Muhammed Tiryaki

muhammed83@hotmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eriş Akman

Sevgili Kadri Karahan, ne zamandır, “neden röportaj yapmıyorsun” diye beni deyim yerindeyse dürtüp duruyordu. Sonunda denemeye karar verdim ve ilk konuğum Türk tiyatro ve sinemasının hem ulusal hem de uluslararası alanında birçok iyi işe imza atmış olan Eriş Akman oldu. Akman, bize hem 70’li yıllar Türk sinemasından hem güncel sinemamızdan hem de Yılmaz Güney, Ertem Eğilmez gibi çok önemli isimlerden geniş bir yelpaze açtı ve hoş anılarını bizimle paylaştı. Sinemamızın ve TV dünyasının eksik ve hatalarını anlattı. Keyifle okuyunuz.

 

 

- Eriş Akman deyince insanların aklında kalan en güçlü imge, sinemamızın en sıradışı kötü adamlarından, Aile Şerefi’nin Oktay’ı. Gerçekten de oynaması zor bir rol. Bu rolü almadan evvel sinema maceranız böylesi ön planda olan karakterlerden oluşmuyordu. Oktay’ı oynarken zorluk yaşadınız mı? Oktay karakterinin filmografinize nasıl bir etkisi oldu?

- Her oyuncunun kariyeri boyunca önüne çok oynamak istediği roller çıkar. Ben tiyatroda bu konuda çok şanslıydım. Romeo ve Juliet’te “Tybalt “ rolü başta olmak üzere, neredeyse oynamak istediğim her rolü oynadım. Ama sinemada bu o kadar kolay bir şey değil. Şans çok önemli bir öğe… İngiltere’de ilk filmlerimde şansım fena olmadı. Ancak Türkiye’ye döndükten sonra birden karşıma yıldız sistemi çıktı. Türkiye’de oynadığım ilk film olan “Hem Seviş, Hem Dövüş” ün yapımcısı, rahmetli Işık Toraman ile tanıştığımızda beni uzun uzun inceledikten sonra söylediği bir sözü hiç unutamam: “Jön olacak kadar yakışıklı değilsin, kötü adam oynayamayacak kadar masumsun, karakter rolleri için de çok gençsin.” Yani bir anlamda, “Senin Türk sinemasında işin yok.” demek istemişti. Ama buna rağmen adı geçen filmde bir kötü adam rolü oynattı ve yönetmen Yücel Uçanoğlu da performansımdan memnun kalmıştı.

Sonraki yıllar, yıldız sisteminin getirdiği sıradan roller oynamak zorunda kaldım.  Başrolün arkadaşı gibi çok zor alt metin oluşturulabilecek roller…

“Aile Şerefi”nin senaryo çalışmalarına da katıldığım için rolü çok beğenmiş ve oynamak istemiştim. Ama Arzu Film bünyesinde Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil dışında hiç kimse benim bu rolü oynayabileceğime inanmadı. En başta filmin yönetmeni Orhan Aksoy… Orhan Bey bu rolde Salih Kırmızı’yı oynatmak istiyordu. Salih Bey’e teklif gitti. O sıralar jön rolleri oynayan aktör, bu kötü adam rolünü kabul etmedi. Bir yandan Salih Bey’e rolü kabul ettirme çabaları sürerken, diğer yandan başka adaylar düşünülüyor, Ertem Bey ise rolü benim oynamam konusunda ısrar ediyordu. Bu arada çekimler başladı. Vakit giderek daralmaya başladı. Oktay rolü başrollerden biri olduğundan, onun olmadığı sahneler kısa sürede tükendi ve Ertem Eğilmez yapımcı olarak son sözü söyledi. Rolü ben oynayacaktım. Bu kadar istenilmezliğin verdiği hırs ve motivasyonla role çok iyi hazırlanmıştım, ancak en büyük zorluk diğer ekip arkadaşlarımın, çekimlerde uzun süre filmi mahvedeceğime inanmaları oldu. Oyuncu olarak, alt metnin Suphi Tekniker’in senaryosunda çok iyi kurulmasından dolayı role kolayca konsantre olduğum için başka bir zorluk yaşamadım.

Oktay rolünden sonra, o sırada Türk Sineması belli bir durgunluk dönemine girmesine rağmen teklifler arttı. Filmin hemen akabinde “İstanbul 79” isimli filmde oynadım. Ama filmin bitmesinden birkaç gün sonra İngiltere’ye döndüğüm için Türkiye’de kariyerime devam edemedim.

-Yılmaz Güney’le beraber hem aktör hem de koreograf olarak iki filmde çalıştınız. Sizin gözünüzde Yılmaz Güney bir sinemacı olarak nasıl bir insandı?

- Yılmaz Güney kanımca Türk Sinemasına gelen en iyi “filmci” idi. Ben “filmci” terimini Fransızların başlattığı “cineast”, İngilizce’ye “filmmaker” olarak çevrilen olgu için kullanıyorum. Bu olgu, atletizmde “dekatlon”, “pentatlon” gibi,  birçok farklı disiplinde ustalaşmak gibi bir şey. Yılmaz Güney hem mükemmel bir senarist, hem olağanüstü iyi bir yönetmen ve aynı mükemmellikte bir oyuncu ve yapımcı. Türk Sinemasında benim bildiğim kadarıyla pek eşi görülmemiş bir başarı. Ben de onun izinden gitmeye çalışıyorum. Tabii bunlar Yılmaz Güney’in yalnızca sinemacı olarak nitelikleri. İnsancıl ve politik üstünlükleri de ayrıca tartışılacak konulardır. Ancak son 20 yıldır ülkemizde Yılmaz Güney’i unutturmak için garip bir çaba var. Filmlerini başta TRT olmak üzere hiçbir televizyon kanalı göstermiyor. Bu Yılmaz Güney için olduğu kadar, geleceğin Türk sinemacıları için de çok haksız bir uygulamadır. Genç sinemacıların Türk sinema tarihinde çok az olan özgün, ekolleşmiş sinema dillerini iyi incelemeleri gerekir. Bunlar benim naçiz fikrimce, Muhsin Ertuğrul, Metin Erksan, Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Semih Evin ve Arzu film ekolleridir. Yılmaz Güney sinema dili de bunların en önemlilerindendir.

-Arzu Film ekolünde ''Aile Şerefi'' ve ''Cennetin Çocukları'’nda oynadınız ve her iki filmde de Itır Esen’in belalısı rolündeydiniz. Bugün de Arzu Film bünyesinde bulunuyorsunuz. Bize ilk elden o ekolü oluşturan isimler ve filmlerle olan bağınızı anlatır mısınız kısaca?

- Arzu Film ekolü bence yukarıda saydığım Türk Sinema ekollerinin en sonuncusudur. Tabii bu ekolün en önemli isimleri, kurucuları olan Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil’dir. Aslında bu ekol Bakırköy Halk Evi’nin bir uzantısıdır. Dolayısıyla baştan beri bu grubun değişmez bir bireyi olan Münir Özkul da hep yanlarında olmuştur. Ertem Eğilmez’in gençlik arkadaşı, yoldaşı ve ortağı Nahit Ataman da hep arka planda kalmasına rağmen ekolün önemli kurucularındandır. Grup yıllar boyunca Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Veli gibi Türk edebiyatının en önemli isimleriyle yakın ilişkileriyle beslenmiş ve nihayet sinema endüstrisine girmişlerdir. Birçok başarılı ve başarısız filmden sonra 4 kez iflas eden Arzu Film, nihayet 1970’lerin başında en olgun çağına girmiş ve katılan genç yeteneklerle hala unutulmayan eserlere imza atmıştır.

Ben Arzu film’e Yavuz Turgul’un ısrarı ile girdim. Açıkcası sinema endüstrisine girmek için pek isteğim yoktu o sıralar. Birkaç yıl önce Yılmaz Güney ile çalışırken yalnız sinema yapmaya karar vermiştim ama bu çok kısa süre sonra Yılmaz Güney’in hapis edilmesiyle son bulmuştu. Çok zor yıllardı, o yıllar. Çocukluk arkadaşım olan Barış Manço ile Manço Prodüksiyon’u kurmuştuk. O sıralarda tanıdığım gazeteci Mine Baykara Engez vasıtasıyla Yavuz Turgul’u tanıdım ve kısa sürede çok iyi dost olduk. Yavuz o sırada Babiali’nin en genç Yazı İşleri Müdürü olarak Ses Dergisi’nin başındaydı. Herkes ona Hayat-Ses dergi grubunun müstakbel yayın yönetmeni olarak bakıyordu. Tam o sırada Yavuz’a Ertem Eğilmez, Arzu Film’e girmesi için bir teklif getirdi. Zaten Yavuz’un Arzu Film’e, Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil’e büyük bir hayranlığı vardı. Ben de onları Yavuz’un anlattıklarıyla tanımıştım. Ama bu teklif Yavuz için çok büyük bir nimet olduğu kadar, çok da büyük bir çelişkiydi. Çok parlak bir basın-yayın kariyeri geleceğinin eşiğindeydi. Aynı zamanda gönlü sinemadaydı. Arkadaşlığımızın başından beri her gün saatlerce sinema tartışırdık. Karar vermek için benden yardım istedi. Akşamüzeri saat 5’te buluştuk ve ertesi sabah saat 8’e kadar tartıştık. Ben sinema sanayine girmesi gerektiğini savunuyordum. Tabii Yavuz çok zekice nedenlerle bu tezimi çürütüyordu. Sabaha karşı nihayet ben kazandım. İstifa edip, Arzu Film’e girmeye karar verdi ama bir şartı vardı. Ben de onunla birlikte Arzu Film’e girecektim. Geriye kalan birkaç saat içinde beni ikna etti ve saat 9’da Ertem Eğilmez ile buluşup, hemen işe başladık.

O sırada Arzu Film, Ertem Eğilmez, Sadık Şendil ve Nahit Ataman’ın etrafında toplanmış, genelde kökeni tiyatro olan birçok yetenekten oluşuyordu. Münir Özkul, Adile Naşit, Kartal Tibet, Halit Akçatepe, Kemal Sunal, Ayşen Gruda gibi. Biz de kısa sürede entegre olduk. Sonra kısa sürelerde bizlere birçok yetenek daha katıldı. Şener Şen, Itır Esen, İhsan Bilsev, Müjde Ar, Şevket Altuğ, Ahmet Sezerel, Sevda Aktolga gibi. Bunun dışında Arzu Film’de maaşlı olarak çalışmamalarına rağmen ekole büyük katkıları olan Atıf Yılmaz, Orhan Aksoy, İhsan Yüce, Naki Turan, Suphi Tekniker, Umur Bugay gibi kişiler de vardı. Benim birincil hedefim yönetmenlik yapmaktı. Bu sebeple çok da hoşlandığım senaryo çalışmalarına katılıyor, fırsat buldukça sette Yavuz ile birlikte yazdığımız diyalogların dışında asistanlık da yapmaya çalışıyordum. Fakat kısa bir süre sonra Yavuz ile birlikte, gişede en başarılı filmleri yapmasına rağmen hala maddi sıkıntıda olan şirkete katkıda bulunmak için filmlerimizi yurt dışına satmaya karar verdik. Şirkette tek İngilizce bilen kişi olarak ve Yavuz’un uçak korkusu nedeniyle bu görev sonunda yalnız bana kaldı. Çabalarımız kısa süre sonra çok iyi sonuçlandı ve filmlerimizi birçok ülkeye satmaya başladık. Hatta “Bizim Aile” filminin senaryosunu dahi bir Hintli yapımcı satın aldı ve “Kata Mita (Ekşi-Tatlı)” isimli çok başarılı bir Hint filmi yaptı.

Tabii, bu dış satış işi beni hedefimden biraz da olsa uzaklaştırdı. “Aile Şerefi” filmine kadar da ana işim olan oyunculuğumdan kimse faydalanmayı düşünmedi dahi. Ancak bu filmden sonra oyunculuğum söz konusu oldu ve o zaman için iddialı bir film olarak yaptığımız “Cennetin Çocukları” filminde de oynadım. Bu sefer rol bana yazılmıştı. Ne yazık ki film umduğumuz başarıyı elde edemedi.

Uzun yıllar büyük bir armoni içinde süren ekip çalışması, 1977’ye geldiğimizde bozulmaya başladı. Bilhassa Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil’in dışındaki yaratıcı ekipte bölünmeler, hizipler başladı. Tabi bunu şirketten, ekipten ayrılmalar takip etti. “Nehir” filminde bu anlaşmazlıklar çok yukarı çıktı. O sırada Haldun Dormen ile Ercan Arıklı’nın başında bulunduğu, İsmail Cem, Alp Yalman gibi önemli kişilerin ortaklığıyla kurulan Gelişim Yayınları, Filmeks isimli bir film şirketi kurmaya karar vermişler. Sayın Dormen vasıtasıyla bana ortaklık ve genel müdürlük teklif ettiler. Ertem Eğilmez önce buna çok karşı çıktı, fakat kendisine Arzu Film ile ilişkimi kesmeyeceğimi,  yeni şirketimle de Arzu Film ile çalışacağımızı temin edince kabul etti. Ondan sonra da İngiltere’ye dönene kadar aynı yakınlıkla etkin olarak Arzu Film ile çalıştım. Ne yazık ki Arzu Film’deki kişisel çekişmeler sürdü ve 1980’lerin başında Arzu Film’in sonu oldu. Ertem Eğilmez, Sadık Şendil ve Nahit Ataman’ın vefatları da noktayı koydu. Şu andaki Arzu Film o ekolü sürdüremedi. Şirketi devir alan Ferdi Eğilmez, ekolün eski bireylerinden birkaç kişiyle çalıştı ama bu kişiler o ruhu ve felsefeyi yeni şirkete aktarmaktan uzaktı. Bu sebeple maalesef ekol artık yok.

- Kayıtlarda 1970’li yıllara ait iki adet Aslan Adam filmi görülüyor. Üstelik İngiltere ile ortak yapım. Daha sonra da bazı ortak projelerde yer aldınız. Fakat bu filmler artık TV kanallarında pek gösterilmediğinden unutuldu. Biraz bu yapımlardan bahseder misiniz?

- ''Aslan Adam'' serisi çok ilginçtir ve şu anda neredeyse dünyada kült olmuştur. Hikayesi de ilginçtir.

Filmeks’de Ercan Arıklı ve Haldun Dormen’in vizyonu dünya pazarına film yapmaktı. Bu sebeple ortak yapım olasılıkları arıyor, bu arada Yeşilçam yapımcılarının önemli filmlerini dünya pazarlarına satmaya çalışıyordum. Uzun seneler tanıdığım Stephen Sloane isimli bir film dağıtımcısı Milano’da Mifed fuarında, uzun seneler tanışmamıza rağmen benden hiç film almamasını yadırgadı ve bir Türk filmi alarak denemeye karar verdi. Fakat Stephen, New York ve Puerto Rico’daki şirketlerinde yalnız aksiyon filmleri dağıtımında uzmanlaşmış bir kişiydi.  Ben de kendisini İstanbul’a davet ettim ve özel sinema salonumuzda o sırada en başarılı aksiyon filmleri oyuncusu Cüneyt Arkın’ın tüm filmlerinin fragmanlarını seyrettirdim. Deneyimli dağıtımcı yüzlerce fragman arasından Uğur Film’e ait, “Kılıçarslan” isimli filmin fragmanını çok beğendi. Ben pek akıl erdirememiştim. Stephen geçmişte “Masis” gibi “Sword and Sorcery (Kılıç ve Büyücülük)”  denilen türün tekrar moda olacağını düşündüğünü, bu filmin kendisine o janrı hatırlattığını söyledi ve filmi seyretmeden satın aldı. Seyretmesine de imkan yoktu çünkü filmin pozitif kopyası yoktu ve o sıralar film karaborsada satıldığından bir kopya basmak çok pahalıydı. Bu filmi deneyecek ve eğer iş yaparsa başka filmler de alacaktı.

Dönüşünden birkaç gün sonra Stephen bana bir teleks çekip ne zaman dublaja gireceğimi sordu. Ben çok şaşırdım. Hemen kendisini telefonla arayıp anlamadığımı söyleyince imzaladığımız kontrata göre kendisine İngilizce dublajlı bir kopya vermemiz gerektiğine dikkatimi çekti. Ben sözleşmeyi okumadan imzalamıştım. Kendisine bunun imkansız olduğunu, İngilizce dublaj maliyetinin ödediği fiyatın çok üstünde olduğunu söyleyince, yeni bir teklif getirdi.  Uğur Film’den filmin dünya haklarını alacaktık ve hak ödemesini kendi yapacaktı. Biz Filmeks olarak filmin İngilizce dublajını, afiş ve lobi denilen fotoğraflarını bastıracaktık ve onunla yarı yarıya ortak olacaktık. Ben teklifi yönetim kuruluna götürdüm ve kabul olundu. Filmin İngilizce dublajını Türkiye’de yapmak üzere 16mm siyah beyaz bir kopya bastık. Filmi seyredince şok olduk. Filmde hikaye çok zayıf olduğu gibi, çok sıkıcı ve anlamsız sahneler vardı. Tüm aksiyon sahneleri fragmanda seyrettiğimiz 2-3 dakikadan ibaretti. Bu, o anda durmamız için çok iyi bir sebepti ama Stephen yılmadı, filmin para kazanacağına çok inanıyordu. Benim yazdığım bazı senaryoları okumuştu: “Ben Cüneyt Arkın’ın benzer türde yüzlerce filminin fragmanını seyrettim. Sen de iyi bir senaristsin, o filmleri seyret, oradan alacağın sahnelere göre yeni bir senaryo yaz. Karakterimizin adı “Lion Man (Aslan Adam)” olsun.”, dedi. Bunu Uğur Film’in sahibi Memduh Ün ile konuştuğumda kendisi de bunun çok iyi bir fikir olduğunu söyledi. Memduh Bey de alacağı parayı kaybetmek istemiyordu. Onun sahibi olduğu 7-8 filmi ben negatiflerinde seyredip güzel sahneler seçtim. Fakat bir filmi negatifinden seyretmenin ne zor olduğunu sizlere anlatmama imkan yok. Sonra da oturup bir senaryo yazdım. Bu parçaları basıp, montajladık ve hiçbiri aktör olmayan, Türkiye’de yaşayan Amerikalı öğretmen ve diğer görevlileri kullanarak dublajını yaptık. Bu işlemler çok uzun sürdü. Fakat bu arada filmi seyreden Ercan Arıklı filme güldü. Ona çok saçmasapan gelmişti. Sonra negatif parçaları İngiltere’ye gönderip, o günkü teknoloji ile dupe negatif denilen bir kopya yaptıracaktık.

O sırada Türkiye karmakarışık bir yoklar ülkesiydi. Ben ve İngiliz olan o sıradaki eşim tekrar İngiltere’ye dönme kararı aldık. Film sanayi neredeyse durmuştu ve Türkiye’de iş yapmak imkansız hale gelmişti. Arzu Film dahi film yapmıyordu. Her an ihtilal olacak diye bekleniyordu. Bu kararımı Ercan Arıklı’ya açtığımda hak verdi ve şirketi kapatmak istemediğini, atıl bir şekilde bir süre saklayacağını söyleyerek şirketteki hisselerimi benden satın almak istedi. Ben böyle bir şey düşünmediğimi hisselerimi karşılıksız kendisine devredeceğimi söyleyince ısrar etti. Ben de bunun üzerine “Aslan Adam”daki şirketin hisselerini bana devretmesini istedim. Ercan Bey güldü ve bunun bana faydası olmayacağını, ayrıca para da almamı istedi. Ben aynı fikirde değildim ve para almadım.

İngiltere’ye döndükten sonra uzunca bir süreye yayılan post prodüksiyon işlemlerine girişildi ve nihayet film 1981 yılında hazır oldu. Tam o sırada çıkan ve büyük iş yapan “Conan the Barbarian” filmi de janrın başladığını müjdelemişti. Film tüm dünya ülkelerine satıp, 6.5 milyon dolar hasılat yaptı. İngiltere’de video listesinde 2. olan film, Amerika’da oynayan ilk Türk filmidir. Bundan sonra İngiltere’de 5 ortaklı bir şirket kurup, 1983 yılında “Lion Man II- The Wrath of the Witch Queen (Aslan Adam 2- Büyücü Kraliçe’nin Gazabı)” isimli ikinci filmi çektik. Fakat o seneler başlayan korsanlıklar yüzünden film ilkinin başarısına ulaşamadı ve hala korsanlanmaktadır.

Ben bu filmden sonra uzun yıllar yalnız yönetmenlik yaptım ve 1988 yılında yine bir İngiliz yapımı olan, baş rollerini Mark Hamill, Kitty Aldrige,  F. Murray Abraham ve Ben Kingsley’in oynadığı “Slipstream” filminde oynadım. Aynı yıl, yapımcılığını ve senaryosunu da üstlendiğim, “Dünden Sonra Yarından Önce” isimli filmin başrolünü Zuhal Olcay ile paylaştım.  

“Aslan Adam” ın yalnız Türkiye dışı hakları bize ait olduğu için Türk televizyonlarına satılamazdı. “Aslan Adam 2 “, “Çelik Pençe” ismiyle bazı kanallarda çok az gösterildi.. “Dünden Sonra Yarından Önce” ise birçok kanalda çok kez gösterildi ve hala da gösteriliyor.

-1990’lı yıllarda herhangi bir yapımın içinde bulunmadınız. O yıllarda neler yaptınız?

- 1980 ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de sinema sanayi ve pazarı en kötü dönemini yaşadı. Sinema salon sayıları o kadar düştü ki, bir filmin sinema salonlarından para kazanması imkansız hale geldi. Diğer yandan yeni açılan özel kanallar da yıllarca eski Türk filmlerini göstererek film yapımını imkansız hale getirdiler. Aynı sürede video klüpler de kapanmaya başlayınca film yapımı durdu. Ancak, tekrar 1990 sonlarından itibaren, sinema salonu sayıları arttıkça sanayi tekrar işlemeye başladı, ancak tüm sistemler ve trendler değişti. Maliyetler kontrolsüz ve mantıksız bir şekilde arttı. Aynı zamanda reklam şirketlerinin ve TV kanallarının hegemonyası ile rekabet ortadan kalktı. Hala belli rüşvet düzenleriyle, kayırmalarla piyasada rekabet doğru işlemiyor.

1990 yılında şirketim Eks Yapım’ın o dönemdeki son filmi, “İki Başlı Dev” in yapımcılığını yaptım. Fakat film, Yunus Nadi ödülü de dahil birçok ödül almasına rağmen büyük para kaybetti. Böylece finans kaynakları yok oldu. Ben de belli bir süre yapımcılık yapmaktan vazgeçtim. Niyetim senarist olarak, yönetmen olarak, oyuncu olarak piyasada çalışmaktı. Ancak söz ettiğim haksız rekabet koşullarından, bana ne senarist, ne yönetmen, ne de oyuncu olarak hiçbir teklif gelmedi. 1993 yılında reklam filmi yapmama kararı almıştım ve çeşitli ısrarlara rağmen bu kararımdan da dönmedim. Ben de şirketimin yaşayabilmesi için iş konularında, dramatik eğitim filmleri yaptım, “Satış Teknikleri”, “Toplam Kalite Yönetimi”, gibi. 2000 yılında yaptığım, İngiliz ve Amerikalı oyuncuların oynadığı “ The Power of Motivation- 10 Golden Rules” isimli eğitim filmi hala ABD’de satılıyor.

2004 yılında artık piyasanın hazır olduğunu düşünüp, “Ne de Olsa Çocuk” isimli bir film yaptım. Çok kısıtlı mali olanaklarla yapılan filmde kendim de oynadım. Ancak o yıl 8 Türk filmi yapılmasına rağmen, bu filmin dağıtıma çıkmaması için piyasada herkes elinden geleni yaptı. Nihayet 2007 yılında bir TV dizisinden teklif geldi ve ATV’de gösterilen “Korkusuzlar dizisinde oynadım. Ancak prodüksiyonda yapılan bazı hatalar yüzünden dizi 4. bölümden sonra kaldırıldı.

-Sizin de içinde yer aldığınız bazı son dönem filmleri iyi gişe rakamları yakalamasına rağmen 70’li yılların özellikle Arzu Film ekolüyle karşılaştırıldığında kıyasıya eleştiriliyor. Kolpaçino gibi filmlerin bu kadar çok seyredilip aynı oranda eleştirilmesine bir sinemacı olarak siz nasıl bakıyorsunuz? Günümüz yerli komedi anlayışının 70’li yıllar kalitesini yakalayabildiğini düşünüyor musunuz?

- Son dönem filmlerindeki en büyük eksik, senaryo ve yönetmen kalitesidir. Arzu Film filmlerinin başarısının temel nedeni de bunlardır. Hikayeler ilginç ve gerçekçidir, senaryolar mükemmeldir, dramatik yapıları eksiksiz, diyalogları doğaldır. Bir filmde yönetmenin en önemli görevi oyunculuktur, çünkü seyircinin perdede / ekranda ilk gördükleri ve umursadıkları oyunculardır.  Arzu Film filmlerinde oyunculuklar harikuladedir. Doğaldır, gerçekçidir.

1990 sonlarından başlayarak endüstride bilgili, deneyimli, yapımcılar safdışı edildiler. Bunu yapabilmek için de sanki bir spor takımı kuruluyormuş gibi “genç” ekiplerle çalışmanın avantajlı olduğu kanısı yerleştirildi. Oysa film endüstrisinde oyunculuk da dahil hangi iş olursa olsun,  10 yıl deneyiminiz olmadan öğrenemezsiniz. Böylece çoğunlukla bilgisiz, deneyimsiz yapımcılar piyasayı ele geçirdi. Tabii, bilmedikleri için hikaye, senaryo seçimleri yanlış oldu. Aynı şekilde yönetmen seçimleri de. 2000’li yılların ortasından itibaren Sinema Fonu kurulup, Kültür Bakanlığı Destekleri de başlayınca film sayısı arttı ancak filmlerin hem ticari başarısı, hem de kalitesi düştü. Daha yönetmenliği dahi bilmeyen genç yönetmenler kendi filmlerinin yapımcılığını yapıp kaliteyi daha da düşürdü. TV dizilerinde kalitenin düşük olması pek fark etmedi, çünkü TV seyircisi yaşadıkları ekonomik koşullardan dolayı ne gösterseniz seyreder bir seyirci oldu. Hep kötünün iyisini seçti. Bu da tabii endüstrimizin kalitesi açısından çok zararlı oldu.

Yeni bir inanış oluştu. Sanki gişe hasılatı yüksek filmlerde kalite önemli değilmiş, kalitesi yüksek filmler de düşük gişe hasılatı yapar gibi. Bu doğru değildir. Bu yapımcıların ve yönetmenlerin en büyük yanılgısıdır. Son 15 yılın iş sonuçlarına bakarsanız, hiçbir yapımcı, hiçbir yönetmen filmlerinde istikrarlı bir sonuç alamamıştır. Bir tek istisna yine Arzu Film’den gelen Yavuz Turgul’dur. Sayın Turgul’un filmleri hem gişe hasılatı olarak, hem de kalite olarak hep belli standardın üstünde olmuştur.

Aslında Kolpaçino çok iyi ve zekice bir senaryodur ve yapılan eleştirilerin tümüne katılmıyorum. Filmde en büyük eksiklik yönetmenliktir, ancak başta Şafak Sezer olmak üzere oyuncuların çabalarıyla oluşan doğal ve gerçekçi oyunculuk, filmin beğenilmesini sağlamıştır.

Komedi anlayışına gelince, komedi en zor türdür. 70’li yılların komedi anlayışıyla bugünün komedi anlayışında da pek büyük bir fark olamaz. Öyle olsaydı 70’lerde yapılan Arzu Film filmleri, tekrar tekrar gösterilmesine, ezbere bilinmesine karşın, bugün dahi bu kadar çok izlenilmezdi. Bugün tek fark, genç senarist ve yönetmenlerin hepsi, kendi güldükleri şeyleri komedi filmi olarak yapmaya çalışıyorlar. Oysa genelde seyirci için komik olan tüm seyircinin yaşadıkları, yaşayabilecekleri veya benimseyebilecekleri durumlardır. Tabii, istisnalar olabilir ama genelde seyircinin beğeneceği filmler zekice ve seyirci araştırmasına dayalı yazılmış senaryolardan oluşur. Bence bugün iyi komedi yapılamamasının sebebi hikaye, senaryo ve yönetmen seçimlerinde yapılan itinasızlıktır.

- Londra’da almış olduğunuz eğitimin sinema hayatınıza katkıları neler oldu?

- Mountview, dünyanın en iyi dramatik sanatlar okullarından biridir. Orada aldığım eğitimin katkısı kariyerimde çok büyüktür. En azından orada öğrendiğim, sürekli öğrenme zorunluluğu ve öğrenmenin hiç bitmeyeceği kavramı, bugün tüm dünya sanayinde olanları, yeni kavramları, trendleri öğrenmemde büyük rol oynadı. Mountview,  Stanislavski Metodu eğitimi veren bir okuldur. Stanislavski’nin tüm kuralları bugün oyunculukta olduğu kadar, hem senaryoda, hem yönetmenlikte en geçerli kurallardır. Bu kuralların dışında olan örneklerin tüm dünyada ne kadar başarısız olduklarını da her gün görüyorum.

- Bazı kaynaklarda Tek Türkiye, Kurtlar Vadisi Pusu gibi TV dizilerinde de yer almaya başladığınız görülüyor. Son 5-6 yıldır vites yükselten yerli dizilerimizin eksik kaldığı yönleri sektörün içinden biri olarak anlatabilir misiniz?

- Evet son dönemde, son 15 yılda olmadığı kadar çok dizide ve filmde oynadım ama ne yazık ki hiç Kurtlar Vadisi’nde oynamadım. Ne yazık ki diyorum, çünkü bence çok ilginç, oynamak isteyeceğim birçok ilginç rollerin yer aldığı tüm zamanların en iyi dizisi. Ama nedense internette bu dizide oynadığıma dair birçok bilgi dolaşıyor. Sanıyorum oynayan bir oyuncuyu bana benzettiler veya isim benzerliği de yanıltmış olabilir.

Dizilerin son 5-6 yıldır vites yükseltmesi kanımca sadece sayı olarak. Bilhassa son 2 yıldır nitelik olarak başarılı diziler ortada. Neresi eksik derseniz, hemen aklıma deveye neren eğri sorusunun sorulması geliyor. Yukarıda da söz ettiğim gibi, rekabet olmayan bir ortamda kalite olması imkansızdır. Bir filmi, diziyi yapan en önemli kişi yapımcıdır. 1990’ların başından beri TV kanallarına dizi yapan yapım şirketleri ortadadır. Sanki başka yapım şirketleri yokmuş gibi, aynı şirketlerin, aynı yapımcıların her diziyi yapması ne sebepten olabilir sizce? Oysa bu yapımcıların, şirketlerin özgeçmişleri de ortadadır. Tabii, istisnalar kaideyi bozmaz, aralarında çok az da olsa doğru bilgiye, deneyime sahip olanlar da var, ama genelde nedense piyasadaki hiçbir kişi veya kuruluş son 15 senedir bunları sorgulamıyor. Bu da ilginç…

Bu yalnız yapımcıyla da kalmıyor. Yönetmenler, senaristler, hatta oyuncular hemen, hemen hep aynı kişiler. TV kanalları, (güya) yapımcılara, çalışacakları senaristleri, yönetmenleri ve oyuncuları diretiyorlar. Piyasada “Ben yaptım, oldu” olgusuyla hiçbir kurala, mantığa sığmayacak şeyler yapılıyor. Sürekli ortada, tek amaç para kazanmak gibi bir görünüm yaratılıyor ama bu doğru değil, çünkü birçok dizi bu sebeplerle para kaybediyor ve bu hatalar sanki bile bile yapılıyor. Rating denilen kriter tam bir palavra. Ratingler hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ölçüm aletleri kaç eve konulmuş, hangi evlere konulmuş, nasıl ölçüm yapılıyor gibi bilgiler hiç açıklanmıyor. Tamam, ölçümde kullanılan denekler, ölçüm sırasında açıklanmaz, ama denekler 2 veya 3 yıl kullanılır. Bu sürenin sonunda açıklanmak zorundadır. Açıklanmadığına göre ya aynı denekler 15 yıldır değişmiyor, ya da bir şeyler gizleniyor diye düşünmemek elde değil. En azından kaç ev olduğunu bilmemiz gerekir. Sonra ekonomik grupların kriterleri nedir? A-B diye geçen grubu bilhassa merak ediyorum çünkü benim bildiğim kadarıyla bu gruplar en az televizyon izleyen kesimlerdir. Ayrıca Pana Film gibi en çok rating alan Kutlar Vadisi dizisinin, “ratingler doğru değildir” açıklamasına, TRT gibi devlet kanalının ratinglerden çıkmasına rağmen, rating sistemi ile ilgili hiçbir tatmin edici açıklama yapılmıyor

Dizilerin eksikleri sayılmayacak çok olduğu için bu konuya girmek istemiyorum ama Türk film sanayimize verdiği zararlar çok büyük. Bunların çok ağır bedelini ne yazık ki gelecekte Türkiye ödeyecek. Dizilerin verdiği en büyük zarar bence şu: Öncelikle dizi piyasası bazı şeyleri bilmediğinden, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadığından oturdukları yerden bazı cahilce tahminlerle dünya film sanayinde oluşmuş kuralları, iş tariflerini, kavramları değiştirerek, uydurarak genç çalışanların yanlış bilgilerle yanlış deneyim almasını ve dolayısıyla yanlışların ve sistemsizliğin yerleşmesini sağlıyorlar. Dünyanın hiçbir film sanayinde olmayan yeni işler, yeni kavramlar oluşturuluyor. Yardımcı yönetmen gibi, oyuncu koordinatörü gibi, Time-Code asistanı gibi, genel koordinatör gibi. Bunun dışında film sanayilerinde mevcut çalışanların da görev tarifleri değiştiriliyor. Örneğin prodüksiyon koordinatörü tüm dünya sanayilerinde Production Manager’ın (prodüksiyon amiri) asistan sekreteriyken, bizde prodüksiyonun başı.

Prodüksiyon sistemi bilinmediği gibi süreçler de bilinmiyor, doğru uygulanmıyor. Hiçbir sinema okulumuzda prodüksiyon dersi yok, varsa da bilmeyen kişilerce yanlış öğretiliyor. Film yapımındaki 4 sürecin en önemlisi olan “Geliştirme Devresi (Development Period)” hiç bilinmiyor ve hiçbir filmde, dizide uygulanmıyor. Dünyanın en iyi sinema okullarında her 4 süreç de ayrı ders olarak okutuluyor ve öğreniliyor. Stratejik Planlama ise zaten Avrupa için yeni bir konu. Ülkemizde hiç bilinmiyor ve uygulanmıyor.

- Son olarak sinemada yapmayı çok isteyip de yapamadığınız ve iyi ki içinde bulunmuşum dediğiniz projeleri sorayım. Bu köşenin ilk ropörtajına konuk oldunuz. Değerli vaktinizi sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

- Sinemada çok yapmak isteyip de hala yapamadığım tek şey var, o da tüm dünyanın seyredeceği bir film yapmak. Aslan Adam’ı yaptığım bir film olarak kabul etmiyorum. Bu hülyamı yakında yapacağım “Anzak ve Mehmetçik (Anzac and the Johnny-Turk) isimli filmle gerçekleştireceğimi sanıyorum. Filmin % 65’i İngilizce ve başrollerinde iki Türk oyuncuyla Paul Hogan (Crocodile Dundee), Kylie Minogue ve J.J. Fields (Captain America) oynayacak. Şu anda filmin finansmanı tamamlanırken oyuncularla sözleşmeler yapılmakta. Yakında basın açıklamaları başlayacak.

Şu ana kadar sinemada, tiyatroda veya diğer sahne sanatlarında (hayatım boyunca başka işle uğraşmadım) herhangi bir görevle içinde bulunduğum, başarılı veya başarısız her projenin içinde bulunmaktan çok büyük faydalar elde ettim, çok şey öğrendim. Bu sebeple kariyerimde hiçbir yaptığım işten de pişmanlık duymadım, hep “iyi ki içinde bulunmuşum” dedim…

İlk ropörtajınızda konuk olmaktan şeref duydum. Ben teşekkür ederim.

 

 


 

EKİM 2011

 

 

Daha Fazlası İçin