onları. Sizin öğrencilerinizin içindeki aşkı körüklemek için yarattığınız bir Moskova var mı?

- Moskova değil de İstanbul var! Ders çok keyifli bir şey, orada insanı çok onore eden bir durum var, severek yapıyorum çünkü bu işi. Çoğunlukla aşk teması üzerinden gidiyor ne anlatıyorsan, mitolojiye bakıyorsunuz orada da aşk var. Ama bu öbür tarafları görmezden gelme anlamında değil başta da söylediğimiz gibi kadın erkek ilişkisinin farklı yazılış biçimi ile ortaya çıkıyor. Onları suçlamayayım ama hayatın getirdiği bir şekilde biraz kayma var öğrencilerde. Statükoyu benimseyen bir genç kuşak dikkatimi çekiyor. Aşk konusunda ise her zaman “başarılı” olmuşumdur. Dönemin başında aşk yok diyen bir öğrencinin dönemin sonunda hocam varmış, yaktınız bizi dediğini bilirim mesela! Kız öğrencilerime özellikle hapşırdıkları zaman ‘’çok aşk acısı’’ çekin derim. Hocam neden böyle diyorsunuz dediklerine de cevabım: Her ayrılık acı getirir ama her bitişten yeni bir aşk doğar. Kız öğrencilerim ile aram iyidir de erkek öğrencilerim biraz bozulur. Hocam biz nereye bakacağız dediklerinde duvara bakın derim, sonra bunun haksızlık olduğunu düşünüp tamam siz de kızlara bakın derim! Biraz cazip bir şeyler bularak edebiyatı sevdirmeye çalışıyorum kendilerine. İlk derste söylediğim bir şey vardır. Kimse kimseden üstün değildir (dehalar hariç), her insan farklıdır . Edebiyatı bilemeyebilirsiniz ama rahatsız olmayın bundan. Beni en rahatsız eden statükocu olmaları, demin de dediğim gibi.

- 10 yıldır İş Sanat'ta şiir dinletileri hazırlıyorsunuz, Aramızdan ayrılan önemli şairlerin şiirlerini Tilbe Saran, Hümay Güldağ, Metin Belgin, Hakan Gerçek ve Bülent Emin Yarar seslendiriyor. Karşılaşılan eserler çeşitlendikçe şiir beğenisi de gelişiyor. Bu gelişimde önemli bir rol oynuyorsunuz. Dinletilere gelip şiir dinlemek, kitaptan okumanın ötesinde ondan fazla bir şey midir?

- İster istemez çünkü sahneye taşıyorsunuz ve farklı öğeler giriyor; müzik, dekor, ışık gibi ki bunlar farklı bir atmosfer oluşturuyor. Bu dinletileri biraz da ben icat ettim. Böyle bir şekilde başladık ama Metin ile birlikte değişik yerlerde mekâna uygun dinletiler düzenledik. İş Sanat’ta da bunu yaparken amaç şuydu. Şiir ile ilgi kopmuştu insanlar üzerinde. Acaba tekrar kurulabilir miydi? Türk şiiri çok önemliydi, çok önemli şairlerimiz vardı. Bu bağlantıyı kurmaya çalıştık. Okumak ile dinlemek arasında çok fark vardır. Sahnede okunduğunda o şiir kişinin kendi okumasından daha etkili olabilir. Ama bazı şiirler de vardır ki yüksek sesle okunmuyor ya da bazı şairlerin şiirleri yüksek sesle okunmuyor. Sonuç olarak bu ilgi pratikte kuruldu görünüyor ki 600 - 700 kişi geliyor fakat o gün o şairin kitapları da fuayede satılıyor ancak kimse almıyor. Yıllar önce Cemal Süreya için düzenlediğimiz bir gecede kaç kitap sattınız diye sordum yetkililere ve aldığım yanıt şuydu: Bugün satış güzeldi, altı kitap sattık. Düşünün içeride 600 kişiden fazla insan vardı. Tamam belki daha öncesinde bu kitaplar edinilmiştir diyecek oluyorum ama içerde yine çok sayıda insan vardı, çok ilginç geliyor bana bu durum. Üzülmemek elde değil.

ŞUBAT 2011

 

 

Zeki Çelik Söyleşileri