F.Gül Yanık

fgulyanik@gmail.com

 

 

 

biz seninle bir salkımın iki aşık üzümüyken
başka şişelerde şarap olmuşuz
başka hayatlarda harap olmuşuz

 

 

 

 

 

Eflatun

 

 

Son zamanlarda popüler müzik, sözlerin önemli olmadığı ve hatta mümkünse bir anlamı olmayan sözlerle yüklü şarkıların bolluğu içerisinde kıvranıyor… Kimine göre bu bir zaferken, kimine göre işkence… Kimine göre eğlenceyken, kimine göre ticaret… Kimine göre kafa dağıtmakken, kimine göre yabancılaştırılmak. Bence, tamam onlar da olsun, ama müziğimizin merkezine çökmesinler.

Türkçe müzik dinleyen insanlar, 90’ları özlüyorlar. Çoğu zaman bir şarkının sözü müziğinden önce gelir. Çünkü onlar bizim hayallerimiz, yarım bıraktıklarımız, içimizde kalanlar, dışımıza taşanlardır. Bizi bizden iyi anlatırlar… Bir şarkıya söz yazmak, o şarkıyı yaşatmak demektir. Dolayısıyla sözü “kötü” olan şarkıların bir şey anlatamadıklarını iddia etmiş bulunuyorum. Evet, aynen de öyle… Hatta ne yazık ki müziğin anlatmak istediğine de engel oluyorlar…

Biz 90 severler, şimdi 2000’li şarkılarda ne zaman anlamlı bir söz bulsak, ne zaman şarkı sözlerinde o özeni, özveriyi hissetsek, bir kıta keşfetmiş kadar seviniyoruz… Açız çünkü, samimiyim, açız!

Hadi yazının başlığını bir kere daha okuyun… Kalbinizde bir tel titreşmedi mi? Bir şeylerle yüzleşmeyi ya da bir şeylerden kaçmayı istemediniz mi? Ya da… Kendinizi hiç yaşamamış olsanız bile sanki böylesine bir aşkın ellerinde hissetmediniz mi? Hayır mı? O zaman size “eller havaya” diyoruz ve hayatta da başarılar diliyoruz (: Aksini hissedenleri ise aşağıdaki satırlara bekliyoruz…

 

 

Eflatun, müzisyen olduğu kadar edebiyatçı da… Bu yüzden sözlerle arası bu kadar iyi… Yazımın başlığını ise Eflatun’un Şarap isimli şarkısından bir bölüm oluşturuyor… Şarap önemli… Çünkü yukarıda bahsettiğim açlığı giderebilecek kadar anlamlı… Hatta son zamanlarda ben sözler ve müziğin bu kadar iyi anlaşabildiği, birbirini bu kadar iyi tamamlayabildiği bir şarkı dinlemedim desem abartmış sayılmam. Bu arada belirteyim: Şarap’ın gölgesinde, albümdeki diğer şarkılara da haksızlık etmeyeyim. Dinleyenler her şarkıda aynı özeni göreceklerdir.

Eflatun’un müzikal geçmişine uzanırsak, Korno bölümünden mezun olduktan sonra İzmir Senfoni, İzmir Opera ve Antalya Opera orkestralarında çalıştığını görürüz. Fakat bir yandan ürettiği eserler onu kendi albümünü yaparak, elinde avucundakileri bizlerle paylaşmaya zorlar. Ve radikal bir kararla, ekonomik krizin ortasında, işinden, kornosundan ve şehrinden ayrılıp İstanbul’a gelir. “Dünyanın en parasız ama yine de en zengin üç senesi” diye belirttiği dönemde, düzenlemelerini Serkan Ölçer’in yaptığı, Yaşar Kekeva Plakçılık etiketi ile raflarda yerini alacak olan albümünü tamamlar. Bu arada müzik eğitimi aldığı yıllardan bugüne edebiyatla olan teması da devam etmektedir. Hikâyeler, şiirler, senaryolar yazar durur…

Albümlerin neden satmadığına yönelik bir soruya “insanların reflekslerini değiştirdikleri için” yanıtını vermişti Eflatun. “Parası olmayan işi ucuza getirmek için cikletten çıkan maniler gibi şarkı yazarsa, insanlar albüm almaz” demişti. Şimdi düşünüyorum da belki Türkiye’de korsan bu yüzden bu kadar yaygındır… Her albüm bir diğerine benzediği için… İnsanlar artık bunlara para vermek istemedikleri için…

Korsan’la nasıl baş edilir diye sorduğum zaman müzisyen konuklarıma, “insanların bilinçli olmaları, buna çanak tutmamaları lazım” diyorlar, “yasaları adam etmemiz lazım” diyorlar… Bence, bunlarla olmaz… Olacaksa, Eflatun gibi Türkçe müziğe nefes aldıran besteciler, söz yazarları ile olur… Onların sayısı ne kadar artarsa, insanlar o kadar orijinal albüm satın almak isterler. Kartonetten bir bir sözleri okumak, şarkıya emek verenlerin isimlerine bakmak isterler… Eğer emeklerinizin karşılığını görmek istiyorsanız, ne kadar çok emek verdiğinizi yılmadan göstermeniz gerekiyor ki insanlar size saygı duysun… Bu yüzden de cesur olmak ve şu an “tutar” denilen müzikleri yapmaktan kaçınarak, “az tutan”ı “değeri bilinen” haline getirmek için gözü karartıp savaşmak lazım… Bu yüzden belki de Cennetten Bir Akşamüstü’nü, korsanı engellemek adına üretilen öncü albümlerden sayabiliriz.

 

- Albümdeki şarkı sıralaması dikkatimi çekti… Bakıyorum arka arkaya okunduğu zaman bir şey anlatıyorsun sanki. Şöyle ki:

aşk dediğin şarap
tıpkı ben gibi
sultan barda cennetten bir akşamüstü
tiril tiril
her aşkın sonunda günahlar işliyorum bazen:
kalbimin kırıkları…….

Dizeleri farklı yerlerden de böldüğümde başka anlamlar buluyorum. Var mı böyle bir şey? Ben mi delirdim (:

- 15 yıldır üzerinde çalıştığım bir besteleme tekniği üzerine yazdım her şeyi. Aslında  yanılmıyorsun.  Her şarkıyı bir halka olarak üretip sonra birbirine eklemledim, amaç; kopmaz birbirine bağlı bir zincir yaratmaktı. Aslında peşinde koştuğum şey; bundan 10 yıl sonra da dinlendiğinde hala keşfedilecek ayrıntılara sahip bir albüm yaratmaktı. Sözgelimi ''Yaa ben bunu farketmemişim dinlerken'' denmesi. Bir sanat yapıtı meydana getirmek her şeyden önce bir tasarım işidir. Tasarlayacaksın. İnsanlara sunduğun eser ben dünyada tekim gibi bir vaadi içerecek.

- “İğne atsalar yere düşmez tenhalarım var kalbimde. Aynadaki hatta sudaki aksim bile kayıp” Bu dizelerin üzerine bir kitap bile yazılabilir biliyor musun? Şarap isimli şarkında böyle çok dize var… Nakarata girersek zaten bir ömür çıkamayız… Bu şarkıyı yazarken bir şey olmuş olmalı Eflatun… Bestesi de en az sözleri kadar tehlikeli… Dünyada çok az şarkı vardır bu denli bestenin sözü birebir anlattığı… Bu kadar yoğun, insana binlerce soru sorduran, insanın aklını, kalbini binlerce ayrı yere ve zamana sürükleyen bir şarkı bu… Bu şarkıyı sana yazdıran nedir?

- Ben yeteneklerin sadece bu dünyayla sınırlı olduğuna inanmıyorum. 7 yaşındaki bir kız çocuğu eline kemanı aldığı gibi çalmaya başlıyor, bir diğeriyse bırakın çalmayı eline bile almaya çekiniyor o yaşta. Bu iki insanı birbirinden ayıran şey nedir? Yani bunun bir açıklaması olmalı. Önceki hayatlarımızdan getirdiklerimiz belki de, ya da öz benliğimizde var olan o sonsuz bilgeliğin bazılarımızda az biraz dışa taşması. Sorudan uzaklaşmayayım, ben kendimi bildim bileli yazıyorum, bu şarkıyı bana yazdıran etkenleri tam olarak açıklayabilmem mümkün değil ama elbette Aşk var.  Bir kadına çok aşık olmuştum bundan yıllarca önce, sonra hayat bizi kavuşturmamakta son derece ısrar etti. Ben de o zaman dedim ki bu aşk denilen şey nasıl bir olgudur ? Okumaya başladım. Schıpenhauver okudum, ' Aşk'ın Metafiziği' , Platon ' Şölen ' ve bir de baktım bir şeyi sorgulamak aklımda  ve kalbimde sosyal bir refleks haline geldi.  Bir salkım gördüm, sonra oradaki iki üzüm tanesinin başka şişelerde şarap olmasının hikayesini duydum. Aslında dışarıda, doğada daha çok hikaye var görmeyi bilenlere.

- Aynı salkımda iki aşık üzüm olma metaforuna ben başka bir şarkıda daha rastladım senden sonra. Hatta “Aaa Eflatun’dan çalmışlar” dedim. Bu durum seni rahatsız ediyor mu yoksa güzel bir şey mi sence sana ait olanın başkaları tarafından da tekrar edilmesi?

- Bir şeyler benziyor ama ya kötü bir taklit diyeyim ya da kötü bir alıntı. Hiç ilgilenmiyorum. O şarkının bestecisinin bile kim olduğuna bakmadım. Sınavda arkadaşından yanlış kopya çekmek gibi olmuş. Hem suç işlemiş hem de zayıf not almış gibi yani... Benim hikayemde derinlemesine bir anlatım var, benzeriyse metrelemesine yazılmış. Bir de üzerine oynuyorlar, çok acayip bir şarkıymış gibi lanse ediyorlar, güçleri var çünkü. 

- Cennette Bir Akşamüstü’nde anlattığın manzara… Dünyaya bir bebek olarak doğma fikrine karşı duyduğun o isyan… Biraz anlatsana… Nasıl bir yer sence dünya? Dünyayı yakan, yıkan, ateşe verenlere bunu yaptıran eksik hayat bilgileri mi? Ve ne bilmek gerekir sence hayatla ilgili?

- Cennette Bir Akşamüstü aslında aklımdaki platolarda çekilmiş bir filmdir. Bir çocuk cennette bir ağacın gölgesinde otururken melekler geliyor yanına hadi diyorlar hazırlan dünyaya gideceksin ama çocuk bunu reddediyor. Tamamen kurgu bu şekilde başladı, ben oturup bu hikayeye film müziği gibi bir şarkı besteledim. Dünya nasıl bir yer? Dünyayı insanlar yönetiyor; dolayısıyla zaafları, günahları ve hırsları bolca bulunan bir mekan. Ama nasıl bir mekan, sanıyoruz ki çok büyük, değil, hiç değil. Uzayda bir toplu iğne bile değiliz diğer gezegenlerin yanında. Keşke diyorum başka koloniler bulunsa da, dünya evren içerisinde bir ülke konumuna düşse. Şu an bütün kainatta biz yaşıyormusuz gibi bir bilinçsizlik hakim, bunun değişmesi lazım.  Hayatla ilgili ne bilmek gerekir: Öncelikle hiç bir şey bilmediğini bilmek sonralıkla da, bilmeye hazır olan bir bünye bir çiçekten bile edinebilir dünyanın bütün sırrını. Önemli olan sen bu bilgiye hazır mısın değil misin...

- Peki sen ne kadar bilinçlisin bu konuda? Aya çıkan astronotlar “ordan bakıldığında dünya iki parmağımızın arasına sığacak büyüklükte, daha fazla değil” diyorlar. Yani aslında dünya ne kadar büyük ki, onun içerisinde yaşanan sorunlar o kadar derin olsun? Bunu bilmek sorunları azaltıyor mu? Canını çok ciddi bir şey sıktığı zaman kendini çok da kaptırmayıp oradan çıkabiliyor musun?

- Sorunların büyük çoğunluğu beklentilerden kaynaklanıyor. Yani hayattan zengin olmak, güzel, büyük bir evimiz olması, arabamız olması gibi şeyler istiyoruz. Çok azımız sadece mutluluğu temenni ediyor. Yani mutlu olmak istiyorum diyoruz ama peşinden mutlu olmamız için gerekli kriterleri de dizgeliyoruz. Ve hayat bu kriterleri bize sunmayınca  mutsuz oluyoruz, hayal kırıklığına uğruyoruz. Niçin o eve sahip değilim gibi saçma sorgulayışlara giriyoruz. Halbuki kimse onlara öyle bir vaadde bulunmuyor. Bakış açım tamamıyla budur. Beklentisiz yaşamak. Umutsuz değil, sadece beklentisiz. Doğa bu yüzden mükemmeldir. Bir yaprak niçin kuruyup düştüğünü sorgulamaz, büyük ve erdemli bir kabulleniş vardır. 

- Albümün açılış parçası “Aşk Dediğin.” Ve sonrasında da aşk üstüne bir önceki kaldığı yerden devam etmiş albüm boyunca şarkılar… Aşk bazen bir kişi, bazen Tanrı, bazen bir durum, bazen bir bakış açısı, bazen bir soyutlanma senin şarkılarında… Hakikaten biraz daha içine girersek, aşk dediğin nedir Eflatun?

- Platon'a göre '' Tanrı onları ikiye ayırmadan önce hermofroditler vardı dünyada, sonra ne olduysa bölündüler ve bir parça diğerini aramaya başladı ve Aşk doğdu.'' Biz diğer parçamızı arıyor olabiliriz aşk sularında. Aşk'ın çok acımasız kriterleri vardır, uzaklar gibi, imkansızlık gibi, içimizdeki o dürtüyü harlatacak bütün etkenler durduğumuz tarafın karşı kıyısında birikiyor. Bu tesedüf mü? Değil elbette. Belki de aşk, insan olabilmek yolunda edindiğimiz derslerin en hızlandırıcı öğrenim biçimidir. Yani aşkla kavrulmuş bir yüreğin edindiği bilgiyi belki de hiç bir yaşam formu veremiyordur insana. Aşkı ayırmak, tasnif etmek bence çok doğru değil. Aşk aşktır aslında. Allah aşkı da, vatan aşkı da, sevgili veya aile aşkı da aşktır. Salt bir sevgi üzerine yürümek lazım. 

- Sana ait okuduğum denemeler, şiirler, şarkı sözleri ister istemez şunu sorduruyor bana: Keşke bir kitap çıkartsa da okusak… Var mı böyle bir düşüncen?

- Hayatım boyunca en büyük hayalim bir kitap çıkartmaktı hatta albüm çıkarmaktan da öte. Yıllar içerisinde binlerce sayfa yazdım. Hikayeler, senaryolar, novellalar. Albüm daha çok yeni, çocuk gibi ilgi istiyor, bekliyor. İnsanlar haklı olarak sizi merak ediyorlar, bu aralar biraz yoğunum. Şimdi televizyon programları var. O yüzden kalemimi biraz daha oyalıyorum ama aklımda sürekli kanat çırpan hikayeler, karakterler, diyaloglar var. Bir sene içerisinde onları da toparlayıp yayınlatacağım.

- Seni çok etkileyen bir şiir ya da bir dize ya da bir cümle var mı? Ve neden?

- Albümü kaydetme aşamasında aklımın duvarına tek bir sözcük çivilemiştim onu söyleyeyim: ''Sabretmek geleceği görenlerin tavrıdır.'' Bu da Şems-i Tebrizi 'nin bir aforizmasıdır. 

- Edebiyatla olan yakın temasın, ortaya koyduğun müziği öylesine biçimlendirmiş ki,  “kaldı mı bu devirde böyle şarkılar” dedirtiyor adeta bu şarkılardan umudunu kesmiş insanları utandırarak. Niye böyle oldu sence müzik piyasası? Neden insanın yüreğine dokunan, kendilerinden bir parça bulabilecekleri şarkıları kimse üretmez oldu?

- Müzik piyasasında çok fazla SAHNEKAR türedi. Yani birinci amaçları müzik yapmak, yazmak olmalıyken onlar sahneden ne kadar kazanabilirimin arkasından koştular. Sektörü bir denize benzetirsek, balık avlayanlar denizi kirletti ve buna kimse itiraz etmedi. Bir süre sonra baktılar ki artık balık kalmadı. Şimdi herkes birbirine bakıyor, ne olacak diye? Önce deniz temizlenecek ama iyi bir temizlemek lazım çok kirlilik var yani anlatabiliyor muyum? Sonra insanların bozulmuş olan refleksleri tamir edilecek. Şu an senin de dediğin gibi bir albümün içerisinden en az 8 - 9 tane adam akıllı şarkı çıkması hayallerin bile ötesinde. Niçin herkes albüm yapmaya kalkıyor da şair olmak isteyen yok, çünkü şiirde para ve şöhret yok, denklemi buradan bile çözebiliriz.  Bunun sıkıntısını bizler çekiyoruz ama ben hiç pişman değilim, beni dinleyen insanların yüzde yüzü bana aynı seninki gibi cevap verme ihtiyacı duyuyor. Neredeydin diyorlar ya da kaldı mı bu devirde diyorlar. Bir mum yakacaksın ki  diğer mumlar da gelip senden ateş çalsınlar, biraz daha aydınlansın dünya.  

- Şarap’ın klibini neden Hindistan’da çektiniz?

- Renkler, dokular, o tarif edilemez ruh, mimari biçimler, Ganj nehri... Klipte Eflatun'un rüyasını gösterdik. Bir arayış var, diğer yarısını arayan bir Eflatun belki de. Bunu da en güzel Hindistan topraklarında verebiliriz dedik. Bu kararda Koray Kasap'ın da çok etkisi oldu. O coğrafyayı çok iyi biliyor. Işığını, mekanları, insanını. Bir arabaya kızları doldurup Bebek'te de çekilebilirdi aslında ama bak o hiç aklımıza gelmedi (: İnsanlar artık değişik bir şeyler izlesin istedik. Aynı, aynı ve aynılığın öfleten sıkıcılığı ...  

- İmajına baktığım zaman, gerek bu klipte, gerek albüm kapağında sanki böyle mistik ve kutsal bir “haberci” gibisin… Biraz bundan bahseder misin?

- Yok değil aslında. Ben hep nasıl rahat ediyorsam o şekilde giyiniyorum. Yani albüm çıkması veya çıkmaması beni hiç etkilemedi çünkü giyim tarzım sebebiyle sokakta insanların bana bakmasına son derece alışkın biriyim. Bunu iyi bir şey olarak söylemiyorum. Onlar beni garipsiyor, ben onları. Herkes kot pantolon giyiyor, sanki devlet bir genelge yayınlamış da herkes kot giyecek demiş gibi. Bir haberci değilim, üstün biri falan hiç değilim hep söylüyorum bir garip Eflatun'um, 21. yy pop şariri diyorlar bana.

- Biraz da senin “içine dokunan”lardan bahsedelim… Şarkı, müzisyen, albüm, şair, hikaye, film adı verebilirsin… Ya da bir olay mesela bizlerle paylaşabileceğin… “Böyle böyle oldu ve bana bunu düşündürttü/hissettirdi” diyebileceğin herhangi bir şey…

- Her üretici kimlik gibi ruhumu sürekli beslerim. Son derece obez bir okuyucuyumdur. Pis ve bol kalorili bir bilgi bile olsa yerim sonra derim ki bu zararlı, bu iyi, bu kötü.  Sinemanın modern zamanların operası oldugunu düşünüyorum. Görselliğin, dansın, müziğin bir arada bu kadar mutantan bir biçimde sergilenmesi karşısında her seferinde büyüleniyorum. Müzik konusunda içimde bir meydan olsaydı ben tam ortasına ONNO TUNÇ'un heykelini dikerdim. Büyük usta, büyük müzisyendir, kendisini dinleyerek geliştim ve müzisyen oldum diyebilirim. Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Sallinger, Hesse ve Dostoyevsky hayranlığım hiç bitmez.  Bu aralar Michael Bubble dinliyorum. Analiz ediyorum. Rachmaninof 2. senfoni içimde çalan tek senfonidir. Kendi yazdığım hikayelerin kahramanları öldüğü zaman üzülen hatta ağlayan bir yazarım. Bir arkadaşım manyak mısın oğlum onu da sen öldürmüyor musun demişti, yazdığınız ürettiğiniz her yapıt artık birer organizma gibi canlıdır. Su gibi kendi yollarında ilerlerken siz sadece bir trans halinde onu var eden bir aracı konumuna düşersiniz. Bunu yazma tutkusu olanlar çok daha iyi anlayacaklardır.

- Bu ay ki sayımızın temasını “İstanbul” olarak belirledik. Sence İstanbul diye bir şehir olmasaydı Türkiye’nin müzikal ve edebiyat kültüründe neler değişirdi?

- İstanbul diye bir şehir olmasaydı, bırakın Türkiye'nin sanatını, dünya üzerindeki sanat, felsefe biçimleri bile bu durumda olmazdı ki. Örneğin Da Vinci 1452 doğumludur, İstanbul'sa 1453'de fethedildi. Yani Constantin'in  şehrinden kaçan bir çok sanatçı, bilim adamı ve düşünür Floransa’ya yerleştiler. Şimdi baktığımızda Da Vinci'nin yetişip kendini bulmasında fetihten kaçan bu insanların payı muhakkaktır diyorum ben.  Sonuç olarak İstanbul önemlidir, hep önemliydi. İstanbul bir sabah garajımızda bulduğumuz bir uzay mekiği gibi, güzel ve değerli ve de önemli olduğunu görüyoruz ama gerçekten ne olduğu hakkında çok azımız fikir sahibiyiz. İstanbul kültür başkenti olma hadisesi de büyük bir kandırmacadan ibarettir. Birileri kalkıp sen kültür başkentisin hadi bakalım diyerek olmaz bu işler. Bunun bir tarihi olacağına inanmıyorum. Ya kültür başkentisindir ya da değil. Sizin daha ülke olarak 6-7 tane devlet, 4-5 tane de özel senfoni orkestranız var. 5-6 adet operanız mevcut. 80 milyona yakın Türkiye Cumhuriyeti Almanya'nın sadece bir şehrindeki orkestra sayısına sahipken kendimizi kalkıp kültür başkenti adıyla kandırmayalım. Sadece klasik batı müziği sahasında değil elbette olay, avrupa kültür başkenti ismi olduğu için oradan örnek verdim.  Senfoni ve opera orkestralarında sözleşmeli sanatçı olarak çalışanlar büyük acılar çekiyor, yani oralarda çalışmış biri olarak bunu çok net söyleyebilirim.  Daha sanat kurumlarında bu egaliter (eşitlikçi) durumu sağlayamıyoruz, bırakın başkenti, adam akıllı bir kültür şehri olmamıza bile zaman var.  Şunu çok net söyleyebilirim ki daha tam anlamıyla bir tane bile akustik olarak hem seyirciyi hem sanatçıyı doyuracak bir konser salonumuz yok.   

- Klasik son sorum: Bu söyleşi ve daha önceki söyleşilerinde “ah bi sorsalar da cevaplasam” dediğin bir soru ya da paylaşmak istediğin bir konu var mı?

- Yok öyle özel bir soru yok aklımda.

TEMMUZ 2010

 

Eflatun - Şarap

Söz - Müzik: Eflatun

 

 

F.Gül Yanık Söyleşileri