Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Duygu Ergun

 

20 Ocak 1989 İstanbul doğumludur. 2008 yılında Alman Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Piyano-Solfej Yarı Zamanlı İlk Devre mezunu olmuştur. İtalya Bologna Üniversitesi'nde bir dönem Erasmus programı eğitimi aldıktan sonra İstanbul Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne devam etmiştir. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü birincilikle bitiren Duygu Ergun, akademik başarısının yanında her yıl düzenlenen 12. Rektörlük Özel Ödülü’ne de layık görülmüştür. İstanbul Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde 2012 ile 2015 yılları arasında öğrenimine devam edecektir.


İtalyanca, Almanca ve İngilizce’den edebi çeviriler yapmaktadır. Şiir ve düzyazı dalındaki çalışmaları, Varlık, Yasakmeyve, Akatalpa, Yazılıkaya, Hürriyet Gösteri, Çevirmenin Notu, Sonra Edebiyat, Mühür, Hayal, Monokl, Karşın, Lacivert, Kahvemolası gibi edebiyat dergilerinde yayınlanmıştır.

2004 - 2005 yılları arasında Müjdat Gezen Sanat Merkezinde tiyatro eğitimi de alan Duygu Ergun, 15 yıldır piyano çalmaktadır.

Ödülleri:

- Alman Lisesi Kültür Sanat ödüllerinde "Düz Yazı" dalında edebiyat ödülünü kazandı. (2005)

- Uluslararası Alman Liseleri tararafından Atina’da düzenlenen "Jugend Musiziert" adlı müzik yarışmasında piyano dalında 3.lük ödülü aldı.

- "Ein Gespräch zwischen Virginia und Virginia" (Virginia ile Virginia arasında bir konuşma) adlı hikayesi, Alman Lisesi tarafından düzenlenen "Ich und Meine Klassiker" adlı edebiyat yarışmasında 2.lik ödülü aldı. (2006)

- Sait Faik Öykü Yarışması 2006 - “Antikacı Kadın” adlı öyküsü 136 eser arasından seçilen 28 öykünün arasında yer alarak seçki niteliğindeki kitapta yayınlanmıştır.

- Sait Faik Öykü Yarışması 2007 – “Kelepçe” adlı öyküsü 255 eser arasından seçilen 31 öykünün arasında yer alarak seçki niteliğindeki kitapta yayınlanmıştır.
•           Terakki Vakfı 7. İstanbul Liselerarası Şiir Yarışması 2007 – “Cecylia” adlı şiiri, Birincilik Ödülü’ne uygun görülmüştür.

- Mehmet Fuat Genç Şiir Ödülü 2009 – “Uzak Savaş” adlı kitabı, “Övgüye Değer” kategorisine uygun görülmüştür.

- Beyoğlu Şiir Festivali Sevda Ergin Şiir Ödülü 2010 – “Kuş Evi” adlı kitabı, ödüle uygun görülmüştür.

- Karşıyaka Belediyesi Homeros Ödülleri 2011 Arif Damar Şiir Ödülü 2011 – “Kuş Evi” adlı kitabı, Jüri Özel Ödülü’ne uygun görülmüştür.

 

 

- Henüz 14 yaşındayken şiirlerin dergilerde yayınlanmaya başladı. 16 Yaşında ilk ödülle tanıştın. Sonra Alman lisesi, Darüşşafaka, Terakki Vakfından bir çok ödül aldın. Şiirlerin dışında düz yazılarında bu ödüllere layık görüldü. Sahi kaç yaşında başladın yazmaya? İlk şiirle ne zaman tanıştın?

- Yazmaya ilkokul dördüncü sınıftayken başladım, on yaşındayken. Kısa öyküler yazıyordum daha sonra da on üç yaşında ilk şiirimi yazdım. O dönem İz Edebiyat isimli bir internet sitesi ile tanıştım ve şiirlerimi, öykülerimi ilk orada yayınladım. Derken bu site aracılığı ile birkaç kişi ile de tanıştım, sitenin seçkisinde de yer aldım.

- Yazdıkların değer görünce edebiyatımızın da dikkatini çektin. 17 yaşında, Büyük şairimiz Arif Damar üzerine birçok seminerlerde bulundun. Tüyap, Yapı Kredi Yayınları'nın düzenlediği seminerlerde konuşmacı olarak katıldın. 2008 yılında Doğan Hızlan'ın CNN Türk'te hazırladığı bir programa şiir üzerine konuşmacı olarak da görev aldın. Çok genç yaşta yakaladığın bu başarı seni hiç korkuttu mu? Bazı kesimler tarafından çocuktan şair mi olur yoğun eleştirilerine rağmen?

- Aslında o dönemde bunu çok fazla düşünmüyordum. Arif Damar ile usta çırak ilişkimiz vardı ve beni yönlendirmesi ile bir şeyler yapıyordum. Ben o dönem aslında kitabımın da erken olduğunu düşünüyordum ama beni teşvik etti ve bir yerlere göndermemi, değerlendirmemi istedi şiirlerimi. Bu kitabım yayınladığında henüz on sekiz yaşındaydım ve sonradan pişman olup olamayacağımı bilemiyordum. Şiir yazmanın olgunluk gerektiren bir şey olduğunu biliyordum ve doğrusu pek cesaretim yoktu. Ama bir şekilde karşı koyamadım ve alabileceğim tepkileri de göz önüne alarak kitabımı yayınladım.

- Şiir gerçeği yansıtmaz, aksine gerçeğin tersine iterler bizi. Şiirler bizim duygusal yanımıza seslenirken dizginlememiz gereken duygusal yanımızı coştururlar. Pablo Neruda'nın dediği gibi, bir köylü kadını kadar güçlüdür de. 2008 yılında yayımlanan "Uzak Savaş" hem duygusal yanımızı coşturuyor, hem de bir köylü kadını kadar güçlü. Yüreğin, kızıl renkli bir kırbaç mı hala içinde?

- Evet öyle. Bu kitabın aslında içeriği ile de ilgili farklı şeyler düşünenler oldu. İşte Bosna’yı, Irak’ı, Lübnan’ı yazıyorsun ama buraları bilmiyorsun diye. Ben her zamanki cevabı verdim. Öncelikle lisedeyken bize sürekli savaşlar anlatılıyordu ve bu da duyarlı bir insan olduğumuz için içimizde isyan duyguları oluşturuyordu, bir tür savaşa karşı oluşun isyanlarıydı bunlar. Bir şekilde duyumsanabiliyordu bazı şeyler, hissedilebiliyordu ve yazılabiliyordum. Edebiyatta da hep bir adaletsizliği, iktidar savaşını ortaya çıkarmak gerekiyor diye düşünüyorum ve elimden geldiğince bunu aktarmaya çalışıyorum. Her şeyi biliyorum, yazıyorum ve söylüyorum demiyorum, bu şehirde yaşıyorum ve görebildiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Özetlemem gerekirse içimde bir savaş var, hep de olacak.  

 

- "Barbara'nın Doğumu" Polanyalı genç bir kızın hayatını anlatan bir tiyatro oyunu yazdın. Savaşı yaşamamasına rağmen birey psikolojisine indirgeyip yaşadığı acıları gözler önüne serdin. Duyguları ve davranışlarıyla başka insanlara benzemeyen kişilerin bir karşılaşmasaydı bu. Savaş, insanın insan karşısındaki üstünlüğüdür. Savaş, ölümün karşısında ölümsüzlüğe mi oynuyor?

- Bir anlamda savaş sadece somut hali ile bildiğimiz bir savaş değil her zaman. İçinde olmasak bile bir duygu savaşı halinde oluyoruz. İktidar ya da otorite savaşı halinde de yansıyor bu bazen. Dolayısı ile bu yolda yapılan her şey aslında bir ölümsüzlük de doğuruyor diye düşünüyorum. Çünkü bunu sadece belli bir zamana da indirgememiz doğru olmaz.

Evet, Polonya’daki bir savaş ve sonrasında bir çocuğun sancıları anlatılıyor burada. Bu oyunu lise yıllarımda kaleme almaya başlamıştım ve o dönemdeki savaşlara atıfta bulunmayı düşünmüştüm yazarken. Ama sonraki süreç boyunca da şunu fark ettim; o zaman bunu yazarken sadece savaş temasını düşünmüyormuşum, bireyin topluma karşı verdiği bir savaştan da bahsediyormuşum. İkinci Dünya Savaşı zaten edebiyatı da derinden etkileyen bir savaş.

- "Barbara'nın Doğumu" Hem şehir tiyatroları repertuvarında, hem de Devlet Tiyatroları arşivinde olan bir oyun. Sahnelendin mi hiç? Ve biraz bahsedebilir miyiz bu doğumdan?

- Barbara’nın Olga isimli bir teyzesi var. Olga bu savaşı tamamen yaşamış bir kadın, annesi de aynı şekilde bir kadın ama Barbara’nın doğumu sırasında hayatını kaybediyor, doğal olarak Barbara’yı Olga yetiştiriyor. Olga’nın Barbara üzerinde katı bir tutumu var çünkü annesinden yani kardeşinden çeşitli nedenlerden dolayı nefret ediyor. Elbette çeşitli yan karakterler de var. Bir savaşın çocuğu ve onun yolculuğu anlatılıyor bu doğumda.

Sahneye henüz uyarlanmadı. Dediğim gibi bu oyunu yazarken lisedeydim ve bir oyun yazmak istedim ama çok teknik bilgim yoktu. Bir oyun nasıl yazılır bilmiyordum sadece oyunlar okuyordum ve kendimi geliştirmek istiyordum. Bu eseri yazmayı eğitimimin bir parçası kabul ettim. Doğan Korkmaz’ın fikirleri olmuştu, oyuna uyarlamayı gerektiren bazı değişikliklerin olması gerektiğini söylemişti, bu da bazı diyalogların gerekirse yeniden değişeceği anlamına da gelecekti. Bunun üzerine cevabım elbette olumlu olmuştu ama bu değişiklikler yapmakla olmayacaktı, o sebep en baştan kaleme almayı deneyecektim. Oyunu yeniden yazmam üç ay sürdü ve götürdüğüm zaman olmuştu artık. Oynanması evet, elbette güzel olur ama ben daha çok okunması için yazdığımı biliyorum.  

- Analitik şiirlerinde ironik bir septisizm, kadın duyguları ile uysal bir tonda gidip geliyor. ‘’Kuş Evi’’ doğanın iyileştirici özellikleri arasında, düşsel güzelliklerle dolu bir dosya. Güzelliğe niçin duyarlıyızdır? İmgelem insanın ikinci doğası mıdır?

- Bence imgelemler güzel oldukları için değil aslında tam tersi belli bir çirkinliği de barındırıyor, belli bir karşıtlık halinin var olması ile alakalı bir şey. ‘’Kuş Evi’’nin başında da öyle bir şey var, bir delilik hali anlatılıyor. Bunu bir kaçış olarak da anlıyorum. İnsanın yaşarken bir şekilde kendini dizginlediği bir şey ve bu dizginleme sonucunda imgelemin yokluğuna gidiyor. Aslında tam onunla sınırın ötesinde yaşayabilirse insan çok daha fazla şey katabilir.

Bir eseri okurken bir mücadeleyi ararım ben. Belki kendisinin bile farkında olmadığı bir otoritenin sorgulamasını ararım ve onu bulduğum zaman o esere güzel derim. Ben yazarken de böyle bir mücadelenin odağında yaratmayı daha çok tercih ederim.

 

- Kitaplarının çıkış aralıkları iki yıl gibi bir süre, yeni bir kitap için hazırlıklarını bitirdiğini biliyorum. Bu bir tesadüf mü, iki yıl beklemenin bir nedeni var mı sende? İkinci kitabından bahseder misin biraz?

- Özel bir nedeni yok, düşünerek yaptığım bir şey değil. Bu dönem içerisinde biraz düzyazıya yöneldim. İki senedir değil beş senedir bu eserin üzerinde çalışıyorum mesela. Şiir her zaman uğramaz bana, gelince yazarım zaten ama bu eser roman olduğu için aynı şeyler geçerli değil. Biraz daha zamanı var diye düşünüyorum romanı. Ayrı şeyler olduğu için aynı anda değerlendiremiyorum şiir ile romanı adıma.

- İnternette bir blog oluşturdun, sevenlerin ve dostların sıkça uğradığı bir blog. En son "O kadar uzay var, ahlağa ne gerek var" diyorsun. Sevmediklerini az çok biliyoruz, neleri seviyor Duygu?

- Gerçekten bir şeyler yapmaya çalışan insanları seviyorum, duyarlı ve hassas insanları seviyorum. Adaletli davranıp önyargısız davrananları, yani bu anlayışı. Her şeyde kural aramamayı, özellikle edebiyat olunca dayatmaların dışında kalabilen ve bunu samimiyetle yapan insanları seviyorum. Biraz da alışkanlıkları seviyorum.

O kadar uzay var, ahlağa ne gerek var derken, beni sorgulamaya iten bir şey gördüğüm zaman çevremde hemen uzayı, gezegenleri düşünürüm. Bazen düzenin dışında kalamıyorsun, kurumların yaptırımlarından bahsediyorum aslında burada. ‘’Bir şey şöyle olmalıdır’’ anlayışına kurulu her şey, buna biraz kafa yoruyorum. Bir korku var ve bunun olmaması içinde bir güven arayışı var. Bu da insanlara çok masum bir şeymiş gibi sunuluyor ama tamamen korkudan kaçış bu. Bu sadece insan bazında değil tüm oluşumlarda düşünülmesi gereken bir şey.

- Fotoğrafçılığa ilgin var, siyah beyaz kareleri seviyorsun. Bir de eski yeni binaları. Neden Samatya, neden gidiyorsun oralara?

- Samimiyet hissediyorum orada. O sebep belki :) Genelde bina çekmeme gelince tam sebebini bilmiyorum. Bazı sıkıntılar seziyorum mesela orada, o haller beni çekiyor sanırım. Eski yerleri çekmek de ilgimi çekiyor, kurumsallığın olmamasından belki de. Samatya’nın özel bir nedeni yok :) 

- Yazarken tutunduğun belli kodların, benzetmelerin var. Karga gibi, 9 gibi, Kelebek Ömrü, Fareler Ülkesi ya da. Bazen düşmemek için tutunmaya gerek olmadığını mı düşünürsün hala

- Bazen gerçekten tutunmaya gerek yok bence. Mesela neden karga? Çok severim çünkü, birbirlerini kollayan bir topluluk onlar mesela, bir topluluk düşünülürse aklıma onlar gelir, çok güçlü bu duyguları; aile olayı değil bu belki ama ortak bir fikirde birleşme olayını çağrıştırır bende.  

 

Filin Güncesi

Öyle ki artık bunaldık diyordunuz
varillerden ve çamaşır iplerinden
yine de güzeldi sabah sabahla başlayabilmek
ak şaraplar yudumlamak tozdan kalelerde
yol aldıkça size dönmesi kasabaların köylerin
yüzyıla gözlerinizden değişmez bir veda
elden gelse durdursak şubatları
bu meridyenden ötesi fil.

Uzansak da varacağımız bir ağır meydan
kaçık çoraplar, mum yanıkları
’44 basımlarında aşınmış mitolojiler
yarımadalarım, Büyük Okyanus.
fakat nedendir bu denli somurtursunuz
cinayet dışı şey yok zamandan hariç
bir beden bir beden daha suskunluk
istiyorum da istiyorum

 

EYLÜL 2012

 

Daha Fazlası İçin

 

Zeki Çelik Söyleşileri