YAŞAM

Gülbahar Kültür

Gülbaharatlı Mektuplar Vol:1

gkultur@aol.com

 

 

Genelde öyle ‘‘ah nerede o eski şunlar, ah nerede eski bunlar‘‘ diye evvel zaman edebiyatı yapan biri değilim ama haberleşmenin en güzel yollarından biri olan mektuplaşmak bağlamında ''ah nerede o eski mektuplar'‘ dediğim oluyor bazen. Teknolojinin hızla geliştiği  süre içinde haberleşmek öyle pratikleşti ki, mesele ''biz büyüdük ve kirlendi dünya'’ya dönüştü. Aklın yolu bir olabilir ama haberleşmenin / iletişim kurmanın yolu günümüzde binbir bir durumda. Son on yıla kadar sıkı bir mektup yazıcısıydım. Hele Almanya’ya geldiğim ilk dönemler işim gücüm mektup yazmaktı desem yalan olmaz. Yıl 1979 ve Yaş 14. Zoraki göç etmişim. Dil yok. Almanca bildiğim iki cümle var. Onun da biri küfür, diğeri herkese söylenecek türden değil. Doğru dürüst kimseyi tanımam. Tanımayı da istemezdim zaten, çünkü planda yakın bir zamanda memlekete geri dönmek var. En azıdan pederin hedefi bu. Hala ''dön babam dön‘‘ derim o yüzden :) Yaş, en yakın arkadaşlarla beş yıllık kalkınma değil, ömür boyu birlikte birşeyler planlama yaşı. Hayaller XL. Gönüller yayla. Can ciğer kuzu sarması bi arkadaşım vardı. Nasıl yazışırdık, sorma. Mektubun biri gider biri gelirdi. Harçlıkların küçümsenmeyecek bir bölümü tahvile değil, pula yatırılırdı. Yıllarca böyle gitti. Sayfalar dolusu. Her biri kısa öykü olabilecek uzunlukta. El yazısıyla yazılmış bir mektubun içinde kelimenin gerçek anlamıyla sırf el emeği değil, alın teri / ruh teri de var. İnsan harflerin kıvrımından bile karşısındakinin halet-i ruhiyesini tahmin edebiliyor. Bu arkadaşın dışında bir de kuzenim vardı sürekli mektuplaştığım. İki üç arkadaş daha ama onlarla bu ikisiyle yazıştığım kadar sık yazışmazdım.

Sevgili Kadri bundan bir süre önce, onun deyimi ile ‘‘hayırlı bir iş için‘‘ kapımı çaldığında ve bana dünyaları değil ama web sitesinde bir köşe vaat ettiğinde aklıma köşe yazısı yerine mektup yazmak geldi. Çağımızın gereği kalem yerine klavye kullanacağım ama bu kadar kusur kadı kızında da olur :) Birine hitap ederek yazmak kolayıma geliyor. Belki de ondan. Bu yazdıklarımı okuyan herkes bu mektubu kendisine yazılmış saysın. Bir de kafama eseni yazabilme olanağı cezbetti. Günlük yazma alışkanlığım olmadı hiç. Günlük - Mektup arası bir yolculuğun seyir defteri de olabilir. Göreceğiz.

Bir çok işyerinde olduğu gibi bizim radyoda da (Radio Bremen) sigara içilmiyor. Bazı katlarda sigara içilen kabinler var ama havalar izin verdiği sürece bu kötü alışkanlığımı dışarıda, açık havada gidermeyi tercih ediyorum. Geçenlerde öyle tellenirken, kapıda televizyon bölümünden iki arkadaşın yanında nereden tanıdığımı anımsamadığım biriyle karşılaştım. Göz göze gelince selamlaştık. Arkasından baktım. Yürümekte zorluk çeker gibiydi. Kim bu yakışıklı, karizmatik amca diye düşündüm ama o an çıkaramadım. Asansörde jeton düştü. Daha bir dakika önce selamlaştığım şahs-ı muhterem hem Alman hem de dünya sinemasının en önemli kameramanlarından biri olan Michael Ballhaus’du (görüntü yönetmeni de ayrıca). Üniversitede bir dönem sinema üzerine yoğunlaşmıştım. Rainer Werner Faßbinder’in filmlerini analiz etmiştik iki sömestr boyunca. Faßbinder’in filmlerini izlemek demek Ballhaus’un kamera diliyle de ‘uğraşmayı’ beraberinde getiriyordu, ki onun kullandığı görüntü dili beni çok etkilemişti. Sanatından etkilendiğim yaşayan bir kemara efsanesi yanımdan normal vatandaş gibi gelip geçmişti. Bir an dönüp TV bölümüne bir baksam mı diye düşündüm. Elim iPhone’a gider gibi oldu ama anında vazgeçtim. Yanyana bir fotografımız olsaydı şık olurdu tabii ki.

Buna benzer bir durumu çocukluğumda yaşamıştım. O geldi aklıma. Sanırım 9 ya da 10 yaşlarındaydım. Yazları kardeşlerimden biriyle beraber Sarıyer’de çiftliği olan amcamın bahçesinden toplanmış fındıkları satardık asfalt kenarında. Mekan Sarıyer-Kilyos yolu üzeriydi. Bir gün bir araba durdu. Müşteri hem yağlı hem ballı. Direksiyonda Orhan Gencebay. Yanında sonradan Sevim Emre olduğunu öğrendiğim bir sarışın. Belli etmiyorum ama tabii ki çocuk da olsak kendisini tanıyoruz. Etrafımdaki gençler ya orhanist ya da ferdikeş. Yine de kimseye özel muamele yok ilkemizden şaşmıyoruz :) Müşteri-satıcı muhabbeti çok uzun sürmüyor. Olmadık yerde utangıçlığım tutar. İçimden geçen imzalı fotoğraf isteğini bastırdım ama böyle bir fırsatı nasıl kaçırdım diye içim içimi de yemiyor değil. Anlatsam kimse inanmaz. Sonunda aklıma bir çözüm geldi. Sarıyer’e indiğim ilk gün gidip kırtasiyenin birinden Orhan Gencebay’ın ince bıyıklı fotograflarından birini aldım. Üzerine nerdeyse fotoğrafın dörtte birini kapsayan fiyakalı artistik bi imza çaktım ve onu etrafımdakilere  - günün birinde masum yalanımı itiraf etmek üzere- uzun süre gerçekmiş gibi yutturdum. O zamandan kalan bi soru yanıtını ama hala bulamadı. Acaba O. Gencebay parayı uzatırken ‘üstü kalsın’ demiş midir :)

Para dedim de. İşte mektubun güzel bir yanı, laf lafı açıyor. Almanya’ya gelişimin ilk yılıydı. Oturduğumuz mahallenin orda bir çocuk parkı vardı. Ordan geçiyordum. Bankların birinde yaşıtım 3 kız oturmuş yüksek sesle sohbet ediyorlardı. İnsan ister istemez o tarafa bakıyor. Ben de baktım. Suratlar birden düştü. Almanca bildiğim yok doğru dürüst ama bazı kelimeleri yavaş yavaş sökebiliyorum. ‘Türkenschwein’ dedi içlerinden en yapılı olanı önlerinden geçerken. Başladılar bunlar kikik kikir gülüşmeye. Arkama döndüm, acaba doğru mu anladım diye ama yola devam ettim. Tekrar aynı söz. Bu kez biraz daha yüksek sesle. Anlaşılan benim özellikle duymam isteniyor. Demek doğru anlamışım. ‘‘Türk Domuzu’’. Gerçi domuzların çok sevildiği bir ülkede neden domuz kelimesi birini aşağılamak için kullanılır hala anlamış değilim ama tepemin tası attı tabii ki. Geri dönüş hamlesi yaptım ama hala ‘’sabır bilgeliğin arkadaşıdır’‘ çizgisindeyim. Benim bu hareketimi gören üçlü bi an tereddüte düştü ama içlerinden grubun başını çektiğini düşündüğüm yapılı olanı bir kez daha ısrarla ve kendinden emin bir tonlamayla aynı kelimeyi kullanınca benim sigortalar attı. Karşımda üç kişi. Her biri bana cüsse olarak rahatlıkla fark atar. Benim o zamanki ağırlık sınıflandırmam tüy siklet. İçerinden biri bile sırf bir tükürükle sarsar beni. Üçü birden tükürse duvara yapışırım. Allahın sopası yok ki gökten indirsin, iş başa düştü. Yine de ilahi güç mazlum saflarında yer almış olmalı. Bankta ortada oturan zanlı yakasına yapışmamla birlikte kendini yerde buldu. Madem Almanca bilmiyoruz, vücut dilini konuşturmak vaciptir diyerekten giriştim. O güç nerden geldi. Diğer iki eleman zanlıyı elimden bir süre sonra nasıl aldı, bilmiyorum ama eve giderken kendimi müthiş iyi hissettiğimi bugün gibi anımsıyorum. Kendini ifade edebilmek çok önemli :) Ayrıca Japonlar boşuna dememiş ‘’Müzik değiştiğinde dans da değişir’’ diye.

Bu olayın üzerinden yaklaşık 4 yıl sonra kardeşlerimden en ufağı bir gün eve elinde bir cüzdanla geldi. Telefon kulübesinde bulmuş. İçinde 250 DM vardı. Baktık bir de kimlik var. Üzerinde genç bir erkek resmi. Telefon rehberinden bulduğumuz bir kaç alternatiften biri doğru çıktı. Bir iki saat sonra kapı çaldı. Kapıyı ben açtım. Karşımda sapsarışın annem yaşlarında bir kadın. Onun yanında resimdeki genç ve ikisinin arkasında da epeyce kilo vermiş olmasına rağmen hemen tanıdığım o kız. Yıllar önce parkta dil yetersizliğinden bana kendimi savunmak adına kaba kuvvetten başka seçenek bırakmamış grubun başı. Beni görür görmez Miss Piggy gibi kızardı. Ben cüzdanı ellerine tutuşturur, konuyu kapatırız diye düşünürken, annem onları içeri buyur etti. E ne de olsa eve her gün Alman misafir gelmiyor. Annem bu gibi durumlarda kendini Türkiye Cumhuriyetini temsil edermiş gibi hisseder. Atanmamış fahri konsolos :) Derken çay börek durumları. Kadın ve oğlu teşekkür yarışına girip, Türklerin ne kadar dürüst olduğundan dem vururken, kızda sürekli bir eziklik, geri planda kalma gayreti. Herkes onun kim olduğunu biliyor sandı herhalde. Oysa kimsenin bir şeyden haberi yok. Neyse çocukcağız meğerse o gün aylığını almış. Bankadan çıktıktan sonra da telefon kulübesine girmiş ve cüzdanı orada unutmuş. Yüzünde havadan para kazandım ifadesiyle pek sempatikti. Bu olay harika bir dostluğun başlangıcı falan değildi tabii ki. Bir daha hiç karşılaşmadık ama umarım biri dersini almış ediyordur ezber :)

Almanca’da ‘'Man sieht/trifft sich zweimal im Leben’' yani ‘'Hayatta iki kez görüşülür / karşılaşılır’' diye bi deyim var. Çevirisi kulağa biraz garip gelebilir ama demek istenen şu: Biriyle karşılaşınca ona asla bir daha karşılaşmıyacakmışınız gibi kötü davranma, çünkü hayat bir gün sizi tekrar buluşturabilir. İlk karşılaşma öyle olsun ki, ikincisinde birbirinizin gözünün içine bakacak yüzünüz olsun. Don Herold versiyonu da bu:  Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma, geri dönmek isteyebilirsin.

Şimdilik bana müsade. Kasımda görüşmek üzere
Garptaki Kültür ateşeniz :)
G. K

 

* Gülbahar Kültür’ün DJ performansına henüz tanık olmayanlar, geçen geldiğinde gidemedik, kaçırdık diyenlere bir müjdemiz var. Şu günlerde yayınlanacak olan ve dünyada gittikçe populerleşen bir stil olan electro swing çalışmalarına yer veren yeni compilationı ‘'The Electro Swing Revolution Vol. 2’'nin lansmanı Bremen ve Berlin’den sonra İstanbul’da gerçekleşecek. Şimdiden 22 Ekim tarihini not alın. Mekan Eski Cambaz. İstanbul’da olduğu süre içinde yayın tarihimize bize ulaşan diğer performanslar geceleri ise 21 ve 29 Ekim. Detaylı bilgileri Facebook sayfasından takip edebilirsiniz.

 

 

EKİM 2011

 

Diğer Yazılar

 

Daha Fazlası İçin