F.Gül Yanık
fgulyanik@gmail.com |
Müzisyen'in İlk Kadın Konuğu (:
Evrim Özşuca
Tarihin bazı dönemlerinde erkeklerin kadınlar üzerinde haksız bir takım söylemlerine şahit olmuşluğu var bu dünyanın… Bu söylemlerin derinine indiğimde, ya söylemde bulunanların hayatına girmiş bir kadından sıkı bir kazık yediklerini, ya da egolarının bir kadından daha başarısız olmayı hazmedemediğini ve bu iki sebepten biri ya da her ikisi yüzünden içlerinde biriktirdikleri öfkeyi, acımasızca kusup, buna rağmen halen rahatlayamadıklarını görüyorum…
Sakın bunları koyu bir feminizm argümanı olarak algılamayın… Bu dünyaya erkek olarak gelmiş olsaydım da, aynı adalet anlayışıyla bakardım etrafımda olup bitenlere… Ben burada “kadın”ın değil, dünyaya eşit şartlarda inmiş olan her “insan”ın savunucusuyum. Dünya yasalarında adalet aramayalı çok oldu… Ama düşünün ki; Tanrı bile cinsiyet ayrımı gözetmemiş kul yaratırken… Öyleyse bu itip kakma, bu üstünlük savaşı ve horgörü kimlerin ayıbı? Kimlerin “hakkı”?
“Allah Allah burası Müzisyen köşesi değil miydi? Yanlış yerde miyiz? Ne anlatıyor bu kız?” demeden siz, ben söyleyeyim… Son zamanlarda kadınlık, erkeklik meseleleriyle ilgili düşünürken bir şeyi fark ettim… Müzisyen köşesinde bile bugüne kadar ağırladığım 10 konuğun hepsi erkek! Ve ister istemez dünyaca ünlü orkestra yönetmeni Sir Thomas Beecham’ın “Kadın besteci yoktur, olmamıştır, olmayacaktır!” diye devam eden “kışkırtıcı” sözleri geldi aklıma… Belli ki “sevgili” Thomas kışkırtıcı sözler söyleyip dikkatleri kendi üzerine çekerek gündemde kalmaya çalışmış 1900’lü yıllarda! Eğer hala yaşasaydı, kendisine söyleyeceğim tek şey şu olurdu: “Hayatta her şey “Sir” olmakla bitmiyor sayın Beecham…”
“Kadından şair olmaz” diyenleri de esefle kınamıştım kendi içimde… Bu insanların hiç mi edebî fikirleri yok, hiç mi kitap okumuyorlar diye şaşırmıştım… Oysa kadın besteci de, şair de ne kadar fazla dünyada… Haklarında yazılan onlarca araştırma yazıları, hatta ansiklopediler bile mevcut… Sümen altı edilebilecek kadar da az değil yani veriler… Acaba diyorum kadınların yaratıcılık vasıflarını mı kıskanıyor erkekler? Hadi şairliğine, besteciliğine çamur attınız, doğurganlığına nasıl çamur atacaksınız (: Kadında yaratıcılığı yok etmeniz, yok saymanız o kadar imkânsız ki… O yüzden tüm bu zavallı çabalar boşuna…
Neyse biz konumuza dönelim… Bir takım fırsat düşkünleri, Müzisyen köşesindeki konukların bir tesadüf eseri hepsinin erkek olmasını, Türkiye’de başarılı kadın müzisyen olmaması ile alakâlandırırlar diye gardımı almaya karar verdim (: Böyle bir yanılgıya çanak tutmaktan korktum diyelim (:
Ve işte… Müzisyen, sizlere ilk kadın konuğunu sunmaktan büyük bir onur duyar… Huzurlarınıza, sadece Türkiye’de değil dünyada da kendini kanıtlamış bir kadın müzisyeni davet ediyorum.
Evrim Özşuca’yı tanır mısınız ey ahali! Bilir misiniz ki, kendisi müzisyen bir babanın kızıdır… Çocukluğunda jazz ve blues dinlemeye başlamış, 13 yaşında aldığı viyolonsel derslerinin ardından, lisede kazandığı bursla Bilkent Üniversitesi konservatuarında çello bölümünde 6 sene okumuştur. Sonra Ankara Gazi üniversitesi müzik öğretmenliği bölümünden son sınıfta ayrılıp, İstanbul Bilgi Üniversite’sine yine bursla girerek Jazz bölümünden mezun olmuştur. 17 yaşında Ankara’da kurduğu ilk grubundan başka, bir albümleri de var olan Bagdat Avenue isimli grubun bir dönem solistliğini yapmıştır. Şu an Effective grubunun kurucusu ve solistidir.
Evrim’in en önemli iki başarısı önce Türkiye, sonra Estonya’da aldığı birinciliklerdir. İstanbul Nardis Jazz Club’ta düzenlenen “Genç Jazz Vokalist Yarışması”nın galibi olduktan sonra 2006’da Estonya’nın başkenti Tallinn’de, Nome Jazz Festivali kapsamında düzenlenen, “Uluslar arası Genç Jazz Vokal Yarışması”nda da birinci olarak ülkemizi onurlandırmıştır. Ayrıca bu yarışmada aldığı birincilikle, “Avrupa’nın En İyisi” unvanının da sahibi olmuştur.
Dahası; ünlü jazz’cı Ted Curson’ın “Ted Curson in Paris Live at the Sunside” isimli albümünde de solist olarak kendisine eşlik etmiş, Paris’teki konserlerde birlikte sahne almıştır.
Kuşkusuz bunlar hem kadının müzikteki yeri adına, hem de ülkemiz adına çok değerli adımlar... Tüm dünyada, sahne enerjisi, sesi ve müzikâl becerisiyle kabul gören bu müzisyen kadını kendi insanımız daha yakından tanısın, fark etsin, takip etsin istiyorum. Ve kendisiyle ilgili her şeyi bu köşe yazısında anlatmayarak, sizleri iki kahve, bir çay eşliğinde satır aralarına gizlenmiş çok özel bir sohbetle baş başa bırakıyorum…
- Neden jazz?
10-11 yaşımdan beri jazz dinliyorum, tamamen nasıl başladığını söylemem zor. Evimizde dinlenen müzik de oydu. Çok yakın bir aile dostumuz vardı, benim de can arkadaşım Ceren, onun babasının güzel bir koleksiyonu vardı; Sarah Vaughan’la başladık, sonra Ella Fitzgerald… Biz böyle sokaklarda söyleye söyleye takılırdık. (:
- Kendiliğinden oluştu yani bu seçim…
- Evet tamamen. Sonra, viyolonsel başka bir tutkumdu çocukluğumdan beri. Aslında ona oldukça geç, 13.5 yaşımda başladım. Sonra Bilkent’ten burs kazandım gittim ama geç başladığım için aslında yeteneğim var diye o bursu kazandım. Aslında solist olabilecek kıvamda değildim yani. Fakat zamanla şuna karar verdim: Ya solist olacaktım, ya da bırakacaktım. Çünkü senfoni orkestraları, Berlin Senfoni Orkestrası gibi ciddi ve gerçek yorumculardan, gerçekten müziğe kendini vermiş insanlardan oluşmadığı için, ben onlardan birinde viyolonsel çalmak istemiyordum. Bu bana göre bir iş değildi…
- Baban Nurettin Özşuca'nın müzik uğruna evinizi sattığı yönünde bir rivayet var (: Babanın, "Bir enstrüman çalmak ister misin" sorusuyla başlayan ve senin "viyolonsel" cevabını vermen, bununla birlikte kız kardeşinin de piyanoya yakın durması üzerine babanın elinizdeki tek varlığınız olan büyükbabanızın evini satmasıyla sonuçlanan bir durum :) Karşılığında ise sana bir viyolensel, kardeşine de bir piyano almış. Bildiğim kadarıyla, baban diş hekimi mezunu ve ailesi "çalgıcı" olmasını istemediği için diş hekimliği okumak zorunda kalmış.
- Evet tek bir tane evimiz vardı dedemden kalma, adam basbayağı sattı onu (: Bir viyolonsel ve piyano alınca geriye de bir şey kalmadı, çünkü çok pahalı enstrümanlar bunlar…
- Fedakârlık mı yaptı baban size?
- Aslında bu onun için fedakârlık değildi biliyor musun… Bütün gençliği, öğrencilik yılları ve iş hayatı boyunca konservatuara gitmek isteyip ailesinden “Doktor olacaksın sen, ama çok istiyorsan alalım sana pazardan bir gitar onunla da takıl hobi olarak.” cevabını almış. Ama babam azimle müzikte bir yerlere gelmek için çalışmış. Ben doğduğumda gündüzleri üniversiteye gidip diş hekimliği okurken, akşamları çalmaya gidermiş. Evi satarak kendisinde yapamadığını bizde gerçekleştirmek istedi diye düşünüyorum. O yüzden bu bir fedakârlık değildi aslında, bir dileğinin gerçekleşmesi gibi bir şeydi onun için.
- Evet, ne yazık ki çok fazla aile var çocuğunun ilgisi olmasına rağmen sanatla ilgilenmesini istemeyen…
- Kesinlikle çok şanslıyım…
- Ben sana bir kızın hikâyesini anlatayım mesela: Hep sanata, özellikle edebiyat ve müziğe ilgi duymasına rağmen aile telkini ile iktisat okuyan, yanlış bir yerde olduğunu da ne yazık ki üniversite son sınıfta idrak eden, bunu nasıl değiştirebileceği konusunda tedirgin ve kapana kısılmış hissederken bir gitar alan, bunun üzerine ailesinin “her şey için geç kaldığı fikri” ile sarsılan ve buna başkaldıran, yazdığı şiirlerden, şarkı sözlerinden ve bestelerden başka gerçeği olmayan ve hayatta kendi hayallerini gerçekleştirebilmiş insanların başarılarıyla mutlu olabilen bir kız… Onun gibi binlercesinin var olduğunu biliyorum… Evet, yapmak istediklerini sınırlandırılmadan ve dahası ailenin de aynı yöndeki beklentileri ve motivasyonuyla gerçekleştirebildiğin için çok şanslısın gerçekten…
- Ben Bilkent’in viyolonsel bölümünü bursla kazandığımda, o kadar lüks ve o kadar imkânları olan bir yere girmiştim ki… Babamla geldik okula, benim odam çift kapılı böyle ses geçirmez, özel yalıtımlıydı, anahtarı da bir tek bende… Babam dedi ki “Şu anda Türkiye’deki herhangi bir yerde, Ağrı’da dağda atıyorum, çoban olup senden çok daha yetenekli olup, bu fırsatlara erişemeyen bütün her bir bireye, bu fırsatı eline verilmemiş herkese borcun var. Bunu sakın unutma. Bu senin sorumluluğun. O yüzden şımarıp da bunu böyle elinin tersiyle sakın itme.” Kardeşim Zeynep 7 yaşındayken (henüz 3 senedir piyano çalmaya başlamışken), babamla yolda yürürlerken onun yaşlarında yoksul bir çocuk görmüşler, “Bak” demiş “Buna borçlusun, çünkü onun yok, senin var ve bunun karşılığını vermek zorundasın.” Babamıza ve annemize bu anlamda çok şey borçluyuz tabii. Hayata bakış, ayakta kalabilme, bir sürü şeye göğüs germe ve elindekinin değerini bilme, bunların hepsi çok önemli öğretiler…
- Geçmişten bir parça değiştirelim mi… Mesela baban senin başka bir alanda uzmanlaşmanı bekleyen bir baba olsaydı, dedenin evi hiç satılmamış ve dolayısı ile viyolonselin hiç alınmamış olsaydı, sen yine müzisyen olur muydun?
- Hiç bilmiyorum… Şunun gerçekliği çok ortada; tabii ki ben yine müzisyen olurdum dersem, babamı da annemi de kız kardeşimi de ve şu ana kadar olan hayatımın her bir anını da elimin tersiyle itmiş olurum ve bunu yapmaya hakkım olduğunu da düşünmüyorum. Çok büyük şanslıyım yani ben, bunun değerini biliyorum. O yüzden aileme, hayatıma girip çıkan, halen hayatımda olan bir sürü insana o kadar çok şey borçluyum ki; gerçekten onların herhangi biri olmasaydı ne olurdu hiç bilmiyorum, hiçbir fikrim yok… Ben ben olamazdım en başta… Önemli olanı bu… Hayat sadece aldığın eğitimin ya da attığın adımın sonucu değil; her bir anın varlığı… Her bir anın… Hiçbir şey o yüzden tesadüf değildir aslında…
- Her şeyin mutlaka bir sebebi vardır değil mi?
- Hem de her şeyin… Bu benim çocukluğumdan beri üzerine kafa yorduğum, deli gibi düşündüğüm bir şeydir. Yolda yürürken atıyorum, bir adım geri atıp, sonra yürümeye tekrar devam etsem, her şey farklı olabilirdi durumu vardır ya, bunların hiçbiri rastlantısal değil… Bugün seninle burada buluşmamız da asla tesadüf değil…
- Jazz’da cinsiyet ayrımcılığı olduğu ve genellikle kadınlara sahnede şans verildiği yönünde bir mağduriyeti var erkek jazz vokallerinin. İstatistiklere bakınca da hakikaten Türkiye’de ve dünyada erkek jazz vokalisti sayısının kadınlara göre az olduğunu görüyoruz. Bu bir tesadüf mü yoksa jazz aslında bir kadın dili mi?
- Bilmiyorum… Her şeye cinsiyet ayrımcılığı olarak bakmayı çok mantıklı görmüyorum. Ona bakarsan, dünyada da jazz bestesi olan daha çok erkek var. Buradan da erkek aslında üretken olandır, kadın sadece yorumcudur şeklinde bir çıkarım yapmak gibi bir şey bu. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar gibi bir yere geliyor… Bunu tartışmak da zaman kaybı olur.. Ayrımcılık var mı, bilmiyorum ya yok bence. Evet gerçekten jazz kadın vokal bayağı fazla. Erkek sayalım desek, Frank Sinatra ve işte ondan sonraki varisleri olan yeni nesil isimler var.
Öte yandan şöyle bak olaya; jazz söylemeyi tercih eden erkek az diye, sahnede daha çok kadın jazz vokali görmemizin sebebi cinsiyet ayrımcılığı olmamalı… Ben bir tane jazz kulübüyüm diyelim, bana günde 20 tane jazz grubu geliyor olsa, 19 tanesinin solisti kadın, 1 tanesininki erkek olsa. E ben ne yapayım şimdi bu durumda (:
- Belki bu soruyu erkek jazz’cılara sormak lazım ne dersin (:
- Evet, ben kadın olarak, yani dışlanmadığı düşünülen grubun bir üyesi olarak “ne alakâsı var kardeşim” diye cevap veririm bu soruya (::: Genelleme yapmak zor bu konuda.
- Bir röportajında "Yaşadığım zorluk Türkiye’de jazz müzikle ilgilenen bir müzisyen olmak." demişsin. Aynı sıkıntıdan söz eden başka jazz vokalleri de var ülkemizde. Avrupa'da sizleri görenler, duyanlar bile Türk olduğunuza inanmakta zorluk çekiyorlar. Gerçekten çok yetenekli olan, dünyanın pek çok yerinde havada kapılacak, konserlerden nefes almaya fırsat bulamayacak jazz vokalleri, Türkiye'de yeterince ilgi göremiyor. Sence bunun sebepleri neler? Türkiye'de jazz’ın ve jazz müzik dinleyicisinin konumu hakkındaki görüşlerin neler?
- Klasik jazz müziği Türkiye’de tüketilen bir müzik değil. İnsanlar burada hayatları boyunca onunla büyümüyorlar. Onu dinleyerek ihtiyaçlarını gidermiyorlar. Orada değiller. Bu da çok normal çünkü bizim müziğimiz değil bu… Öte yandan Türkiye’de; “Jazz müzik elit tabakaya aittir” gibi söylemlerden oluşan büyük bir yalanın da içinde yaşıyoruz.
- Evet, bu neden böyle, ticarî olmadığı için mi mesela?
- Muhtemelen... Belki açılan bazı kulüplerin yaklaşımı dolayısıyla. Bir de şöyle bir şey var, aslında bu çok da mantıksız değil, Türkiye’de çok yakın geçmişte Bilgi Üniversitesi ciddi bir kapı açtı aslında. Çünkü şu anda ben kendi yaş grubuma bakıyorum, okulda beraber okuduğumuz arkadaşlarıma bakıyorum, şimdi hepimiz bir yerlerde bir şeyler yapıyoruz ama İBÜ’den önce böyle bir olanak yoktu. Jazz müziği çok seven, kulüp sahibi olan bir insan yurt dışından sanatçı getirmek zorundaydı. Ama bunun bir maliyeti var ve bu maliyeti, bir şekilde ticaret de yapmak zorunda olduğu için dinleyiciye yansıtmak durumunda… Böylece jazz elit bir duruma geçti bence. Bu çok basit bir mantık tabi…
Bunun sonrasında ise bizim bu kuşak geldi, okul ve okuldan sonra bir yerlerde sahne alabilenler… Okul, yurt dışından insanların gelmesine de vesile oldu. Öğretmenler de müzisyen oldukları için, sadece öğretmenlik yaparak durmadılar, onlar da piyasaya çıktılar. Hani biraz daha dağıldı, yayıldı bu durum.
- Ama bu yine de jazz’ın elit tabakaya hitap eden bir müzik türü olduğu izlenimini değiştirmeye yetmedi…
- Yetmedi. Çünkü mantalitenin bir toplumda gelişmesi çok uzun zaman alır. Hem de çok uzun zaman… İşte “3 sene önce böyle değildi ama artık böyle, o zaman herkes jazz dinlesin.” gibi bir durum da söz konusu değil. Sadece Türkiye’de değil, dünyada müziğin gidişatı da rezalet şu anda. Popüler müziğe baktığımızda hele… Dolayısıyla da jazz’ın orda yapışıp kalmış olması, elit damgası yemesi olumlu geliyor bana. Sosyal açıdan gayet de elit kalabilir. Jazz şarkıcısı olmanın zorluğu da işte orda, çünkü hani her yerde sahne alamıyorsun, alsan da doğru düzgün para kazanamıyorsun, çünkü insanlar gitmiyorlar.
- Genelde bizde barları, gece kulüplerini dolduran kitle “eller havaya modu”nda olduğu için…
- Evet işte… Çoğunluk öyle. Çoğunluğu da bu olduğu için suçlayamam. Ama beni ilgilendirmiyor sonuç itibariyle. Dolayısıyla da çok da böyle inanılmaz büyük çıkmaza girdik gibi bir durum yok. Hepimiz başka tarzlarda müzikler de yapıyoruz yani. Ben jazz dışında R&B, soul, funk, blues söyleyerek hayatımı idame ettiriyorum
- Genelde Jazz söylemiyorsun o zaman canlı performanslarında?
- Jazz sahneleri kırk yılın başı oluyor ne yazık ki... Keşke fırsatım olsa, sadece onu yapsam.
- İstanbul'daki zor şartlardan ötürü Gümüşlük'e gitmişsin ve orada canlı müzik yapmışsın. İstanbul'da jazz müzik alanında daha geniş olanaklar sağlamak mümkün değil miydi? Neden senden mahrum kaldık?
- Benim Gümüşlük’e gidişim tamamen kişisel… Kendi yaşam yolumda verdiğim bir karardı bu. “Bu İstanbul’da da yaşamak imkânsız” diyerek gitmedim. Aslına bakarsan, burada yaşamak zaten hep imkânsızdı ama imkânsızlıklar bana pek koymamıştır hayatta, çok da büyük imkânlarla yetişmedim çünkü hayatım boyunca. Bir şekilde ayakta durmak imkânlının olmasıyla, olmamasıyla alâkalı bir şey değil zaten bence. O bir bakış ve büyüme şeklidir, yokluktan gelmek bu anlamda bir problem değildir. Var olmayı bir şekilde başarır insan. Önemli olan önüne ne koyduğun, nasıl amaçlar koyduğun ve o amaçlar doğrultusunda gidip gitmediğin. Yoksa sıkıntı dediğin bir gün vardır, öbür gün olmayıverir…
Soruna gelirsek, ben Gümüşlük’e gitme kararı aldığımda, bütün öğretmenlerim bana çok kızdılar, “Tam sahneye çıkacağın zaman Gümüşlük’e gidilir mi, hayat daha yeni başlıyor, bütün aldığın eğitimi, birikimi ortaya koyma zamanın geldi” diye.
- Sen Gümüşlük’e yerleştikten sonra Estonya’daki yarışmaya katılarak birinci olunca ne dediler (:
- Hah işte oraya geliyorum, asıl güzel olan o kısım işte ((: “Senin tam sahneye çıkma, bütün öğrendiklerini ortaya koyma ve kendini kanıtlama zamanın… Emekli mi oluyorsun daha başlamadan, daha kaç yaşındasın ki böyle bir hayat seçiyorsun” dediler, ben de dedim ki “Akıl sağlığımı korumak, şu an kariyerimi ve müzikal yolumu korumaktan çok daha mantıklı. Şu anda benim için atılacak ilk adımda biraz sakinliğe ihtiyacım var.” Çünkü İstanbul’a ben gerçekten alışamamış insanlardanım, 5 sene geçti burada işte Bodrum’a gitmeden önce, tamam dedim birazcık duracağım, ben bir şey bırakmıyorum dedim, bütün hocalarım “Sen çok yeteneklisin, acayip iyi olacaksın, neden bırakıyorsun.” falan dediler, sanki hayatı terk ediyorum, orada çiftçilik yapacağım (: Bu Estonya ve Nardis yarışmalarındaki birinciliklerim bu yüzden aslında çok önemlidir benim için, çünkü oradaydım ama işimi de bırakmadım, orada kendimi topladım, yogamı yaptım, içimi temizledim, denizle baş başa kaldım, mandalina bahçesinin içinde yaşadım, çok önemlidir bunlar da... Kendi odunumu kendim toplayıp sobamı yaktım, onlar bana başka şeyler kattı. Bir yandan da çalışıyordum. Marina Yat Kulübü’nde jazz müzik yaptım. Orası sayesinde maddi açıdan ayakta durdum. Sonra Nardis’teki yarışma için Sibel Köse aradı ve katılmamı istedi. Orada birinci olmak benim bütün hocalarıma cevaptı ve benim zaferimdi. Bu işi bırakmadığımın, oraya bir şeyleri bırakmaya gitmediğimin kanıtıydı. Kalbim nasıl atmaya devam ediyorsa, müzik de öyle bir şey benim için. Nereye gidersem benim birlikte geliyor.
|
- Estonya'daki birinciliğinden sonra dünyaca ünlü caz piyanisti David Kikoski'den bir teklif almıştın. Belki birlikte bir albüm yapma projeniz olacaktı, bu konuda bir gelişme var mı?
- Evet bir aylığına gittim ama o kadar da abartıldığı gibi değildi durum. Sadece birlikte birkaç çalışma yaptık o kadar. Ted’le Paris’te albüm kaydından sonra, New York’ta bu albümün konserlerine çıktık. Bir sürü kapı birbirini açtı ama albüm konusu hiç yoktu. Sadece “Gel çalışalım” demişti David ama basında bazı şeyler çok abartılıyor. “Ben bir albüm yapıp döneyim.” Oldu o da hemen, tabi kolaydı öyle (:
- Peki kendi solo albümünü çıkarmayı düşünmüyor musun? Effective isimli bir de grubun var… Onlarla çalışmalarınız ne aşamada?
- Effective’i bu sezon başında kurdum. 9 kişilik bir grup olduğumuz için “Kalabalıksınız, nasıl para kazanacaksanız?” diyordu herkes. Bir grupta ne kadar az kişi olursa o kadar çok para kazanılır evet ama müzik nerede diye sorarsanız onun karşılığı yoktur. Benim için o olmalı. Çok zengin ve paralı olduğumdan değil ama ben böyle büyüdüm, böyle gördüm, öğrendim, ben hayatım boyunca bunu yaşama geçirdim, benim için başka bir yol yok. Dolayısıyla bütün bu gruplarla alakalı olarak da yaptığımız en son şey müzik oluyor maalesef. Oysa bir grupta herkes büyük bir yapbozun küçük parçalarıdır. Aramızdan birisi kendini diğerlerinden daha üstün görürse, o yapbozun görüntüsünü bozar, bunu yapınca boyalar birbirine karışır… Ben bu mantığı korumaya çalışmaktan, müzik yapmayı özler oldum.
- Bir grubun öznesini “müzik” olarak tutmak grupların yüzde doksanında yaşanmayan bir şey; belki de o yüzden gruplar çabuk dağılıyor.
- Ama çok saçma bu yani.
- Evet, sonuçta müzisyensin ve müzik için ordasın… Onun için orda olman lazım yani (:
- Bir gariplik var hakikaten, denge bozulmuş durumda, nasıl bu hale gelmiş onu da bilmiyorum ama… Ne çok umutsuzum, ne de çok umutlu. Effective’i hala ısrarla 9 kişi tutmaktan da memnunum. Bir sürü zorluk çıkmasına rağmen… Bir sürü kulüpte “Biz istediğiniz parayı veremeyiz”le karşılaşıyoruz ama olsun çaldık mı, kırk yılın başı da çalsak, güzel ve doğru müzik çıkıyor en azından. Benim derdim daha çok o galiba.
- Solo albüm yap, ne diyorsun?
- Yapacağım evet. Yavaş yavaş ona girmeye başladım ama bunların hepsi zaman isteyen şeyler. Bagdat Avenue’da mesela yapımcı, bir şarkıya darbuka koymayı teklif etmişti, çünkü o daha “catchy” bir şey arıyordu. Çünkü biz müzik yapıyoruz, o ticaret yapıyor. Dolayısıyla düşünüyor insan: Müziğe ticaret olarak bakmayan bir yapımcı var mıdır Türkiye’de acaba… Ya da belki yurt dışından biriyle çalışmak gerekir.
- Motivasyon kıran da bu… Sen albüm yapmaktan çekiniyorsun, niye, çünkü bu ülkede bu tutar mı ya da düzgün bir yere gider mi, ya da müzikalite olarak olması gerektiği yerde olur mu diye bir tedirginliğin var mesela.
- Aslında tutar mı diye hiçbir tedirginliğim yok açıkçası. Çok umurumda da değil yani…
- Ama değerinin bilinmesi önemli bir şey değil midir?
- Bazı şeylerin değeri çok sonra bilinir ama her şeyin bir zamanı vardır bence. Ürettiğim bir şeyin takdir, saygı görmesini tabiî ki çok isterim. Ama görmezse de bu benim yıkımım olmaz çünkü bir gün bir yerde olacaktır o. Benim görmem de çok gerekmiyor yani… Tutar mı? Tutmazsa tutmasın, benden bir şey çıksın yeter ki… Daha çok üretkenlik kısmıyla ilgileniyorum ki benim o kısımda ciddi problemlerim var bu aralar onu zorlamaktayım.
- Kimleri dinliyorsun en çok?
- Yeni nesil müzisyenlere ben daha yeni yeni girdim. Benim için “top” şarkıcılar vardır mesela, Ella Fitzgerald, Sarah Vaughan, Frank Zappa gibi… Sonra Billy Holiday tektir… Yeri hiç değişmedi ve değişmeyecek de galiba, onun hayatına duyduğum özel bir ilgi de var. Sonra Türkiye’den Elif Çağlar’ın hastasıyım, Sibel Köse müthiştir yine jazz vokali olarak. O kadar çok isim verebilirim ki… Jim Scott, Erykah Badu, Dinah Washington, Bob Marley...
- Türkçe müzik dinliyor musun?
- Hiç dinlemiyorum… Atilla Özdemiroğlu’nu başarılı bulurum müzisyen olarak. Bir de Bülent Ortaçgil bence çok iyi bir ozan. Ama oturup da dinlemem. Burada çalsa mesela “Aaa ne güzel iyi ki çaldılar” derim ama evde oturup özellikle dinlediğim müzik bu değil. Sahnede de mesela hiç Türkçe söylememişimdir.
- Eyvah eyvah, senin albümün çıksa, içinde Türkçe sözlü parça bulamayacağız o zaman (:
- Ben Türkçe söylerken bir garip oluyorum… Yani bunu kimileri özentilik olarak görebilir ama alakâsı yok… Benim kendimi ifade edebilmeyi becerebildiğim müzikâl dil hiçbir zaman Türkçe olmadı. Anadilim Türkçe olabilir ama 10 yaşımdan beri söylediğim türdeki şarkılar hep ingilizceydi.
- Şarkı dili olarak ingilizceye alıştığın için beynin o şekilde motive olmuş sanırım (:
- Evet… Belki de acı bir şeydir bu yaa! Düşünsene (:
- Türkçe sözlü jazz albümü bu yüzden belki de çok yaygın değil. Aslında yapsan daha ilgi çekici olmaz mı?
- Onu yapanlar da var, ama yapacaksan en güzelini yapacaksın, hissedeceksin. Ben kendimi hissedemiyorum o zaman… Ben yaparsam eğreti duracak biliyorum… Ama yapabilen ve yaptığında da şahane bir duruşu olanları dinlediğimde inanılmaz keyif alıyorum bunu dinlemekten…
- Müzikte gelmeyi istediğin nokta nedir?
- O hiçbir zaman olmayacak (: Hep bir adım sonrası olacağı için (:
- Şu an bir adım sonrası nedir senin için?
- Albüm (:
- Pekâlâ, bu söyleşide sana sorulmasını en çok istediğin ama henüz sorulmamış olan bir soru var mı?
- Yok (:
MAYIS 2010
F.Gül Yanık Söyleşileri
|