YAŞAM

Gülbahar Kültür

Gülbaharatlı Mektuplar Vol:2

gkultur@aol.com

 

 

‘Geldim Almanya’ya, gördüm zulümü’, ‘Almanya sen babamı götürdün’, ‘Almanya’ya mecbur ettin beni’, ‘Almanya gemileri’, ‘Almanya yolunda gurbet yazılı’, ‘Almanya gardaşımı geri ver’, ‘Almanya’da sevgilimi yitirdim’, ‘İşte geldim Almanya’ya’, ‘Zalim Almanya’, ‘Almanya’ya gidiyorum Mehmedim’, ‘Almanya acı vatan’. Almanya'da yaşayan Türk işçilerinin sorunlarını dile getiren türküleri say say bitmez. Saysan ‘burdan köye yol olur’.

Bu türkülerin geçmişi taş çatlasa yarım yüzyıl. 2011 Türkiye’den Almanya’ya göçün 50. yılı. Tüm eyaletlerde bu bağlamda kutlamalar oldu/oluyor. Birinci nesil diye adlandırılan büyüklerimizin çoğu ‘konuk işçi’ olarak geldi. Okumak için gelenler de var ama işçilerle kıyaslandığında sayıları oldukça düşük. ‘Konuk işçiler’in gurbet kariyeri bir hayli ilginçtir. Çoğu Anadolu’nun çeşitli yörelerinden henüz kendi ülkesinde büyük bir kente uğramadan, hatta yaşadığı bölge dışında başka yer tanımadan, anadillerinde bile kendilerini doğru dürüst ifade edemezken, ‘ver eline Alamanya’ yapmış. Düşünüyorum da, ne cesaret. Dil yok. Eş yok. Dost yok. Bambaşka bir kültür. Bu anlamda yukarıda örnek verdiğim türkülerin metinleri büyük ölçüde yaşanan kültür şokunu yansıtır. Aslında 50 yıl öyle çok uzun bir süre değil. Göçmenlikten yaşadığın ülkeye tamamen adapte olmaya giden yol çetrefilli. Başarıya ulaşmak için en az bir kaç nesil gerekiyor. İlk gelenler kendi deyimleriyle ‘çok çile çektiler’. Büyük bir kesim zaten kalmak için gelmedi. Çağıranlar da onları kalsınlar, yerleşsinler diye davet etmedi. Arz talep meselesi. Çalışıp etliye sütlüye karışmadan yaşandığı sürece sevimli misafirler olarak kabul gördüler. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. İsviçreli yazar Max Frisch’in 70lerde dediği gibi, onlar işgücü çağırdı ama insanlar geldi. Üçbeş kuruş biriktirir, ha bugün ha yarın döneriz diyenler yavaş yavaş ailelerini de yanlarına almaya başladılar. Oysa misafirin kısa kalanı makbul :)

Uzatmayayım Türkiye’de yaşayan her ailenin uzaktan ya da yakından tanıdığı mutlaka birileri vardır Almanya’da yaşayan. Hikayeler üç aşağı beş yukarı birbirinin benzeri. ‘Konuk işçi’ Almanya’da ‘yabancı’, Türkiye’de ‘Almancı’ ya da ‘gurbetçi’ adıyla anılmaya başladı. Uzun yıllar bu böyle gitti. 50 yıl sonra nerdeyiz diye sorarsanız, kimileri hala sıla kafasında. Kimileri arada derede kaldı, ne buralı olabildi ne geri dönebildi. Kimileri kendini döviz için satılmış, kaderine terkedilmiş duygusuyla Almanya’yı zorunlu olarak ikinci vatan belledi. Kimileri uyum sağladı. Kimileri kraldan çok kralcı kesildi. Kimileri kendine özgü yeni bir kimlik inşa etti, kendi yaşam sentezini gerçekleştirdi. Yine de herkes için geçerli ortak bir nokta var. Artık ‘Almanyalı Türkler’ ya da ‘Türk kökenli Almanlar’ diye bir gerçek var. (Burada Türkler derken Kürtleri ve diğer etnik gruplardan insanları da, aslında genel anlamda Türkiyelileri kastettiğimi de belirteyim). Onlar ne Türkiye’de yetişmiş Türkler gibi ne de burdaki sistemin görmek istediği ‘Almanlar’ gibi. Ne tam asimile ne tam entegre. Zaten bütün mesele sağlıklı bir sentezde.

İnsan gençliğinde böyle bir sentezi en sağlam ‘aydınlar’ başarır sanıyor. Özellikle 12 eylül askeri darbe sonrası Almanya’ya bu kesimden akın oldu. Siyasi nedenlerden ötürü ülkesini terketmek zorunda bırakılmış yazar çizer müzisyen vs. Ben o zamanlar çiçeği burnunda, ufacık tefecik içi dolu şiircik bi yeni yetmeyim. Öğrenmek adına maymun iştahlıyım. Daha Almanca’ya hakim olmadığımdan olanaklar dahilinde bakıyorum nerde neler var. Edebi anlamda kendimi nasıl besleyebilirim. O zamanlar bugünkü olanakların çoğu yok tabii. Biraz zaman aldı ama belli bir süre sonra farkına vardım. 80li yılların başlarında Türkiye’den gelen aydınların da kendilerini ifade etme açısından işçilerden pek farkı yoktu. Bir kesim sıla hasreti ile yanıyor, türkülerde/türkülerle parçalanan aileleri ön plana çıkarıyordu. Yabancı bir toplumda var olmanın ağırlığı altında eziliyordu. Dil sorunu sorunların en büyüğünü oluşturuyordu. ‘Aydın’ kesim ise özellikle ilk dönemler uzaktan da olsa Türkiye’deki siyasi hayatlarını sürdürmekle meşguldu. Daha sonra buraya uyum sağlamaya çalıştılar ama bu da gönülsüz oldu. Çoğunun içinde ‘Şartlar değişsin. Bi dakika durmam buralarda’. Kısacası kimse kalıcı değil. Gerekçeler farklı da olsa sonuç aynı. Geçici bir süre için buralardayız mantığı hakimdi. Bu durumda kalıcı bir şeyler yapmak için uğraşmaya da gerek görülmüyordu. ‘Aydın’ kesmin beni ilgilendiren yanı yazarlardı. Fakat verilen ürünler beni tatmin etmiyordu. Almanya’da ilk kuşak yazarlar ‘Türk göçmen edebiyatı’ diye bi şey yarattılar. Daha doğrusu burdaki edebiyat eleştirmenleri birinci neslin eserlerini bu başlık altında kategorize ettiler. Genelde Türkiyeli işçilerin yaşam koşullarını konu alan yapıtlarıyla bi şekil kabul gördüler. Aynı işçiler gibi. Onlara ‘İşine bak. Fazla sorun yaratma. Güzel güzel yaşayalım’ dendi. Edebiyatçılara da ‘gurbetçilik, yabancılık temalarını işle. Kitaplarını güzel güzel basalım.’

Geçenlerde ‘DIE BRÜCKE’ adlı bir dergi için söyleşi yaptılar benimle. Sorulardan biri Almanya’daki Türk kökenli edebiyatçılarla ilgiliydi. Orada da söyledim: Almanya’da ilk ürün verenler genellikle kendi konumlarını, dertlerini, göçmenliklerini dile getiren eserler verdiler. Ben o zamanlar yayın dünyasına yeni atılmış biri olarak kendilerine biraz kızıyordum. Ağlama edebiyatı yapıyor, genç neslin önünü kesiyorlar diye. Alman yayın dünyası da böyle eserlere öncelik tanıyarak bu çizgiyi destekledi. Sırf bu tür eserler yayınlamak için yarıştı. İnsan yaş ilerledikçe bazı şeyleri daha iyi anlayabiliyor ya da bakış açısı değişiyor haliyle. Şimdi düşündüğümde birinci yazar neslimizin göçmenlik konusuna yoğunlaşması aslında çok doğaldı. Çünkü hem ana sorunlarını yansıtıyor hem de kendilerine başka şans tanınmıyordu. Başka türlü basılmalarına nerdeyse imkan yoktu. Epey sürdü ama artık Alman edebiyat, sanat, spor, politika ve iş dünyası içinde yer alan başarılı örneklerimizin sayısı küçümsenmeyecek derecede bir artış gösterdi. Artık onlara kendilerinden biriymiş gibi sahip bile çıkıyorlar. Adın Fatih Akın, Mesut Özil, Halil & Hamit Altıntop, Kool Savas, Erol Sander, Kaya Yanar, Renan Demirkan, Nazan Eckes, Akif Pirinçci, Vural Öğer, Cem Özdemir’se hem Almanlar hem Türkler sahipleniyor. O zaman ne Türkler ‘Alamancı’ ne de Almanlar ‘Göçmen’ diye ‘aşağılıyor’. Başarılı kesme sahiplenmek / sahip çıkmak kolay tabii. Herkes yoğurdun kaymağını yesem diyor. C’est la vie.

La vie dedim de, ömrüm yeterse Almanya’da yaşayan 4 nesli kapsayan bir roman yazacağım bir gün. Adı ‘Ökkeş Bey ve oğulları’ olabilir. Bu da bu mektubun sırrı olsun :)

Almanya artık acı vatan değil çoğu için ama nerde yaşarsa yaşasın abartmayı seven bir millet olarak bizimkiler hala ‘yaban eller edebiyatı’ yaparlar. ‘Almanya’nın kahrını biz çektik’, ‘Almanya’ya geldiğimde tığ gibi delikanlıydım. Gençliğimiz buralarda çürüdü’. ‘Çok zor şartlarda çalıştık’. Sanki Türkiye’de kalmış olsa doğa kanunları işlememiş ve yaşlanma sürecine girmemiş olacaktı ya da ideal bir çalışma ortamında olacak, memleketin kahrını çekmeyecekti. Yine de şöyle bir gerçek var. Türkiyeliler dahil göçmen işçiler Almanya’nın bugünlere gelişinde büyük rol oynadı. Türküyle başladık, şarkıyla noktalayalım bu konuyu. Çok isabetli bir analiz: ‘Ben gurbette değilim. Gurbet benim içimde’. İşte bütün mesele bu. Gurbet, sıla derken eskiden insanlar böyle zırt pırt istedikleri gibi uçamıyorlardı Türkiye’ye. Günlerce arabalarla yapılan yolculuklardan ve o esnada yaşanan maceralerdan da bahsederim bir gün.

Şu sıralar İstanbul’dayım. Büyük bir olasılıkla siz bu mektubu okuduğunuzda dönmüş olacağım. Bu kente her gelişimde şöyle bir duygu. Hem çok tanıdık. Hem de oldukça yabancı. İnsan İstanbul’a geldiğini taksiye biner binmez anlıyor. Bi kere şöförlerin çoğunun çenesi düşük. ‚Yolculuk nerden?‘ sadece bahane. Aslında anlatmak istediği o kadar çok şey var ki, gelişme ve sonuç bölümlerine geçmeden önce giriş için en uygun soru bu. İçimden ‚Mars‘dan‘ diyesim gelse de işin içinde anlaşılmamak var. Türkiye’de takside mümkünse arka koltukta oturmayı tercih ederim. Eğer şansım yaver gider, biri arkadan bindirmezse, her seferinde ‚geliyorum‘ gibi yapan kazayı belki böylece yaralı atlatabilirim. Adam hem arkasına döne döne benimle konuşuyor hem de sağlı sollu kıvrak manevra dansları sergiliyor. Orman Yapım sunar. Kimin kime gücü yeterse. Arkada da otursam benim sağ ayak sürekli frende. Genelde kısa yanıtlar veriyorum ki, konuşkan olmadığımı düşünüp önüne baksın. Canımızı sokakta bulmuş saysak bile, en azından onu vereceğimiz mecra konusunda biraz söz hakkımız olsun, öyle değil mi? Bir de kaç takside tanık oldum. Adamlar arka koltuktaki emniyet kemerlerini iptal etmiş. Resmen yok ya da kemer var, takılacak yer yok. Arandığımı gören ‚takmanıza gerek yok‘ diyor. Fesüphanallah. Aslında havaalanında koskoca bir levha olmalı ‚Takmayanlar / Sallamayanlar Cumhuriyetine hoşgeldiniz‘. Ayrıca bu asfalt yeniçerileri yurtdışında yaşayan birini hala eskisi gibi üç beş yılda bir ülkeye uğruyo sanıyorlar. Sürekli bir bilgilendirme gayreti. Genelde şöyle başlarlar: ‚Siz bilmezsiniz, dışarda yaşıyosunuz…‘ Bilmek istediğimden daha fazlasını biliyorum ne yazık ki. Sosyal medya ağlarına düşmüş saf ve temiz bir aile kızı olarak her türlü gerçeğe ve yalana anında maruz kalıyorum‘ demiyorum tabii ki. Zaten dinlemez, çünkü içini dökmekle meşgul. Marmara dururken, neden yolcuları tercih ederler, o da muamma.  

Neyse dil-eksiyonuma hakim olup sürücü güçlere fazla yüklenmeyeyim. Sohbeti hoş olanlar da var elbet. Acaba ben nasıldım? Yolcu olarak demiyorum. Aradan uzun zaman geçti ama itiraf edeyim benim de bir ‘Şöför Nebahat’ geçmişim var. Aralık ayında kır çiçek edebiyatı yapamayacağıma göre biraz şöför edebiyatı yapayım size :)

Şimdilik bana müsade. Aralıkta görüşmek üzere

Yaşayan KÜLTÜRünüz :)

GK

 

 

KASIM 2011

 

Diğer Yazılar

 

Daha Fazlası İçin