Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cezmi Ersöz

 

Cezmi Ersöz 1959 yılında İstanbul'da doğar, Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturur. Daha sonra Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlar. Ardından haftalık Deli dergisi ve Leman.

Cezmi Ersöz yalnız çağımızın en değerli şair-yazar ve düşünürlerinden biri olmakla kalmıyor, çağdaşlık düşüncesini, çağını yaşamak kaygısını bir öğreti haline getiren, okuyucusunu doğru bilgi kaynağına götüren en canlı yazarlarımızdan biri oluyor. Bir kafa özgürlüğünde, bir insan sorumluluğunda şair olduğu için özgür düşünmüyor, özgür düşündüğü için şair olmak zorunda kalıyor.

Romantizm XIX. yy'a damgasını vuran büyük bir sanat ve kültür hareketi, Avrupa'nın Rönesans ve Aydınlanma'dan sonra yaşanan en büyük düşünce etkinliğine, her şeyden önce sanatta neoklasik döneme, düşünce düzeyinde bir tepkiyle yazmaya başlıyor Cezmi Ersöz.

Yıl 1991 ve "Kafka Market". 1993 yılında "Hayat Bir Emrin Var mı?, Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine" adlı iki kitabıyla hayat görüşünün tohumlarını bırakır toprağına. Duygu ve düşüncelerini onda bulduğumuz bir yıldır artık 1994, şiir söylemi, şiir estetiği ve romantizmin düşünsel yoğunluğunda üç kitap birden çıkartır "Haritanın Yırtılan Yeri, Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni ve Son Yüzler". Romantizmin şiire ve denemelere getirmek istediği yenilikler, 1995 yılında yayınlanan "Saçlarının Kardeş Kokusu" kitabı ile devam eder yoluna. 1996 yılında söz dağarcığının genişlediği bir kitabın ismidir "Annelik Oyunu Bitti". 1997 yılında hem yazılar hem de şiirlerle birlikte karma iki kitap çıkartır "Kırk Yılda Bir Gibisin, Yok Karşılığı Yüzünün". Geleneksel yazım kurallarına bağlı kalmakla ve öznel yaşantısını özgürce dillendirdiği bir öyküdür, 1999 yılında çıkarttığı "İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme". 2000 yılında çıkan,  imgelem gücü yüksek bir diğer öyküsüdür "Bana Türkçe Bir Ekmek Ver". 2001 yılında "Sizofren Aşka Mektup", 2002 yılında "Yine Seninle Geldi Hayat" ile gönüllere taht kurar. Takvimler 2003 yılını gösterirken yaşamdan diri kurtulan Cezmi Ersöz, hayatı sorguluyan bir üslupla kaleme aldığı bir kitaptır "Açıkla Bana Bu Işığı". 2003 yılında "Hayallerini Yak Evi Isıt" kitabını çıkartır. 2004 yılında "Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi, "Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak" iki kitabıdır Cezmi Ersöz'ün, içinde çeşitli kuramsal bakış açılarını ve birbirinden farklı biçemleri barındıran. 2005 yılında bir yılına sığdırdığı iki deneme kitabıdır "Zarfını Ben Açardım Sana Yazdığım Mektupların", "Cezmi Ersöz'e Mektuplar". "Derinliğine Kimse Sevgili Olamadı" 2006 yılında çıkan, yazınsal dışavurumculukta yol gösterici bir kitap, bir yazım hareketi oluştururken. "Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk" 2007 yılında kendisiyle hesaplaştığı tek kişilik bir tiyatrosudur. 2008 yılında "Hata Yaptıysam Aramızda Kalsın" ve 2009 yılında yeni çıkan bir kitabıdır "Beni Asıl Hayat Aldattı".

Cezmi Ersöz, tıpkı Tanrının evreni yaratması gibi kendi gerçeğini yarattığı yıllara meydan okumaya devam ediyor. Hem de insan aklına olan sarsılmaz bir güvenle.

 

- Yazınsal metinlerde arabesk kültür diye bir kültürümüz yok bizim, dünyada da yok. Sadece müzikte anladığımız bir yorumdur farklı  enstrümanlar devreye girdiğinde, sözlerine dokunmadan bu yüzden "Paramparça" eseri Teoman yorumladığında alternatif rock oluyor. Bazı yazarların sizi edebiyatı ucuzlatmakla suçlamaları, eserlerinizi arabesk bulmaları, edebiyat kimliklerinde bir çelişki değil midir bu? Birçok yazarın kafası bu yüzden karışık belki de arabesk nedir cevabını tam bilmedikleri için. İlk soruma Arabesk nedir diye başlamak istiyorum.

- Başından beri ülkemizde arabesk kavramı ister müzikte olsun, ister sinemada yanlış tanınmıştır, kavranmıştır. Arabesk; bir mimari tarzdır ve bunu çok az kişi bilir. İtalya Roma’da katedrallerin, mabedlerin, kiliselerin sütunlarının altındaki helezonik bir takım simgesel çizgiler böyle nitelendirilmiştir, oraya nereden gelmiştir bilmiyorum ama çıkış noktası burasıdır.  İlk burada konuşulmuş, mimari bir tarz olarak bezeme sanatı kabul edilerek düşünülmüş. O yaprak biçimindeki şekillere bakıldığında yaprakların dallarlı boşluğa açılır, kavuşmaz uç. Bu da microcosmos’dan macrocosmos’a bir açılım olarak değerlendirilmiştir, sembolize edilen budur. Yani  o boşluğa açılma, yaprak dallarının giderek göğe doğru uzanması bireyin tanrıya yakarması anlamında yorumlanmıştır. Dini bir motiftir de aynı zamanda, ebediyete uzanan kollar olarak düşünülmüştür onlar. Bu şekillerde bir kesinlik, vurgulama yoktur aksine bir mistisizm vardır, mistik bir anlam taşır. Felsefi boyutları çok karmaşık ve ilginçtir. Bu kadar ilginç bir kavramı alıp ülkemizde müziğe, sinemaya etiketlemek çok doğru değil bence, bu kavga hep sürüyor, sürecektir de.

Bu noktada şunu belirtmek istiyorum. Amerika’da blues’u büyük bir hayranlıkla dinleyen entelektüel çevremiz bazı müzikleri neden arabesk olarak nitelendirmiştir. Orhan Gencebay’dan Kibariye’ye, Hüsnü Şenlendirici’ye. İddialı olacak belki ama bunu iddiayı ortaya atan ben değilim. Ece Ayhan başta olmak üzere birçok şairimiz, düşünürümüz bizim arabeskimize Türkiye’nin blues’u demişlerdir. Blues nereden çıkmıştır bakmamız da lazım. Pamuk toplayan, ezilen, karın tokluğuna çalışan insanların hayata isyanıdır blues, bir protest yanı yoktur; o da bir yakarıştır. İsyan da taşır içinde düzene, sisteme ama bu bir çığlık olarak yorumlanır. İçimizi yakar, dağlar yüreğimizi. Dinlerken neşelenmek mümkün değildir, arkasındaki seslerde bir adaletsizlik vardır. O entelektüel kesim günlük hayatlarında bizim müziklerimizi yerin dibine batırırlar ama beşinci kadehten sonra birçok mekanda hep bir ağızdan bu müziklerle coştuklarını bilirim. Burada ikiyüzlülük yapmayalım. Gece haykıracağız gündüz beğenmeyeceğiz. ‘’Batsın Bu Dünya’’nın yüreğimizde yeri vardır, kabul etmek lazım, hangimiz Orhan Gencebay’dan etkilenmedik ki? Birçok insanın dramı vardır bu şarkıda, şarkılarda. Ama bir çözüm mü önerdi, bir örgütlü mücadeleyi mi peşinde sürükledi Gencebay ya da şarkıları, hayır!.. Çok sesli bir müziktir bu. Acıyı hafiflettiği kadar depreştirdiği de gerçektir.

Bir mücadele sürüklemesi gerekmiyor bu müziğin. Pansuman denilebilir buna. Tıpkı Marx’ın cümlesinin yarısını almaları gibi bizim solcularımızın. ‘’Din kitlelerin afyonudur’’. Devam ediyor Marx. ‘’Din kimsesizlerin kimsesidir’’. Biz hep dünyayı değiştirmeye çalıştık, ama anlamaya hiç çalışmadık. Biraz anlamaya çalışalım. Neden Marx böyle demiştir. Hakikaten o kişilerin kimsesi olmazsa o insanlar kendilerine Allah yaratmıştır. Düşünebiliyor musunuz herkes sizi aşağılıyor ve sizin zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz kimse yok. Ruhu kuşatan bir şey var bu şarkılarda, isyana karşılık var; bir müzik daha ne yapsın. Bu tip yaklaşımları, bana yönelik yaklaşımları da son derece halktan kopuk, ülkenin gerçeklerinden kopuk buluyorum. Bazı kesimlerin basit bir tepkisi olarak düşünüyorum. Önce bu halkı tanısınlar, meseleyi öğrensinler, anlasınlar ondan sonra beni suçlasınlar. Birileri halkın ruhunu yakalıyor, sen de yakala, yakalaman için onları tanıman lazım, tanıman için de onların içinde olman lazım.

- Bu noktada müzik yazın hayatınızda önemli bir etken diyebilir miyiz?

- Müzikte ben biraz doğuluyum. Çünkü benim babam askerliğinin bir bölümünü Beyrut’ta yapmış. Ben çocukken orada bu radyolardan bu müzikleri dinlerdim. Fairuz mesela Ümmü Gülsüm; ağlarım onları dinlerken, ben bunlarla büyüdüm, beslendim. Onu dinlerim şunu dinlemem yok, belki çok sesli müzik bana bir şey katmıyor, olabilir; içlerinden seçtiklerimle yetinebilirim.  Ben edebiyatta da öyleyim. Nitekim yeni oyunlar çıktı şimdi edebiyatta. Göstergeler, göndermeler, metinler arası ilişki biçimleri, yapısal çözümlemeler falan; define mi arıyoruz, edebiyat mı okuyoruz? Şöyle yüreğe dokunmalı. Bir şiir, bir öykü beynimi ürpertmeli, yüreğimi dağlamalı. Ben yeni edebiyattan haz alamıyorum.

- Geleneksel kültürler evrendeki bilinmezlikleri ya din ya da felsefenin yardımıyla açıklamaya çalışmışlardır. Aydınlanma çağında bilinmezlikleri açıklama uğraşına bilim talip olmuştur. Romantikler ise insanı bilinmezliklere götüren yol olarak sanatın yolunu açmak özlemini duymuşlardır. Romantik sanata yön veren, bu özlem, bu gelenek Türkiye şiirinde sizinle devam ediyor. Sanat ile insan arasında müthiş bir denge kuruyorsunuz. "Ben yazarken kendi yüzüme tükürüyorum"  bu söylem şiir estetiği açısından hayat hikayenizin kısaca bir izdüşümü müdür?

- Güzel ve kapsamlı bir soru bu. Aydınlanma önemli bir süreç elbette. Biz henüz aydınlanma aşamasını tamamlayamadık. Garip, kimin ne olduğunu bilmeden bir sürece savrulduk biz.

Türkiye’de geçmiş  ve gelecek yan yana yaşanır. Bir yanda neoklasikle aydınlanmayla, feodalite ve postmodernizmi aynı anda bir semtin içinde bile bunları rahat rahat bulabilirsiniz…. Gariptir! Türkiye’nin böyle bir melez yanı vardır. Birçok şey iç içe yaşanır, geçmiş gelmez, arada böyle bir araf durumu vardır. Anlatmak, yaşamak kolay değildir; bu kişiyi şizofrenik bir ortama sürükler. Bu ortam da yaratıcılığı kamçılar. En iyi öyküler, şiirler, sinemalar vs. bu dönemlerde, bu belirsizliklerde çıkar. 20. yy’ın sancısını en çok Dostoyevskiler, Puşkinler çekmiştir mesela. Yepyeni bir çağ geliyor eski çağlar bitiyor artık ama o arada çıkan çıkıyor.

Kaosu severim. Farklı yapıların bir araya gelip girdiği ortamlarda çok şey yaratılır. Bu anlamda Türkiye’yi çok bereketli buluyorum. Fakat aydınlanmanın da daha sonra birçok süreç gibi tabulaştırıldığını, dinsel bir noktaya sürüklendiğini gördük. Bilimi din kategorisine çıkardılar. Din kutsallıktan çıkartıldı bilim kutsal oldu. Baktılar hayat öyle değil, tek doğru yok artık. Aydınlanma bize tek doğru sunuyordu. Leo Strauss dedi ki ilkel diye bir kavram yok. Kültürler kıyaslanamaz çıkıyor bunun altında.

İleri – geri kültür kıyaslamasına bu yüzden karşı çıkıldı. Avrupa topluluğu mekanikleşmiş, entegre olmuşlar ama Afrika’daki birçok insan ne güzel rüyalar görüyordur şimdi değil mi. Hadi rüyaları yarıştıralım, kim ne kadar yaşıyor, doğayı hissediyor. Sen bilgisayarı yarattın ama insanın ruhunu da körleştirdin bir yandan. Artık böyle bakılıyor. Aydınlanma çoktan masaya yatırıldı artık farklı kültürler ortaya çıkmaya başladı. İnsanlar birçok kültürün sentezinden yararlanmaya çalışıyor (Doğu Kültürü, Budizm, Tao). Süreç açıldı eskiden tek doğru vardı, o duvar yıkıldı artık. Örneğin müzikte bu sentezi görelim mesela Norveçten bir müzisyen Pakistan’a gidiyor ve ortak bir albüm yapıyor. Ortaya olağanüstü bir müzik çıkıyor, bir cazcı ile bir sufi yan yana geliyor düşünsenize. Bir Kürt kadını Hollandalı, Danimarkalı bir kadınla buluşuyor, ortaya nefis bir şey, bir harman çıkıyor. Anadolu kültüründen kuzey kültürüne bir buluşma, bayılıyorum. Farklı kültürlerin zenginliği ortaya çıkıyor böylelikle. Her dilin bir zenginliği vardır, yok edemezsin, edersen bitersin.

Romantizm, aydınlanmanın o baskıcı yanına karşı, bir protest olarak ortaya çıkıyor ve orada sanatı öne çıkartıyor. Ne bilim, ne din insanın ihtiyacına karşılık verir, bu bağı sanat ortaya koyar diyor. Bir iç özgürlüktür romantizm, aydınlanma insanın iç özgürlüğüne de baskı getiriyor.

‘’Ben yazarken yüzüme tükürüyorum’’ derken şunu demek istiyorum. Yazılarıma bakınca şu görülür ki bunu başta bilinçli yapmıyordum. Öykülerimin kahramanları hep antikahramanlardır. Ben okura bir şey öğretmem ya da doğru ya da iyi değilimdir. Haksızlığa uğrayan olduğu kadar haksızlık da yapanımdır. Burada demon kavramına giriyoruz ki bu önemli bir kavram. Bize Avrupa’dan gelmiş, şeytani kötülük anlamına geliyor. Yani şu; özü şu; başkalarını yargılamadan önce kendini yargıla, suçla. Bu kavramı yazılarına yedirenler bir dönemi çok sarsmışlar mesela. Arthur Rimbaud’dan tutun da Sartre’e Jean Genet’e büyük bir sanatçı toplumu Avrupa’daki ikiyüzlü kavramı deşifre etmişler. Biz de bu yazar sayısı çok fazla değildir. Egosunu ve gururunu ayaklar altına almayan bir yazara kuşku ile bakılır. Leyla Erbil önemlidir, Ahmet Oktay, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan bu anlamda ülkemizde önemlidir.

- Her sanat eseri değişen tarihin değişen yüzüne bir tepkiyle yazılmıştır. "Beni Asıl Hayat Aldattı" son kitabınız. Hayal güçlerimizi kamçılayan , bütün özlemlerimizin kaynağına inen, müthiş bir kitap. Son yapıtınızla ilgili neler söylemek istersiniz?

- Benim üç dört yıldır yaşadığım savrulmaları anlatıyor bu kitap. Acı bir ders alarak bazı şeyleri gerçek anlamda gördüm. O yüzden bu kitabın adı da bu oldu. Hayatın bu kadar güvensiz bir yer olduğunu bilmiyordum. Meğerse bugüne kadar pamuklar içinde yaşamışım. Bunu yoksulluk olarak algılamayın, ruhsal durumlardan bahsediyorum. Ben 32 yaşımda evimin kirasını ödeyemedim. Tüm eşyalarımı sattım ve bir tek sırt çantam ve içine sığabilecek şeylerim kaldı. Evimi terk ettim ve cebimde param yoktu. Eski sevgilimin evine gittim birkaç gün kalmak ve kitaplarımı almak adına, hayatında başka birinin olduğunu öğrendim hatta sevgilisi ile karşılaştım bile o gece olaylar oldu falan. Oysa bensiz yaşayamayacağını söylüyordu, sizi çok sarsan durumlar bunlar haklıyım demiyorum. Hayat böyle başka bir şey, artık birçok şeye gülüyorum.

Bankta falan uyudum sonra. İş yok, ev yok, çalıştığım gazete batmış. 35 yaşıma geldiğimde ise Ankara Kitap Fuarında önümde iki kilometrelik kuyruk vardı, basınlara manşet olmuştu. Bir anda bir pop yıldızı muamelesi görmeye başlıyorsun. Akıl sağlığımın yerinde olması bile mucize benim.

İnanılmaz derecede savrulduğum, ölümlerden ölüm beğendiğim, ayağımın altından yerin kaydığı son birkaç yıldı. Sert bir kitap evet dikkat edilmeli, hayatı yumuşak yaşamamalı, çarpılmamalı bunu söylemeye çalıştım.

Sevdiğim kadınları  hep bir parçam olarak bildim ama bir gün onların bir başkası olduğunu gördüm. Acı bu ama seni büyütüyor, olgunlaştırıyor. Başkası olduğu gerçeğini anladığım anda kitabın adını buldum. Bize böyle demedi hayat, sevdiklerinizden hiç ayrılmayacaktınız. Hayır, ailen de dahil herkes bir bir gitti, sevgililer terk etti. Bunlar beni kendime kapatmadı, zırh örmedi zaten biterim o zaman ben. Dolayısı ile gerçek var; postmodernistler bunu inkar ediyor, hayır gerçek var. Gerçek allahına kadar var bizzat gördüm kendimi içinde, yaşadım, kemiklerin sızlaması bir gerçek. Gelsin aksini iddia eden, sabahın altısına kadar donsun dışarıda benimle, yok desin.

80’lere kadar biz gerçeği el yordamı ile de olsa az çok biliyorduk. 90’lardan itibaren maalesef ulaşamıyoruz.  Bize gerçek kurgulanarak veriliyor, bu yüzden bazen anlayamıyoruz, sürekli sisteme muhalif oluyoruz. Buna dair yazılar - şiirler var bu kitapta. ‘’Derinliğine Kimse Sevgili Olamadı’’ biraz naiftir mesela ama bu kitap sert bir kitaptır.

- Şiirden felsefeye, denemelerden öykülere, yazılardan mektuplara, tiyatro sahnelenmesine kadar uzanan çok geniş bir alanın kaynaklarına eğildiniz; hem sanat uğraşının özünü hem de genel anlamda insanı, insan varoluşunun anlamını ve bilginin kaynaklarını anlamaya çalıştık yıllarca kitaplarınızda. Cezmi Ersöz ne zaman roman yazacak?

- Günlüklerle ilerleyen bir bütünlüğü, kahramanları olan bir kitap yazacağım, beni hiç ilgilendirmiyor birilerinin hangi kalıba sığdırdığı, bu anlamda bağımsız bir şey olacak. Birçok kişi tepki duyabilir belki, çünkü karanlık bir kitap, karmaşık olacak. Cinselliğin ağır yaşandığı, gerçekle hayal sınırları arasında gidip gelen bir adamın kabuslarını anlatacağım hiç okunma kaygısı taşımadan.

Eteğimdeki taşları ‘’Beni Asıl Hayat Aldattı’’ ile bitirdim. Artık popüler olmak, çok okunmak gibi bir kaygım yok, başka bir kulvara gitmek lazım.  Beğenen beğenir, tiksinen tiksinir. İnsanlar rahatsız olabilir ama ben hayattan, gerçeklerden konuşacağım. Garip bir ahlakçılık var ülkemizde, ben okurlarımdan bahsetmiyorum zira onlar samimi insanlar.

Dünyanın neresinde ‘’karda yürü izini belli etme’’ gibi bir deyim var, ben araştırdım bulamadım. Yani her türlü ahlaksızlığı yap ama çaktırma. Mesela başka bir deyim daha vardır. ‘’Karıncanın belini incitmeden "öpemezsin". "Öpemezsin" yeni bir açılım olsun benden deyimlerimize.  Araştırdım onu da böyle bir deyim de görmedim, bu nasıl bir hayal dünyasıdır, metafordur.  Aşk olsun, tebrik ediyorum. Bizim insanımız budur, çok naziktir, aşk olsun…

Kendi halinde yaşayıp giden, hiç kimseye zararı yokmuş gibi görünen insanların işledikleri öyle gizli suçlar vardır ki; o suçların hiçbirini kanun kitaplarında bulamazsınız. Başka insanların hayatını karartan, onların geleceklerini yok eden insanlar vardır ama onların suçlu olduklarına dair hiçbir kanıt yoktur. İşte bunları yazacağım, bir yıl gibi bir zaman sonra yayında olacak. Böylelikle bu söyleşimizde okurlarımıza bir müjde olsun bu.

- Birçok şehir, ülke dolaştınız; imza günleri, festivaller, söyleşiler, paneller, şiir dinletileri ve televizyon programları. Size hayranlık duyulduğu için çok yoğun bir tempoda koşuşturuyorsunuz. Şiirlerinizde sanat ile insan arasında müthiş bir denge kurarken siz kendi dengenizi nasıl kuruyorsunuz?

- Çok zorlanıyorum. Psikolojik problemlerde yaşıyorum. Eşim aniden dalıp gittiğimi söylüyor bazen. Farkında bile olmuyorum, kafa gidiyor. Bu sebep denge bazen alkolle sağlanıyor ama o da depresyona yol açıyor. Fakat ürettikçe, ortaya bir şeyler koydukça denge kuruluyor. Ama iyileşmek iyileştirmiyor der bir yazar ya aynen ne kadar güzel bir laf, iyileşmek iyileştirmiyor.

- Günümüz edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz peki?

- Son yıllarda sıkıntılar var. Yeni bir kuşak geldi maalesef özellikle batıda o eski saygı yok yazara. Serdar Ortaç’ın, Demet Akalın’ın dinlendiği bir ortamda çok fazla ümitli olamıyorum aslında. Türkiye son yıllarda çok derin bir kırılma yaşıyor, hızlı savruluyor; lümpenleşiyor Türkiye. Asıl sorun bu. İnsanlar kayıtsız, merhametsiz; sözünde durmuyor, araştırmıyor, değerler çökmüş durumda. Bu etnik şiddetin temelinde de bu var, her konuda ne yazık ki çıta da düşüyor ve edebiyat da bundan payını alıyor. Piyasa edebiyatı diye bir şey çıktı, ne kadar basit yazılırsa, kolay okunursa o ilgi görüyor. Nitelikli edebiyatın artık gözden düştüğünü görüyorsunuz. Tehlike sinyalleri çoktan çalıyor.

- "Derinliğine Kimse Sevgili Olamadı" kitabınızla birlikte başka bir çalışmaydı şiirlerinizi seslendirerek okuyucularınıza sunmanız, Vedat Sakman, Haluk Çetin ve Leman Sam'ın seslendirdiği şarkılarınız da var içinde. Şiirlerin şarkı formatına dönüşmesi müzik dünyasında az rastlanan bir konu, bu proje edebiyatımız da çok değer gördü, çokta sattı kitabınız. "Cehennem Meleği" müthiş bir eser, müthiş bir çalışma. Bu proje nasıl oluştu ve sonra durdunuz. Neden?

- Ben zaten yorumunu, tarzını hep hayranlıkla izliyordum kendisinin. Haluk Çetin tanıştırdı beni, bende  o ara bir şiir – düzyazı kitabı çıkartmayı planlıyordum, dediler ki bir görelim. Yaklaşık 7 - 8 ay bir seçim oldu. Daha sonra stüdyoya girildi ve titiz bir çalışma ile kaydedildi. Yıllar önce bir albüm yayınlamıştım ama çok profesyonel olmamıştı. Bu uzun yıllardır Türkiye’de yayınlanmamış bir şiir – müzik albümü oldu. Leman Sam’ı da aramıza aldık. Haluk Çetin’in üç bestesi var. Benim okuduğum şiirlerin fon müziklerini - aranjesini Vedat Sakman yaptı. Kitap ile birlikte de hediye edildi. ‘’Cehennem Meleği’’ içlerinde biraz öne çıktı, iyi bir sentezdi bu.

Bizim çok ortak yönümüz var Sakman ile. Ortak bir dünyamız var, biz bağırmayız, çığlık atmayız, acımızı içimize gömeriz dikkat edin incecik bir sızı vardır ortada. Boğaza düğümlenen bir şey, örtülen kırılganlıklar, yalnızlıklar vardır ama bir asalet de vardır. Her şeyi biliyorum da yoktur aramızda bir şeyi noktalamak da. Dolayısı ile kent kırgınlığını anlatıyor. Kentli insanlarız, kenti seviyoruz ve kentin yükünü de taşıyoruz.  Güzel bir buluşma oldu ve durmadık da sonra. Tüm yoğunluğun içinde uzun soluklu da sahne buluşmalarımız da gerçekleşti. Başka birçok da şiirim var kendisine, her an sürprizler olabilir.

Böylede bir espri var aramızda. Vedat Sakman ile birlikte Metris’te bile yatmaya hazırım. Kalemimiz, kağıdımız, kayıt cihazımız, gitarımız olsun bir de maçları izlemek koşulu ile bir televizyon :)  

- Yapıtlarınızdaki sonsuz coşku, anılarınızı yansıtmaktan çekinmeyen bir yazarsınız, Dinletilerinizde duyduğumuz ve benim de çok beğendiğim Münevver’in hikayesini burada bizlerle paylaşır mısınız?

- Annem huzurevinde... Bunu kime ne zaman söylemek zorunda kalsam hüzünlü bir suçluluk duyuyorum o an. Ve hemen ardından eklemek zorunda kalıyorum: kendi istedi. Orada rahatı yerinde. Doktoru, hemşiresi, bakıcıları vs vs... Ama pek öyle değil biliyorum. Evet, kendi istedi; her tür imkanı var ama yaşlı bir insanın ölümünü tek başına bir odada beklemesi, nereden bakarsanız bakın, tarifsiz bir acı... Can Yücel demişti bir keresinde: "Yaşlılık yaş iş" diye. Hiç unutmam.

Çok istedim, birlikte kalalım, diye ama bir hafta bile dayanamadı benim koşullarıma. Çünkü annem dokuz buçukta uyumak ister. Sigara ve alkolün adeta yeminli düşmanıdır. Üstelik benim de kendisi gibi erkenden yatmamı istiyordu. Oysa annem sabah namazına kalktığında, benim uykum ancak geliyordu. Dahası, inanılmaz derecede hassas ve alıngandır. Neyse ki annemin gelip gideni, ziyaretçisi çok. Ama öyle yaşlılar var ki orada, yıllardır kimsesi gelip hatırını sormamıştır. Bu yaşlılardan biri de 76 yaşındaki Münevver Teyze'dir. Pencereden kapıya ya da yola bakmadığı zamanlar, başında beyaz tülbenti, elinde tesbihiyle koridorda volta atıp durur. Anneme her ziyarete gittiğimde mutlaka karşılaşır, elini öper, hayır duasını alırım. 

Hoşsohbet cana yakın bir kadındır aslında Münevver Teyze. Annemle de çok iyi anlaşırlar. Ta ki annemi en son ziyaret ettiğim güne kadar. Annemin kapısının önündeki koridorda elinde tesbihi ile Münevver Teyze'yle karşılaşmıştım. Her zaman olduğu gibi, elini öpüp hayır duasını aldım. Tam o anda annem odasının kapısını açtı, beni Münevver teyze'yle konuşurken görünce; "Gel, buraya; konuşma onunla, çabuk!" diye bağırdı.

Ne yapacağımı bilemedim, elim ayağım birbirine karıştı. Münevver Teyze'nin yüzüne, mahcubiyet ve çaresizlik dolu bir ifadeyle: "Ne oldu, nesi var annemin, neden böyle?" diyebildim zor bela ama Münevver Teyze benim kadar şaşkın ve çaresiz değildi. Koridorda volta atmaya devam etti.

Annemin odasına girdim. Şaşkınlığım sürüyordu. "Anne, niye öyle yaptın? Ayıp oldu Münevver Teyze'ye, ne oldu ki şimdi durup dururken?" "Bir daha konuşmanı istemiyorum onunla; selam da verme!.."  "Anne o senin arkadaşın neden selam vermeyecekmişim? Sorun nedir; inan anlamadım!" "Orospu o!" dedi annem birden.

"Şimdi... Anne. Bu bizim Münevver Teyze... Durmadan tesbih çeken... Elini öptüğüm... Orospu, öyle mi?" "Evet maalesef öyle... Buradaki herkes biliyor, artık kimse konuşmuyor onunla..."

Sıra dışı bir öykünün içinde olduğumu hissetmiştim. "Anne nasıl olur, Münevver Teyze seninle yaşıt değil mi; bu yaşta oluyor mu böyle şeyler, yani sakın bir iftira olmasın, hani?" Ama bunları söylerken kendimi çok tutmama rağmen gülmekten kendimi alamamıştım.

"Gülme öyle!" diye bağırdı annem, "sen de ahlaksızsın, onun gibi!" "Anne, tamam; diyelim, ben ahlaksızım ama Münevver Teyze'ye ne oluyor?"

Evet, işin gerçeği şuydu: Gerçekten Münevver Teyze, huzurevinin erkekler bölümünde hem de bir adamla sevişirken görevliler tarafından yakalanmıştı! Ve bu olay çok kısa bir zaman içinde herkes tarafından duyulmuştu.

Münevver Teyze'nin yaşadığı bu tatlı kaçamak huzurevinin tarihine karanlık bir skandal olarak geçmişti hiç şüphesiz. Münevver Teyze, geleneklere, tabulara başkaldıran biri olarak benim gözümde artık sıradışı bir insandı.

Annemin yanından ayrılırken; aklımda sadece Münevver Teyze'nin bundan sonra neler yapacağı takılı kalmıştı. Aradan iki gün geçmeden annemi aradım. Halini hatırını sordum. Niyetimi hissetti hemen: "Münevver'i merak ediyorsun, değil mi?" "Yok, anne, nereden çıkartıyorsun?" Ben seni merak ettim," diyerek, korkuyla savunmaya geçtim. Münevver Teyze'nin öyküsünden etkilendiğimi, hatta onu yazmak istediğimi çoktan anlamıştı.

"Bugün, basın toplantısı gibi bir şey yaptı," dedi... Huzurevinde, basın toplantısı yapan bir Münevver Teyze fotoğrafı düşünün: Elinde tesbihi, başında tülbentiyle mikrofonların karşısına geçip oturuyor ve yaşadığı olaylarla ilgili kamuoyuna ve basına açıklama yapıyor! "Arkadaşlar, uzun süredir benimle selamlaşmıyor ve konuşmuyorsunuz. Evet yaşadım, yalan değil, sizden mi saklayacağım? Aranızda benim orospu olduğumu düşünenler olabilir. Ama değilim, bunu iyi bilin. Ben o adamla para karşılığı için değil, istediğim için birlikte oldum. Bu yaştayım diye, duygularımı bastıramam. İçinizden geliyorsa, siz de yapın, anlarım, hatta saygı duyarım.

Dayanamadım, iki gün sonra yine aradım annemi: "Artık ona selam verip konuşanlar var. Hem hoşgörülü olmak lazım, evladım" deyiverdi. Münevver Teyze'ye ilk selam verip konuşanlar arasında annemde varmış!...

Eksik Evlerden Geldin Sen

Şiir - Seslendiren: Cezmi Ersöz

Cehennem Meleği

Şiir: Cezmi Ersöz - Müzik: Vedat Sakman

 

OCAK 2010

Cezmi Ersöz Web Sitesi

 

Zeki Çelik Söyleşileri