Bir
Şair ... Bir Dünya ... / Engin Berk
- Sohbetimize kısaca seni tanıyarak başlayabilir miyiz sevgili Engin?
- 1980 yılında Kdz. Ereğli'de dünyaya geldim ve dünya dengesini bozalı sadece dört gün olmuştu. Liseyi bitirene kadar o kentte kaldım. İlklerimi yaşadığım kutsal yerim orası benim. Bir işçi kentinde işçi çocuğu olarak büyümek benim kişiliğimde çok derin izler bıraktı. Kurgu denilen gerçeği ilk o zamanlar farkettim gazete sayfalarında. Ne şans ki ardından iletişim fakültesini kazandım ve şu güne kadar hep kaybetmekle geçti günlerim. Bu yüzdendir Samuel Beckett'ın sözlerini bir ayet gibi taşırım dilimde: hep denedin/ hep yenildin/ olsun/ gene dene /gene yenil/ daha iyi yenil. Kazandıklarım beni terkeden insanlardı hep.
- Peki sen şiir ile ne zaman tanıştın? Dün neresinde oldun şiirin bugün neresindesin? Bize seni ve şiirlerini anlatır mısın biraz?
- Şiirle değil de ben önce kitapla tanıştım. Uykudan önce anlatılan masallar belki de ilk dinlediğim şiirlerdi. Ardından kitaplarda okuduklarım. İlkokul yıllarında hatırlıyorum ilk şiirlerimi yazdığımı, zaten ilk şiiri yazdıktan sonra durmadan yazdım. Üç döneme ayırabilirim şiirle olan serüvenimi. Birincisi iyi şairlerin kötü imitasyonlarını yapmalarım. Aslında en zevklisi de buydu. Öğreniyordum. İkincisi lise yıllarında toplumsallığa olan ilgim ötürü somut imgeye dayanan şiirler. Üçüncü dönem ise, ki bu en güzeli, hayatın içindeki küçük mutlulukları görüp çıkarmaya başladığım dönem ve Kadri, sanırım ben olduğum ve en zor dönemde bu oldu. ikinci yeni ve Garip'in arasında bir yer. Sokakta bir poşetin kulağına ip bağlayıp onu uçurtma yapıp uçuranların şiiri biraz da bu. Sunay Akın'la yapı olarak benzediğini söyleyenler de var. Evet doğrudur. Çünkü o benim hocamdı. Hayata bakış açımız da aynı ama imgelerin soyut ve somut duruşu bizim şiirlerimizdeki belirgin farktır.
Şiirde yarın yapmak istediklerimi, onu sokağa çıkarmak olarak ifade edebilirim. Şiirin nefes aldığını duymak istiyorum. Çünkü, o salonlara yakışmıyor. Bir iletişim şeklidir şiir diye düşünüyorum ve şu sıralarda bunun tezini yazmaya çalışıyorum. Sanırım bu tez bittiğinde edebiyatta ve dolayısıyla şiire olan bakışımı bende çok daha net olarak görüp yarınımı şekillendireceğim.
- İkinci yeni ve garip arasında bir yerlerde olduğunu söyledin bize az önce. O dönem şiirleri ile bugünün şiirleri arasında nasıl bir köprü kuruyorsun? Yani o dönemi taşıyorsun ama bugünü soluyorsun ...
- Birinci yeniden başlayayım: Garip: Orhan Velilerle şiirde bir şeyler kökünden yenilendi. Diğer çıkarılan şeylerin yanında, en önemli unsur soyut imgenin şiirden çıkarılmasıydı. ikinci yeni de ise, yapı korunurken içeriğe yine soyut imge hakim oldu. Bu iki akımında temeli Fransa'ya dayanır. Temsilcileri ise, zaten son derece iyi Fransızca bilirler. Şiiri bir bilim olarak ele aldılar. Şiiri çok iyi biliyorlardı ve onu bir deney alanı olarak Türkçe'de ele aldılar ve başarılı oldular. Yeni olan, geleneği o şairlerle yendi. Arada, toplumcularda geçti, Nazım Hikmet'i takip edenler. Ama Garip temelliydi yapıları.
İkinci yeni, edebiyatımızda son gruplaşmaydı. Ondan sonra yeni bir akım gelmedi. Bunda Türkiye ve dünyada yaşanan dönüşüm, yani küreselleşme ve bunun sonucu postmodernizmin etkisi de vardı. Tüm dünyada aslında üretim durdu fikirsel anlamda. Çünkü modern olanı eskiyle yoğurunca ortaya çıkan şey, olmayan bir şey değil. Bu sebeple şu an benim kendi şiirim içine koyduğum kategori ya da diğerleri aslında yeni bir şeyler değil. Çünkü felsefe tıkanmış durumdadır. Felsefenin tıkandığı yerde şiir çaresizdir. Bu sebeple artık şairler de şiiri bir bilim olarak ele almıyor. Bu nedenle herkesin sesi birbirine benzemeye başladı. Global köy kavramına doğru evrilirken, önce kendimize özgü dilimizi ve ardından şiirlerimizi yitirmeye başladık. Çok mu kötümserim. Evet, öyleyim. Ama gittiğimiz nokta orası. Çünkü, şiir tek başına bir unsur değil. Zincirin halkalarından biri. Bugünü solumak, evet bugünü soluyorum. Suni teneffüs halimdeyim... Peki ya siz?
- Her daim içime çekmek istiyorum :) Felsefe derken bu anlamda da duruşunu merak ediyorum. Şiir duruşun mesela ne kadar şair duruşun? Senin sesin herkesin sesine ne kadar yakın ya da ne kadar uzak? Nasıl bir felsefe oluşturulmalı ki bu sis perdesi aralanmalı şiir üzerinde?
- Mevlana'dan vazgeçemiyorum yani. Ama diğer yandan, Gorki'den de taviz veremem. Diğer bir ifadeyle şiirimi çok ince işlemeye gayret ediyorum. Kullandığım her sözcüğün üzerinde düşünüyorum ve niye diye sorulduğunda cevapsız kalmak istemiyorum. Çünkü, böyle bir durum benim somut tarafıma darbe vurur. Diğer yandan şiirlerimdeki imgelerden söz etmem, hissettiklerimi okuyucunun hissetmesini istemem. O ne hissederse onu hissetsin. Şair bu dizesinde ne anlatmak istemiş sorusu eğtim sistemimiz içerisinde talihsiz bir durumu ifade eder sadece. Ve ritim Kadri. Ritim çok önemli. Noktalama işaretlerini kıta sonlarında kullansam da, yani şiirleri okumak zor olsa da, her şiirimin içeriğinde bir ritim unsuru var. İşte, bunları bir araya getirmek çok zor oluyor. Mesela, son kalan kibritim gibi/ sakınıyorum seni/ akşam rüzgarından. Bu şiiri hiç bitiremedim, güzel görünse de hep böyle kaldı çünkü ufak bir kurgu hatası var. Ve bunu istersen burada söylemeyeyim, okuyan bulsun.
Sesimi bu kendime belirlediğim zor şartlarda bulmaya çalışıyorum ve genelde tek imge üzerinde kurguluyorum şiiri. Postmodern çağda felsefe oluşturmak kadar kolayı olamaz sanırım. Herkes kendine kolaylıkla bir felsefe uydurabilir. Bu sebeple sis perdesini kaldırmak veya ardında kalmak sadece yazanın şiiri ne kadar bilim olarak ele aldığıyla ilgilidir. Ne kadar diline özen gösterdiğiyle ve onu ileri taşımak istediğiyle.
- Türkçe ve dilbilgisi üzerinde özellikle bir hassasiyetin var, sen nasıl bir Türkçe'nin peşindesin ve günümüz şiirlerini ve günümüz şairlerini burada nasıl değerlendiriyorsun?
- Başka Türkçe yok. Başka boğaz olmadığı gibi. Bu sebeple kirletmememiz gerekmekte. Dil yaşayan bir unsur. İçine alacaklarını, içinden çıkaracaklarını; hangi sözcükleri doğuracağına hangi sözcüklerini öldüreceğine sadece kendisi karar verir. Biz, içine yerleştirmek isteriz. Ama bu dışına atmayacak anlamına gelmez. Bir iletişim bilimci olarak ifade etmek isterim ki, dil bir iletişim aracıdır. İletişim sürecinin maksimum seviyede verimli olması için parazit dediğimiz unsurlardan arındırılmış olmalıdır. Dilin parazitlerden arındırılması da noktalama işaretlerinin doğru kullanımı ve eklerin doğru yazımıyla mümkün. Evet, bunlar dilin yapay unsurlarıdır. Ama olabilecek iletişim kazalarını önler. Bir virgül cümlenin anlamını değiştirir. Bir bağlaç bir ekle karıştırıldığında anlam değişir. Ben temiz; pırıl pırıl bir dilin peşindeyim. İmge yaptım da böyle olduların karşısındayım. Gerekçelerini duymadan bunlara inanmam imkansız. internet üzerindeki günümüz şiirini ve günümüz şairlerini ki ben de onların arasında olmama rağmen öğrenmeye alerjileri olduğundan iyi değerlendiremiyorum. Şair'in kelime anlamı, İskandinav kültürlerinden Arap kültürlerine kadar yazı öncesi dönemde tek bir anlama gelirmiş "bilen kişi". Bir şairin bir yazarın bu haliyle öğrenmeye kapalı olması bana ciddiyet uzak geliyor ve dikkate almamaya çalışıyorum çünkü beni yoruyor.
- İnternet ortamında evet, her geçen gün bir şiir sitesi karşımıza çıkmakta ve bir çok şiir yazanı da beraberinde getirmekte bu. Az önce rahatsızlığını dile getirdin örneğin peki sence bu nereye varacak ve hiç şair kazanmayacak mı şiir dünyası bu ortamdan?
- Aziz Nesin'in de dediği gibi Türklerin üçte dördü, yani her üç kişeden dördü şairdir. Bazıları bu cümleyi dörtte üçü olarak bilir. Ama aslı o değildir. Dörtte üçü olamayacak kadar olağan üstüdür çünkü Türkler. Aslında bu bir rahatsızlık mı? İnternet üzerinde şiirin insanları nereye götüreceğini ben de tam bilmiyorum. Aslında şiirle ilgilenen, şiir çalışan, şiir öğrenmek isteyen insanlar için birer atölye her biri ve bu söylediklerim bu tür sitelerin en iyi yanı. Yani insanlar en azından kendilerine benzeyenleri bulabiliyor ve bir takım ortak paydalarda bir şeyler paylaşabiliyorlar. Ama nitelik olarak çok kalabalık bu ortamlar nicelik olarak oldukça sığlar. Bu gidiş artarak devam eder. Maksimum sayının içinden elbette minimum kişi kazanmış olur edebiyatımız. Tek sorun kötü şiir, şiire yeni başlayan birini zehirler, tıpkı bayat yiyecekler gibi.
- Peki Engin şiir yayıncılığı üzerine ne düşünüyorsun? Ülkemizde şiir kitaplarının diğer kitaplara göre daha az sattığı gerçeği mevcut mesela? Bir gün için bir kitap çıkartmayı düşlüyor ya da düşünüyor musun?
- Bir anı ile başlayayım bu soruna. Bir yayınevi sahibi ile üniversite bitirme tezimle ilgiil söyleşi yapıyordum. Onu görüşlerini de koyacaktım dip not olarak. Sonra konuşma öyle bir yere gitti ki donup kaldım. Yayınevi sahibinin söylediği cümle şu idi: "160-180 sayfa kitaplar basıyorum. Çünkü onlardan kar edebiliyorum." Sordum: "Yani, Savaş ve Barış ikinci defa basılsa ne yapardınız?" Aldığım cevap kısa ve netti: "Basmam. Basamam". Öncelikle yayıncılık, edebiyat yayıncılığı, Türkiye'de Bankaların sahip olduğu yayınevlerinin edebiyata gösterdikleri yoğun ilgi nedeniyle çok zor bir dönemden geçiyor. Çünkü, edebiyat kitaplarının basımı ucuzdur diğerlerine göre. Bu duruma bir çare bulunmalı ve edebiyatın içinden çıkan yayınevlerinin korunması sağlanmalı. Örneğin Adam Yayınları artık yok. Diğerleri de zor durumdalar bu yüzden. Bence profesyonelleşmek ve kurumsallaşamaya çalışmak küçük yayınevlerinin yapacağı en önemli işlerden biri olabilir.
Şiir kitaplarının ikinci baskıyı yapması kutlanacak bir durumdur. Tabi bu sadece Türkiye için değil tüm dünyada böyledir. Şiir çok okunur az satar. Çünkü insanlar kendi yazmadıkları şiiri kıskanırlar. Bence bunu aşmanın tek yolu daha iyi yazmak. Daha "ortak" yazmak. Yani bir ben var bana yazarım anlayışının dışına çıkmak ve imgeleme okuru da katmak. Neye hüzünlendiğini, nasıl hüzünlendiğini; öfkenin nelere yol açtığını; öfkenin içselliğini ve diğer konuları bir şekilde paylaşmalısın... İmge sadece yazana imge değildir. Bu sadece şımarıklıktır. Yazarın imgesi benim beynimde bir görüntüye dönüşmüyorsa elbette ondan uzak dururum. Dikkat edin en çok satan romanlar örneğin; ya da en başarılı roman yazarları, güçlü tasvirler yaparlar. Öyle güçlü tasvirler yaparlar ki sabah serinliği sizi üşütebilir ...
Daha çok satmak; ve biliyor musun Kadri, her ne kadar kimsenin amacı satmak olmasa da(!) ancak bu şekilde "ortak" sözcüğü etrafında şekillenir her şey. Sattığın ister kitap olsun; ister paylaştığın duygular olsun...
Ne güzel bir tespit... Evet, öncelikle düşlüyorum bir şiir kitabı çıkarmayı. Düşüm güzelleştikçe diyorum ki kendime: "Neden olmasın be Engin!.." ve düşünmeye başlıyorum...
- Peki sence şiir çok daha iyi yerlere nasıl gelebilir, nasıl öne çıkabilir mesela daha fazla ağırlığını nasıl hissettirebilir? Örneğin şiir yarışmaları hakkında fikrin nedir?
- Şiir önce konuşulmaya devam etmeli. İnsanların şiir için bir araya gelmeleri gerekir. Bu yerler atölye olmalı. Şiir sokağa çıkmalı. Sokak sergileri olmalı. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi outdoor reklam alanlarına dönem dönem şiirler assa; Her zaman da reklam olmaz ya... Şiir okundukça öne çıkacak. Şiir nerede okunur peki? İnsanların ortak yaşam alanlarında. Sadece bir örnek vereyim: Karaköy iskelesinde bir şiir sergisi açılmış 90ların başında. İstanbul şehir içi hatları vapurlarına yazılan şiirleri koymuşlar. Günde acaba kaç kişi orada sıkılarak vapur bekliyordu? Kaç kişi ister istemez okudu o şiirleri... Şiirle insanı bu şekilde buluşturmak lazım. Şiire en büyük zararı salonlar vermişlerdir.
Şiir yarışmaları son derece gerekli. ama bir kaç unsurun bir araya gelmiş olması gerekir. 1- Değerlendirici unsur, yani jüri. 2- Motivasyon aracı, yani ödül. 3- Yarışmacılar. Bunların ilk ikisi çok iyi olduğunda elbette yarışmacılarda çok iyi olacaktır.
-Engin şiirlerinde okuyucu ağırlıklı olarak neyi hissediyor sana göre, hangi duygularda kendini bulması ağır basıyor? Sen şiirleri ne gibi mesajlar taşıyor içerisinde ve sana göre nasıl bir tat bırakıyor ya da bırakmalı bizlerde?
- İnsanın zihni en çok bir kuyuya benzer. Her şey orada birikir. Şairin elinde bu kuyudan imge çıkartmak için kullandığı kovası vardır. Ama oradan çıkardıklarını okuyana güzel bir sürahi içerisinde sunar elbette. Kuyumdan çıkardıklarımı ben de elbette özenle seçip sunuyorum okuyana. İmgeler yani hareketli şeyler, okuyanın zihninde nasıl bir görüntüye dönüşüyor aslında bunu biliyorum. Dediğim gibi ben tek ve vurucu bir imge seçiyorum. Şiirin dili zorladığı yön değil ama anlamı zorladığı yönü, bildik sözcüklerle yapmak daha çok mutlu ediyor beni. Ama yine de okuyan gitmek istediği yönü kendi seçmeli. Zihninde bir görüntü oluştuktan sonra sorun yok demektir.Belki buna müdahe olabilir: tek görüntü tek imge. Ama diğer yandan şu sıralarda yeni deneysel çalışmalarımda çok imge kullanmaya başladım. Şiiri orasından burasından çekiştirip genişletmeye çalışıyorum, şiiri seven ve onu düşünen her yazar gibi. Duygular... Benim duygularım hep sokakta. Sokakta ne hissediliyorsa onu hissetmeliyim ve hissettirmeliyim. Şu sıralarda sokaklarda en çok cinayet var.
Okuyanın benim şiirlerimde sözcüklerin bir araya getirilmesinden ortaya çıkan anlama şaşırması çok hoşuma gidiyor. Mesela ‘'İşkence'' adlı şiirimde olduğu gibi...
Şiirin ikinci kıtası şöyledir: Uzanmadım/ hiç bir papatyanın yaprağına/ senin adına verilecek/ bir cevap için/ başıma sordum soruyu/ ve bekliyorum düşmesini/ saçımın son telinin... Çözümlersek, gördüğümüz kadarıyla imge olarak sözcükler dili zorlamıyor. Ama yine sözcükler anlamı alıp çok uzaklara götürüyor. Sıradan gibi görünse de şiirin sonundaki imge her şeyi alt üst ediyor.
- Peki şiirlerinden bir tanesini okurlarımızla paylaşmanı istesek bu sorunun üzerine tercihin hangisi olurdu bizlere?
BEN
Ben,
Kargalarla arkadaşlık eden
bir korkuluk tarlada:
- Ne yapacaklarsa bu kadar buğdayı?
Gemiyi yerinde tutamayan
beceriksiz bir çapa:
- Ne çok gizi var bu suların!
Oltanın ucunda
ispiyoncu bir solucan:
- Biliyorum, deniz sizlerle güzel!
Vapurun yaslandığı
acı çeken lastik iskelede:
- Güneşle gel, bitsin bu ayrılık.
- Ya aşk yanı hayatın ya da aşk yanı hayatın? Şair yanından sonra söyleşimizin sonuna doğru aşk ve seni dinleyelim mi?
- Aslında cinayetten kastım aşktı. Ben şairlerin şiir yazdıkça cinayet işlediklerine inanırım. Özellikle aşk şiirleri. Bir anlamda karşındakini tüketmektir aşk şiiri yazmak. Durmadan onda gördüğün parçaları koparır şiire eklersin ve sonra dönüp baktığında artık karşındakinin verecek bir şeyi kalmadığında, her şey kağıda geçtiğinde, aşk da bitmiş olur. Cinayet işlenmiştir.
Benim aşka bakışım onu yansıtmaktan ibaret olmalı diye düşündüm. Ve sanırım zaten en güzel aşk şiiri de kişiye ilk kez söylenen "seni seviyorum" dizesinden başkası değildir. Bence hiç bir şiir bu tek dizenin yerini tutamaz saf aşk olarak...
- Son olarak içinde bulunduğun oluşum yani ''Yeşiller''. Bize bu oluşumdan ve oluşumdaki görevinden, çalışmalarınızdan söz edebilir misin?
- Yeşiller tüm dünyada evrensel bir amaç etrafında kurulan bir siyasi yapılanmadır. O da politikalarının merkezine çevreyi koymalarından ötürüdür. Çünkü, dünyamız çok yaşlandı ve bir süre sonra doğa içerisinde insan olmadan da yoluna devam edebilecek. Bizim kaçırdığımız nokta bu. Doğa insana değil; insan doğaya bağımlı. Türkiye yeşilleri içerisinde görevim basın yayın koordinatörlüğü. İletişim kanalaarı üzerinde yapılacak çalışmaların koordinasyonu yani. Bu evrensel ilkelerin Türk politikasına çok uzak bir anlayışı temsil ettiğini görebiliyor ama yin de bunu bir alternatif olarak ulusa sunamaya hazırlanıyoruz.
- Bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler sevgili Engin. Sana şiir yolculuğunda başarılar dilerim.
- Aslında ben teşekkür ederim, Sorduğun bu güzel sorularla, bana kendimi ifade fırsatı sağladığın için.
Söyleşi
: Kadri Karahan /Şubat 2006