- Eriş Akman deyince  insanların aklında kalan en güçlü imge, sinemamızın en sıradışı kötü  adamlarından, Aile Şerefi’nin Oktay’ı. Gerçekten de oynaması zor bir rol. Bu  rolü almadan evvel sinema maceranız böylesi ön planda olan karakterlerden  oluşmuyordu. Oktay’ı oynarken zorluk yaşadınız mı? Oktay karakterinin  filmografinize nasıl bir etkisi oldu?
              - Her oyuncunun kariyeri boyunca önüne  çok oynamak istediği roller çıkar. Ben tiyatroda bu konuda çok şanslıydım.  Romeo ve Juliet’te “Tybalt “ rolü başta olmak üzere, neredeyse oynamak  istediğim her rolü oynadım. Ama sinemada bu o kadar kolay bir şey değil. Şans  çok önemli bir öğe… İngiltere’de ilk filmlerimde şansım fena olmadı. Ancak  Türkiye’ye döndükten sonra birden karşıma yıldız sistemi çıktı. Türkiye’de  oynadığım ilk film olan “Hem Seviş, Hem Dövüş” ün yapımcısı, rahmetli Işık  Toraman ile tanıştığımızda beni uzun uzun inceledikten sonra söylediği bir sözü  hiç unutamam: “Jön olacak kadar yakışıklı değilsin, kötü adam oynayamayacak  kadar masumsun, karakter rolleri için de çok gençsin.” Yani bir anlamda, “Senin  Türk sinemasında işin yok.” demek istemişti. Ama buna rağmen adı geçen filmde  bir kötü adam rolü oynattı ve yönetmen Yücel Uçanoğlu da performansımdan memnun  kalmıştı. 
              Sonraki yıllar, yıldız sisteminin getirdiği  sıradan roller oynamak zorunda kaldım.  Başrolün  arkadaşı gibi çok zor alt metin oluşturulabilecek roller…
              “Aile Şerefi”nin senaryo  çalışmalarına da katıldığım için rolü çok beğenmiş ve oynamak istemiştim. Ama  Arzu Film bünyesinde Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil dışında hiç kimse benim bu  rolü oynayabileceğime inanmadı. En başta filmin yönetmeni Orhan Aksoy… Orhan  Bey bu rolde Salih Kırmızı’yı oynatmak istiyordu. Salih Bey’e teklif gitti. O  sıralar jön rolleri oynayan aktör, bu kötü adam rolünü kabul etmedi. Bir yandan  Salih Bey’e rolü kabul ettirme çabaları sürerken, diğer yandan başka adaylar  düşünülüyor, Ertem Bey ise rolü benim oynamam konusunda ısrar ediyordu. Bu  arada çekimler başladı. Vakit giderek daralmaya başladı. Oktay rolü başrollerden  biri olduğundan, onun olmadığı sahneler kısa sürede tükendi ve Ertem Eğilmez  yapımcı olarak son sözü söyledi. Rolü ben oynayacaktım. Bu kadar  istenilmezliğin verdiği hırs ve motivasyonla role çok iyi hazırlanmıştım, ancak  en büyük zorluk diğer ekip arkadaşlarımın, çekimlerde uzun süre filmi  mahvedeceğime inanmaları oldu. Oyuncu olarak, alt metnin Suphi Tekniker’in senaryosunda  çok iyi kurulmasından dolayı role kolayca konsantre olduğum için başka bir  zorluk yaşamadım. 
              Oktay rolünden sonra, o sırada Türk  Sineması belli bir durgunluk dönemine girmesine rağmen teklifler arttı. Filmin  hemen akabinde “İstanbul 79” isimli filmde oynadım. Ama filmin bitmesinden  birkaç gün sonra İngiltere’ye döndüğüm için Türkiye’de kariyerime devam  edemedim.
              -Yılmaz Güney’le  beraber hem aktör hem de koreograf olarak iki filmde çalıştınız. Sizin  gözünüzde Yılmaz Güney bir sinemacı olarak nasıl bir insandı?
              - Yılmaz Güney kanımca Türk Sinemasına  gelen en iyi “filmci” idi. Ben “filmci” terimini Fransızların başlattığı  “cineast”, İngilizce’ye “filmmaker” olarak çevrilen olgu için kullanıyorum. Bu  olgu, atletizmde “dekatlon”, “pentatlon” gibi,   birçok farklı disiplinde ustalaşmak gibi bir şey. Yılmaz Güney hem  mükemmel bir senarist, hem olağanüstü iyi bir yönetmen ve aynı mükemmellikte  bir oyuncu ve yapımcı. Türk Sinemasında benim bildiğim kadarıyla pek eşi  görülmemiş bir başarı. Ben de onun izinden gitmeye çalışıyorum. Tabii bunlar  Yılmaz Güney’in yalnızca sinemacı olarak nitelikleri. İnsancıl ve politik  üstünlükleri de ayrıca tartışılacak konulardır. Ancak son 20 yıldır ülkemizde  Yılmaz Güney’i unutturmak için garip bir çaba var. Filmlerini başta TRT olmak  üzere hiçbir televizyon kanalı göstermiyor. Bu Yılmaz Güney için olduğu kadar,  geleceğin Türk sinemacıları için de çok haksız bir uygulamadır. Genç  sinemacıların Türk sinema tarihinde çok az olan özgün, ekolleşmiş sinema  dillerini iyi incelemeleri gerekir. Bunlar benim naçiz fikrimce, Muhsin  Ertuğrul, Metin Erksan, Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Semih Evin ve Arzu film  ekolleridir. Yılmaz Güney sinema dili de bunların en önemlilerindendir. 
              -Arzu Film ekolünde  ''Aile Şerefi'' ve ''Cennetin Çocukları'’nda oynadınız ve her iki filmde de Itır  Esen’in belalısı rolündeydiniz. Bugün de Arzu Film bünyesinde bulunuyorsunuz.  Bize ilk elden o ekolü oluşturan isimler ve filmlerle olan bağınızı anlatır  mısınız kısaca?
              - Arzu Film ekolü bence yukarıda  saydığım Türk Sinema ekollerinin en sonuncusudur. Tabii bu ekolün en önemli  isimleri, kurucuları olan Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil’dir. Aslında bu ekol  Bakırköy Halk Evi’nin bir uzantısıdır. Dolayısıyla baştan beri bu grubun  değişmez bir bireyi olan Münir Özkul da hep yanlarında olmuştur. Ertem  Eğilmez’in gençlik arkadaşı, yoldaşı ve ortağı Nahit Ataman da hep arka planda  kalmasına rağmen ekolün önemli kurucularındandır. Grup yıllar boyunca Nazım  Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Veli gibi Türk edebiyatının en önemli isimleriyle  yakın ilişkileriyle beslenmiş ve nihayet sinema endüstrisine girmişlerdir.  Birçok başarılı ve başarısız filmden sonra 4 kez iflas eden Arzu Film, nihayet  1970’lerin başında en olgun çağına girmiş ve katılan genç yeteneklerle hala  unutulmayan eserlere imza atmıştır. 
              Ben Arzu film’e Yavuz Turgul’un  ısrarı ile girdim. Açıkcası sinema endüstrisine girmek için pek isteğim yoktu o  sıralar. Birkaç yıl önce Yılmaz Güney ile çalışırken yalnız sinema yapmaya  karar vermiştim ama bu çok kısa süre sonra Yılmaz Güney’in hapis edilmesiyle  son bulmuştu. Çok zor yıllardı, o yıllar. Çocukluk arkadaşım olan Barış Manço  ile Manço Prodüksiyon’u kurmuştuk. O sıralarda tanıdığım gazeteci Mine Baykara  Engez vasıtasıyla Yavuz Turgul’u tanıdım ve kısa sürede çok iyi dost olduk.  Yavuz o sırada Babiali’nin en genç Yazı İşleri Müdürü olarak Ses Dergisi’nin  başındaydı. Herkes ona Hayat-Ses dergi grubunun müstakbel yayın yönetmeni  olarak bakıyordu. Tam o sırada Yavuz’a Ertem Eğilmez, Arzu Film’e girmesi için  bir teklif getirdi. Zaten Yavuz’un Arzu Film’e, Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil’e  büyük bir hayranlığı vardı. Ben de onları Yavuz’un anlattıklarıyla tanımıştım.  Ama bu teklif Yavuz için çok büyük bir nimet olduğu kadar, çok da büyük bir  çelişkiydi. Çok parlak bir basın-yayın kariyeri geleceğinin eşiğindeydi. Aynı  zamanda gönlü sinemadaydı. Arkadaşlığımızın başından beri her gün saatlerce  sinema tartışırdık. Karar vermek için benden yardım istedi. Akşamüzeri saat 5’te  buluştuk ve ertesi sabah saat 8’e kadar tartıştık. Ben sinema sanayine girmesi  gerektiğini savunuyordum. Tabii Yavuz çok zekice nedenlerle bu tezimi  çürütüyordu. Sabaha karşı nihayet ben kazandım. İstifa edip, Arzu Film’e  girmeye karar verdi ama bir şartı vardı. Ben de onunla birlikte Arzu Film’e  girecektim. Geriye kalan birkaç saat içinde beni ikna etti ve saat 9’da Ertem  Eğilmez ile buluşup, hemen işe başladık.
              O sırada Arzu Film, Ertem Eğilmez,  Sadık Şendil ve Nahit Ataman’ın etrafında toplanmış, genelde kökeni tiyatro  olan birçok yetenekten oluşuyordu. Münir Özkul, Adile Naşit, Kartal Tibet,  Halit Akçatepe, Kemal Sunal, Ayşen Gruda gibi. Biz de kısa sürede entegre olduk.  Sonra kısa sürelerde bizlere birçok yetenek daha katıldı. Şener Şen, Itır Esen,  İhsan Bilsev, Müjde Ar, Şevket Altuğ, Ahmet Sezerel, Sevda Aktolga gibi. Bunun  dışında Arzu Film’de maaşlı olarak çalışmamalarına rağmen ekole büyük katkıları  olan Atıf Yılmaz, Orhan Aksoy, İhsan Yüce, Naki Turan, Suphi Tekniker, Umur  Bugay gibi kişiler de vardı. Benim birincil hedefim yönetmenlik  yapmaktı. Bu sebeple çok da hoşlandığım senaryo çalışmalarına katılıyor, fırsat  buldukça sette Yavuz ile birlikte yazdığımız diyalogların dışında 
                asistanlık da yapmaya çalışıyordum.  Fakat kısa bir süre sonra Yavuz ile birlikte, gişede en başarılı filmleri  yapmasına rağmen hala maddi sıkıntıda olan şirkete katkıda bulunmak için  filmlerimizi yurt dışına satmaya karar verdik. Şirkette tek İngilizce bilen  kişi olarak ve Yavuz’un uçak korkusu nedeniyle bu görev sonunda yalnız bana  kaldı. Çabalarımız kısa süre sonra çok iyi sonuçlandı ve filmlerimizi birçok  ülkeye satmaya başladık. Hatta “Bizim Aile” filminin senaryosunu dahi bir Hintli  yapımcı satın aldı ve “Kata Mita (Ekşi-Tatlı)” isimli çok başarılı bir Hint  filmi yaptı.
              Tabii, bu dış satış işi beni  hedefimden biraz da olsa uzaklaştırdı. “Aile Şerefi” filmine kadar da ana işim  olan oyunculuğumdan kimse faydalanmayı düşünmedi dahi. Ancak bu filmden sonra  oyunculuğum söz konusu oldu ve o zaman için iddialı bir film olarak yaptığımız  “Cennetin Çocukları” filminde de oynadım. Bu sefer rol bana yazılmıştı. Ne  yazık ki film umduğumuz başarıyı elde edemedi. 
              Uzun yıllar büyük bir armoni içinde süren  ekip çalışması, 1977’ye geldiğimizde bozulmaya başladı. Bilhassa Ertem Eğilmez  ve Sadık Şendil’in dışındaki yaratıcı ekipte bölünmeler, hizipler başladı. Tabi  bunu şirketten, ekipten ayrılmalar takip etti. “Nehir” filminde bu  anlaşmazlıklar çok yukarı çıktı. O sırada Haldun Dormen ile Ercan Arıklı’nın  başında bulunduğu, İsmail Cem, Alp Yalman gibi önemli kişilerin ortaklığıyla  kurulan Gelişim Yayınları, Filmeks isimli bir film şirketi kurmaya karar  vermişler. Sayın Dormen vasıtasıyla bana ortaklık ve genel müdürlük teklif  ettiler. Ertem Eğilmez önce buna çok karşı çıktı, fakat kendisine Arzu Film ile  ilişkimi kesmeyeceğimi,  yeni şirketimle de  Arzu Film ile çalışacağımızı temin edince kabul etti. Ondan sonra da  İngiltere’ye dönene kadar aynı yakınlıkla etkin olarak Arzu Film ile çalıştım.  Ne yazık ki Arzu Film’deki kişisel çekişmeler sürdü ve 1980’lerin başında Arzu  Film’in sonu oldu. Ertem Eğilmez, Sadık Şendil ve Nahit Ataman’ın vefatları da  noktayı koydu. Şu andaki Arzu Film o ekolü sürdüremedi. Şirketi devir alan  Ferdi Eğilmez, ekolün eski bireylerinden birkaç kişiyle çalıştı ama bu kişiler  o ruhu ve felsefeyi yeni şirkete aktarmaktan uzaktı. Bu sebeple maalesef ekol  artık yok. 
              
                
                  | 
 | 
              
              - Kayıtlarda 1970’li  yıllara ait iki adet Aslan Adam filmi görülüyor. Üstelik İngiltere ile ortak  yapım. Daha sonra da bazı ortak projelerde yer aldınız. Fakat bu filmler artık  TV kanallarında pek gösterilmediğinden unutuldu. Biraz bu yapımlardan bahseder  misiniz?
              - ''Aslan Adam'' serisi çok ilginçtir ve  şu anda neredeyse dünyada kült olmuştur. Hikayesi de ilginçtir.
              Filmeks’de Ercan Arıklı ve Haldun  Dormen’in vizyonu dünya pazarına film yapmaktı. Bu sebeple ortak yapım  olasılıkları arıyor, bu arada Yeşilçam yapımcılarının önemli filmlerini dünya  pazarlarına satmaya çalışıyordum. Uzun seneler tanıdığım Stephen Sloane isimli  bir film dağıtımcısı Milano’da Mifed fuarında, uzun seneler tanışmamıza rağmen  benden hiç film almamasını yadırgadı ve bir Türk filmi alarak denemeye karar  verdi. Fakat Stephen, New York ve Puerto Rico’daki şirketlerinde yalnız aksiyon  filmleri dağıtımında uzmanlaşmış bir kişiydi.   Ben de kendisini İstanbul’a davet ettim ve özel sinema salonumuzda o  sırada en başarılı aksiyon filmleri oyuncusu Cüneyt Arkın’ın tüm filmlerinin  fragmanlarını seyrettirdim. Deneyimli dağıtımcı yüzlerce fragman arasından Uğur  Film’e ait, “Kılıçarslan” isimli filmin fragmanını çok beğendi. Ben pek akıl  erdirememiştim. Stephen geçmişte “Masis” gibi “Sword and Sorcery (Kılıç ve  Büyücülük)”  denilen türün tekrar moda  olacağını düşündüğünü, bu filmin kendisine o janrı hatırlattığını söyledi ve  filmi seyretmeden satın aldı. Seyretmesine de imkan yoktu çünkü filmin pozitif  kopyası yoktu ve o sıralar film karaborsada satıldığından bir kopya basmak çok  pahalıydı. Bu filmi deneyecek ve eğer iş yaparsa başka filmler de alacaktı. 
              Dönüşünden birkaç gün sonra Stephen  bana bir teleks çekip ne zaman dublaja gireceğimi sordu. Ben çok şaşırdım.  Hemen kendisini telefonla arayıp anlamadığımı söyleyince imzaladığımız kontrata  göre kendisine İngilizce dublajlı bir kopya vermemiz gerektiğine dikkatimi  çekti. Ben sözleşmeyi okumadan imzalamıştım. Kendisine bunun imkansız olduğunu,  İngilizce dublaj maliyetinin ödediği fiyatın çok üstünde olduğunu söyleyince,  yeni bir teklif getirdi.  Uğur Film’den  filmin dünya haklarını alacaktık ve hak ödemesini kendi yapacaktı. Biz Filmeks  olarak filmin İngilizce dublajını, afiş ve lobi denilen fotoğraflarını  bastıracaktık ve onunla yarı yarıya ortak olacaktık. Ben teklifi yönetim  kuruluna götürdüm ve kabul olundu. Filmin İngilizce dublajını Türkiye’de yapmak  üzere 16mm siyah beyaz bir kopya bastık. Filmi seyredince şok olduk. Filmde  hikaye çok zayıf olduğu gibi, çok sıkıcı ve anlamsız sahneler vardı. Tüm  aksiyon sahneleri fragmanda seyrettiğimiz 2-3 dakikadan ibaretti. Bu, o anda  durmamız için çok iyi bir sebepti ama Stephen yılmadı, filmin para kazanacağına  çok inanıyordu. Benim yazdığım bazı senaryoları okumuştu: “Ben Cüneyt Arkın’ın  benzer türde yüzlerce filminin fragmanını seyrettim. Sen de iyi bir  senaristsin, o filmleri seyret, oradan alacağın sahnelere göre yeni bir senaryo  yaz. Karakterimizin adı “Lion Man (Aslan Adam)” olsun.”, dedi. Bunu Uğur  Film’in sahibi Memduh Ün ile konuştuğumda kendisi de bunun çok iyi bir fikir  olduğunu söyledi. Memduh Bey de alacağı parayı kaybetmek istemiyordu. Onun  sahibi olduğu 7-8 filmi ben negatiflerinde seyredip güzel sahneler seçtim.  Fakat bir filmi negatifinden seyretmenin ne zor olduğunu sizlere anlatmama  imkan yok. Sonra da oturup bir senaryo yazdım. Bu parçaları basıp, montajladık ve  hiçbiri aktör olmayan, Türkiye’de yaşayan Amerikalı öğretmen ve diğer  görevlileri kullanarak dublajını yaptık. Bu işlemler çok uzun sürdü. Fakat bu  arada filmi seyreden Ercan Arıklı filme güldü. Ona çok saçmasapan gelmişti.  Sonra negatif parçaları İngiltere’ye gönderip, o günkü teknoloji ile dupe  negatif denilen bir kopya yaptıracaktık. 
              O sırada Türkiye karmakarışık bir  yoklar ülkesiydi. Ben ve İngiliz olan o sıradaki eşim tekrar İngiltere’ye dönme  kararı aldık. Film sanayi neredeyse durmuştu ve Türkiye’de iş yapmak imkansız  hale gelmişti. Arzu Film dahi film yapmıyordu. Her an ihtilal olacak diye  bekleniyordu. Bu kararımı Ercan Arıklı’ya açtığımda hak verdi ve şirketi  kapatmak istemediğini, atıl bir şekilde bir süre saklayacağını söyleyerek  şirketteki hisselerimi benden satın almak istedi. Ben böyle bir şey  düşünmediğimi hisselerimi karşılıksız kendisine devredeceğimi söyleyince ısrar  etti. Ben de bunun üzerine “Aslan Adam”daki şirketin hisselerini bana devretmesini  istedim. Ercan Bey güldü ve bunun bana faydası olmayacağını, ayrıca para da  almamı istedi. Ben aynı fikirde değildim ve para almadım. 
              İngiltere’ye döndükten sonra uzunca  bir süreye yayılan post prodüksiyon işlemlerine girişildi ve nihayet film 1981  yılında hazır oldu. Tam o sırada çıkan ve büyük iş yapan “Conan the Barbarian”  filmi de janrın başladığını müjdelemişti. Film tüm dünya ülkelerine satıp, 6.5  milyon dolar hasılat yaptı. İngiltere’de video listesinde 2. olan film,  Amerika’da oynayan ilk Türk filmidir. Bundan sonra İngiltere’de 5 ortaklı bir  şirket kurup, 1983 yılında “Lion Man II- The Wrath of the Witch Queen (Aslan  Adam 2- Büyücü Kraliçe’nin Gazabı)” isimli ikinci filmi çektik. Fakat o seneler  başlayan korsanlıklar yüzünden film ilkinin başarısına ulaşamadı ve hala  korsanlanmaktadır.
              Ben bu filmden sonra uzun yıllar  yalnız yönetmenlik yaptım ve 1988 yılında yine bir İngiliz yapımı olan, baş  rollerini Mark Hamill, Kitty Aldrige,  F.  Murray Abraham ve Ben Kingsley’in oynadığı “Slipstream” filminde oynadım. Aynı  yıl, yapımcılığını ve senaryosunu da üstlendiğim, “Dünden Sonra Yarından Önce”  isimli filmin başrolünü Zuhal Olcay ile paylaştım.  
              “Aslan Adam” ın yalnız Türkiye dışı  hakları bize ait olduğu için Türk televizyonlarına satılamazdı. “Aslan Adam 2 “, “Çelik Pençe” ismiyle bazı  kanallarda çok az gösterildi.. “Dünden Sonra Yarından Önce” ise birçok kanalda  çok kez gösterildi ve hala da gösteriliyor.
              -1990’lı yıllarda  herhangi bir yapımın içinde bulunmadınız. O yıllarda neler yaptınız?
              - 1980 ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de  sinema sanayi ve pazarı en kötü dönemini yaşadı. Sinema salon sayıları o kadar  düştü ki, bir filmin sinema salonlarından para kazanması imkansız hale geldi.  Diğer yandan yeni açılan özel kanallar da yıllarca eski Türk filmlerini  göstererek film yapımını imkansız hale getirdiler. Aynı sürede video klüpler de  kapanmaya başlayınca film yapımı durdu. Ancak, tekrar 1990 sonlarından  itibaren, sinema salonu sayıları arttıkça sanayi tekrar işlemeye başladı, ancak  tüm sistemler ve trendler değişti. Maliyetler kontrolsüz ve mantıksız bir  şekilde arttı. Aynı zamanda reklam şirketlerinin ve TV kanallarının hegemonyası  ile rekabet ortadan kalktı. Hala belli rüşvet düzenleriyle, kayırmalarla  piyasada rekabet doğru işlemiyor.
              1990 yılında şirketim Eks Yapım’ın o  dönemdeki son filmi, “İki Başlı Dev” in yapımcılığını yaptım. Fakat film, Yunus  Nadi ödülü de dahil birçok ödül almasına rağmen büyük para kaybetti. Böylece finans  kaynakları yok oldu. Ben de belli bir süre yapımcılık yapmaktan vazgeçtim.  Niyetim senarist olarak, yönetmen olarak, oyuncu olarak piyasada çalışmaktı.  Ancak söz ettiğim haksız rekabet koşullarından, bana ne senarist, ne yönetmen,  ne de oyuncu olarak hiçbir teklif gelmedi. 1993 yılında reklam filmi yapmama  kararı almıştım ve çeşitli ısrarlara rağmen bu kararımdan da dönmedim. Ben de  şirketimin yaşayabilmesi için iş konularında, dramatik eğitim filmleri yaptım,  “Satış Teknikleri”, “Toplam Kalite Yönetimi”, gibi. 2000 yılında yaptığım, İngiliz  ve Amerikalı oyuncuların oynadığı “ The Power of Motivation- 10 Golden Rules”  isimli eğitim filmi hala ABD’de satılıyor.
              2004 yılında artık piyasanın hazır  olduğunu düşünüp, “Ne de Olsa Çocuk” isimli bir film yaptım. Çok kısıtlı mali  olanaklarla yapılan filmde kendim de oynadım. Ancak o yıl 8 Türk filmi  yapılmasına rağmen, bu filmin dağıtıma çıkmaması için piyasada herkes elinden  geleni yaptı. Nihayet 2007 yılında bir TV dizisinden teklif geldi ve ATV’de  gösterilen “Korkusuzlar dizisinde oynadım. Ancak prodüksiyonda yapılan bazı  hatalar yüzünden dizi 4. bölümden sonra kaldırıldı. 
              
              -Sizin de içinde yer  aldığınız bazı son dönem filmleri iyi gişe rakamları yakalamasına rağmen 70’li  yılların özellikle Arzu Film ekolüyle karşılaştırıldığında kıyasıya  eleştiriliyor. Kolpaçino gibi filmlerin bu kadar çok seyredilip aynı oranda  eleştirilmesine bir sinemacı olarak siz nasıl bakıyorsunuz? Günümüz yerli  komedi anlayışının 70’li yıllar kalitesini yakalayabildiğini düşünüyor musunuz?
              - Son dönem filmlerindeki en büyük  eksik, senaryo ve yönetmen kalitesidir. Arzu Film filmlerinin başarısının temel  nedeni de bunlardır. Hikayeler ilginç ve gerçekçidir, senaryolar mükemmeldir,  dramatik yapıları eksiksiz, diyalogları doğaldır. Bir filmde yönetmenin en  önemli görevi oyunculuktur, çünkü seyircinin perdede / ekranda ilk gördükleri ve  umursadıkları oyunculardır.  Arzu Film  filmlerinde oyunculuklar harikuladedir. Doğaldır, gerçekçidir. 
              1990 sonlarından başlayarak  endüstride bilgili, deneyimli, yapımcılar safdışı edildiler. Bunu yapabilmek  için de sanki bir spor takımı kuruluyormuş gibi “genç” ekiplerle çalışmanın  avantajlı olduğu kanısı yerleştirildi. Oysa film endüstrisinde oyunculuk da  dahil hangi iş olursa olsun,  10 yıl  deneyiminiz olmadan öğrenemezsiniz. Böylece çoğunlukla bilgisiz, deneyimsiz  yapımcılar piyasayı ele geçirdi. Tabii, bilmedikleri için hikaye, senaryo  seçimleri yanlış oldu. Aynı şekilde yönetmen seçimleri de. 2000’li yılların  ortasından itibaren Sinema Fonu kurulup, Kültür Bakanlığı Destekleri de  başlayınca film sayısı arttı ancak filmlerin hem ticari başarısı, hem de  kalitesi düştü. Daha yönetmenliği dahi bilmeyen genç yönetmenler kendi  filmlerinin yapımcılığını yapıp kaliteyi daha da düşürdü. TV dizilerinde  kalitenin düşük olması pek fark etmedi, çünkü TV seyircisi yaşadıkları ekonomik  koşullardan dolayı ne gösterseniz seyreder bir seyirci oldu. Hep kötünün  iyisini seçti. Bu da tabii endüstrimizin kalitesi açısından çok zararlı oldu. 
              Yeni bir inanış oluştu. Sanki gişe  hasılatı yüksek filmlerde kalite önemli değilmiş, kalitesi yüksek filmler de  düşük gişe hasılatı yapar gibi. Bu doğru değildir. Bu yapımcıların ve  yönetmenlerin en büyük yanılgısıdır. Son 15 yılın iş sonuçlarına bakarsanız,  hiçbir yapımcı, hiçbir yönetmen filmlerinde istikrarlı bir sonuç alamamıştır.  Bir tek istisna yine Arzu Film’den gelen Yavuz Turgul’dur. Sayın Turgul’un  filmleri hem gişe hasılatı olarak, hem de kalite olarak hep belli standardın  üstünde olmuştur. 
              Aslında Kolpaçino çok iyi ve zekice  bir senaryodur ve yapılan eleştirilerin tümüne katılmıyorum. Filmde en büyük  eksiklik yönetmenliktir, ancak başta Şafak Sezer olmak üzere oyuncuların  çabalarıyla oluşan doğal ve gerçekçi oyunculuk, filmin beğenilmesini  sağlamıştır. 
              Komedi anlayışına gelince, komedi en  zor türdür. 70’li yılların komedi anlayışıyla bugünün komedi anlayışında da pek  büyük bir fark olamaz. Öyle olsaydı 70’lerde yapılan Arzu Film filmleri, tekrar  tekrar gösterilmesine, ezbere bilinmesine karşın, bugün dahi bu kadar çok  izlenilmezdi. Bugün tek fark, genç senarist ve yönetmenlerin hepsi, kendi  güldükleri şeyleri komedi filmi olarak yapmaya çalışıyorlar. Oysa genelde  seyirci için komik olan tüm seyircinin yaşadıkları, yaşayabilecekleri veya  benimseyebilecekleri durumlardır. Tabii, istisnalar olabilir ama genelde  seyircinin beğeneceği filmler zekice ve seyirci araştırmasına dayalı yazılmış  senaryolardan oluşur. Bence bugün iyi komedi yapılamamasının sebebi hikaye,  senaryo ve yönetmen seçimlerinde yapılan itinasızlıktır.
              - Londra’da almış  olduğunuz eğitimin sinema hayatınıza katkıları neler oldu?
              - Mountview, dünyanın en iyi dramatik  sanatlar okullarından biridir. Orada aldığım eğitimin katkısı kariyerimde çok  büyüktür. En azından orada öğrendiğim, sürekli öğrenme zorunluluğu ve  öğrenmenin hiç bitmeyeceği kavramı, bugün tüm dünya sanayinde olanları, yeni kavramları,  trendleri öğrenmemde büyük rol oynadı. Mountview,  Stanislavski Metodu eğitimi veren bir okuldur.  Stanislavski’nin tüm kuralları bugün oyunculukta olduğu kadar, hem senaryoda,  hem yönetmenlikte en geçerli kurallardır. Bu kuralların dışında olan örneklerin  tüm dünyada ne kadar başarısız olduklarını da her gün görüyorum.
              - Bazı kaynaklarda Tek  Türkiye, Kurtlar Vadisi Pusu gibi TV dizilerinde de yer almaya başladığınız  görülüyor. Son 5-6 yıldır vites yükselten yerli dizilerimizin eksik kaldığı  yönleri sektörün içinden biri olarak anlatabilir misiniz?
              - Evet son dönemde, son 15 yılda  olmadığı kadar çok dizide ve filmde oynadım ama ne yazık ki hiç Kurtlar  Vadisi’nde oynamadım. Ne yazık ki diyorum, çünkü bence çok ilginç, oynamak  isteyeceğim birçok ilginç rollerin yer aldığı tüm zamanların en iyi dizisi. Ama  nedense internette bu dizide oynadığıma dair birçok bilgi dolaşıyor. Sanıyorum  oynayan bir oyuncuyu bana benzettiler veya isim benzerliği de yanıltmış  olabilir. 
              Dizilerin son 5-6 yıldır vites  yükseltmesi kanımca sadece sayı olarak. Bilhassa son 2 yıldır nitelik olarak  başarılı diziler ortada. Neresi eksik derseniz, hemen aklıma deveye neren eğri  sorusunun sorulması geliyor. Yukarıda da söz ettiğim gibi, rekabet olmayan bir  ortamda kalite olması imkansızdır. Bir filmi, diziyi yapan en önemli kişi yapımcıdır.  1990’ların başından beri TV kanallarına dizi yapan yapım şirketleri ortadadır.  Sanki başka yapım şirketleri yokmuş gibi, aynı şirketlerin, aynı yapımcıların  her diziyi yapması ne sebepten olabilir sizce? Oysa bu yapımcıların,  şirketlerin özgeçmişleri de ortadadır. Tabii, istisnalar kaideyi bozmaz,  aralarında çok az da olsa doğru bilgiye, deneyime sahip olanlar da var, ama  genelde nedense piyasadaki hiçbir kişi veya kuruluş son 15 senedir bunları  sorgulamıyor. Bu da ilginç… 
              Bu yalnız yapımcıyla da kalmıyor.  Yönetmenler, senaristler, hatta oyuncular hemen, hemen hep aynı kişiler. TV  kanalları, (güya) yapımcılara, çalışacakları senaristleri, yönetmenleri ve  oyuncuları diretiyorlar. Piyasada “Ben yaptım, oldu” olgusuyla hiçbir kurala,  mantığa sığmayacak şeyler yapılıyor. Sürekli ortada, tek amaç para kazanmak  gibi bir görünüm yaratılıyor ama bu doğru değil, çünkü birçok dizi bu  sebeplerle para kaybediyor ve bu hatalar sanki bile bile yapılıyor. Rating denilen  kriter tam bir palavra. Ratingler hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ölçüm  aletleri kaç eve konulmuş, hangi evlere konulmuş, nasıl ölçüm yapılıyor gibi  bilgiler hiç açıklanmıyor. Tamam, ölçümde kullanılan denekler, ölçüm sırasında  açıklanmaz, ama denekler 2 veya 3 yıl kullanılır. Bu sürenin sonunda açıklanmak  zorundadır. Açıklanmadığına göre ya aynı denekler 15 yıldır değişmiyor, ya da  bir şeyler gizleniyor diye düşünmemek elde değil. En azından kaç ev olduğunu  bilmemiz gerekir. Sonra ekonomik grupların kriterleri nedir? A-B diye geçen  grubu bilhassa merak ediyorum çünkü benim bildiğim kadarıyla bu gruplar en az  televizyon izleyen kesimlerdir. Ayrıca Pana Film gibi en çok rating alan Kutlar  Vadisi dizisinin, “ratingler doğru değildir” açıklamasına, TRT gibi devlet  kanalının ratinglerden çıkmasına rağmen, rating sistemi ile ilgili hiçbir  tatmin edici açıklama yapılmıyor 
              Dizilerin eksikleri sayılmayacak çok  olduğu için bu konuya girmek istemiyorum ama Türk film sanayimize verdiği  zararlar çok büyük. Bunların çok ağır bedelini ne yazık ki gelecekte Türkiye ödeyecek.  Dizilerin verdiği en büyük zarar bence şu: Öncelikle dizi piyasası bazı şeyleri  bilmediğinden, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadığından oturdukları yerden  bazı cahilce tahminlerle dünya film sanayinde oluşmuş kuralları, iş  tariflerini, kavramları değiştirerek, uydurarak genç çalışanların yanlış  bilgilerle yanlış deneyim almasını ve dolayısıyla yanlışların ve sistemsizliğin  yerleşmesini sağlıyorlar. Dünyanın hiçbir film sanayinde olmayan yeni işler,  yeni kavramlar oluşturuluyor. Yardımcı yönetmen gibi, oyuncu koordinatörü gibi,  Time-Code asistanı gibi, genel koordinatör gibi. Bunun dışında film  sanayilerinde mevcut çalışanların da görev tarifleri değiştiriliyor. Örneğin  prodüksiyon koordinatörü tüm dünya sanayilerinde Production Manager’ın  (prodüksiyon amiri) asistan sekreteriyken, bizde prodüksiyonun başı.
              Prodüksiyon sistemi bilinmediği gibi  süreçler de bilinmiyor, doğru uygulanmıyor. Hiçbir sinema okulumuzda prodüksiyon  dersi yok, varsa da bilmeyen kişilerce yanlış öğretiliyor. Film yapımındaki 4  sürecin en önemlisi olan “Geliştirme Devresi (Development Period)” hiç  bilinmiyor ve hiçbir filmde, dizide uygulanmıyor. Dünyanın en iyi sinema  okullarında her 4 süreç de ayrı ders olarak okutuluyor ve öğreniliyor.  Stratejik Planlama ise zaten Avrupa için yeni bir konu. Ülkemizde hiç  bilinmiyor ve uygulanmıyor.
              - Son olarak sinemada  yapmayı çok isteyip de yapamadığınız ve iyi ki içinde bulunmuşum dediğiniz  projeleri sorayım. Bu köşenin ilk ropörtajına konuk oldunuz. Değerli vaktinizi  sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.
              - Sinemada çok yapmak isteyip de hala  yapamadığım tek şey var, o da tüm dünyanın seyredeceği bir film yapmak. Aslan  Adam’ı yaptığım bir film olarak kabul etmiyorum. Bu hülyamı yakında yapacağım  “Anzak ve Mehmetçik (Anzac and the Johnny-Turk) isimli filmle  gerçekleştireceğimi sanıyorum. Filmin % 65’i İngilizce ve başrollerinde iki  Türk oyuncuyla Paul Hogan (Crocodile Dundee), Kylie Minogue ve J.J. Fields  (Captain America) oynayacak. Şu anda filmin finansmanı tamamlanırken  oyuncularla sözleşmeler yapılmakta. Yakında basın açıklamaları başlayacak.
              Şu ana kadar sinemada, tiyatroda veya  diğer sahne sanatlarında (hayatım boyunca başka işle uğraşmadım) herhangi bir  görevle içinde bulunduğum, başarılı veya başarısız her projenin içinde  bulunmaktan çok büyük faydalar elde ettim, çok şey öğrendim. Bu sebeple  kariyerimde hiçbir yaptığım işten de pişmanlık duymadım, hep “iyi ki içinde  bulunmuşum” dedim…
              İlk ropörtajınızda konuk olmaktan  şeref duydum. Ben teşekkür ederim.