YAŞAM
Gülbahar Kültür
Gülbaharatlı Mektuplar Vol:3
gkultur@aol.com
‘
Öncelikle herkese sağlıklı bir yeni yıl diliyorum. O varsa gerisi zaten gelir ya da mümkündür:)
Kasım ayı mektubumun sonlarına doğru itiraf etmiştim. Evet benim de bir ‘Şöför Nebahat’ geçmişim var. Şöför parçası deyip geçmeyin. Yeşiller Partisi kurucularından ve Almanya’nın eski Dışişleri Bakanlarından Joschka Fischer da öğrencilik dönemlerinde baktı devrim yapamıyo, taksicilik yaptı:) 90ların başında üniversite yıllarında hemen hemen her hafta sonu taksi sürdüm. Sömestr tatillerinde daha sık. 1995 yılında mezun olduktan sonra bir süre daha devam ettim. Sanırım toplam 8 yıl kadar. O zamanlar Radio Bremen hayatımda sadece bir dinleyici olarak vardı. Eyalette ilk Türk kadın taksi şöförü diye benimle söyleşi bile yapmışlardı. Daha Alman vatandaşlığına geçmemiştim. Geçmiş olsaydım ‚ilk Türk kökenli‘ derlerdi:) Böyle bir ilke imza atmanın gururunu hala taşımama rağmen keşke aya giden ilklerden olsaydım diye hayıflanıyorum:) Yine de bir tesellim var. Yeryüzünde taksicilik yapmak aya yolculuk yapmaktan daha fazla tecrübe kazandırıyor insana. Bu kesin. İnsanları tanımak için ideal bir meslek. Hele de yazıyorsan, karakterler pişmiş armut gibi düşüyor kalemine. Bazı müşteriler iner inmez izlemlerimi ya da sohbeti unutmayayım diye hemen not alırdım. Nerde o Rus edebiyatında olduğu gibi sayfalar dolusu insan ve manzara tarif edecek hayal gücü bende. Bazı şeyleri ancak görerek anlatabiliyorum. Bir insanın ruhsal portresini çok rahat çıkarabilirim ama görünüş olarak tarif etmekte nedense genelde zorlanırım. Mühim olan ruh güzelliği ya, belki de ondan, gerisini güzel, çirkin, beğendim, kıl oldum diye sessiz süssüz geçiştirmek isterim hep. Edebi anlamda da ‚müşteri velinimetimdi kısacası:) Her türlüsüyle karşılaşıyorsun. Türkiye şartlarını göz önünde bulundurursak benim Almanya’daki şöförlük hayatım güllük gülistanlıktı tabii. Onca yıl içinde aklımda kalan olumsuz olayları sayarsam bir elin parmak sayısını geçmez. Bi kere minyon tipli olduğumdan insanlarda hemen himaye altına alma duygusu uyandırıyor ya da şaşkınlığa yol açıyordum. Örneğin barlar sokağında bir mekana giriyorum. Millet bana ‚evladım senin ne işin var burda?‘ gibi bakıyor ya da ‚18 yaşından aşağıdakiler giremez‘. ‚Ama taksi çağırmışşsınız‘ dediğimde birden bir gevşeme hali. Bu sefer de ‚aman ne hoş. Öğrenci herhalde‘. Bingo. Babamız Mercedes’in yönetim kurulunda olsa altımızdaki araba yine Mercedes olurdu ama bir taksi şirketine ait olmazdı. Espirili müşteriler arasında bu gibi durumlarda mekanı terkederken ‚hadi hakkınızı helal edin‘ diyenlerin sayısı da az değildi. İnsan zamanla alışıyor. Aynı espiriye her zaman gülmek zor oluyor ama tıpkı çaya çok şeker attığım için insanların ‚sen şekerli çay değil, çaylı şeker içiyorsun‘ demesine alıştığım gibi. Taksicilik döneminde bazı karşılaşmalardan kısa öyküler de çıktı. Onlardan birini Almanca yazmışım. Geçenlerde sizin için çevirdim. Bunu yaparken farkına vardım ki, bu öykü hiç bir yerde yayınlanmamış. Mektubumun sonuna ekliyorum.
Hiç kullanmak zorunda kalmadım ama o zamanlar yasak değildi taşımak. Arabada kuru sıkı bir tabancam vardı. N’olur n’olmaz. Meslekdaşlar tavsiye etmişti. Ben de almıştım. Gecenin birinde, geç saatlerde orta yaşlı iri yarı, yarı sarhoş, tipik sarışın bir Hans bindi arabaya. Verdiği adres Bremen – Hamburg arası bir kasaba. Getirisi fena değil. Gitmeye değer. İstikameti biliyorum ama gidilecek yer tam olarak neresi bilmiyorum. Arabaya biner binmez sohbete başladı. Klasik sorular. ‚Nerelisin? Ne zamandan beri bu işi yapıyorsun? Öğrenci misin? vs.‘ Sonra ‚korkmuyor musun geceleri taksi sürmeye?‘ diye sordu. Ben de ‚korkunun ecele faydası yok‘ gibisinden geçiştirdim. Mevsimlerden kış. Hava soğuk. Yollar karla kaplı. Sohbet edesim yok. Yola konsantre olmakla meşgulum. Genelde zaten yolcu konuşuyor. Adamın tipini baştan beğenmedim ama TR’deki gibi burda öyle müşteri seçme şansı ya da verdiği adrese, istikamete göre redetme küstahlığı, ‚hakkı‘, yok. Taksi ehliyetin varsa, kim binerse, açık tehlike teşkil etmediği sürece, istediği yere götürmek zorundasın. Yoksa taksi ehliyet iptaline kadar gider bu iş. Yol aldıkça adamın çenesi iyice düştü. Tamam konuşsun. Yalnız beni rahatsız eden bir şey var. İkide bir ‚korkmuyor musun hiç?‘ diye sorması. Bir şeyi kırk kere söylersen, olur babında ben kıllanmaya başladım. Gideceğimiz yere nerdeyse varmak üzereyiz. Bunu biliyorum. Ondan ‚ya sabır‘ diyerekten çeşitli espirili yanıtlar veriyorum. Bu arada telsizden bi şekil nerde olduğuma dair bilgi verdiğimi anımsıyorum. Daha doğrusu geri dönüşü de hesaba katarak merkeze, sabah arabayı biraz geç teslim edeceğimi bildirdiğimi. Sonra otobandan çıkıp kasaba yoluna doğru ilerlemeye başladık. Müşteri tarifi doğrultusunda kendimi birden bir ormanda buldum. Yol buz tutmuş. Dikkat şart. Ben konsantre bi halde yavaşladım. Yine aynı muhabbet: ‚Korkmana gerek yok. Bu yolun sonunda yolculuğumuz bitecek‘ diyerek adını anımsamadığım kasabanın adını tekrarladı. Bu arada bakışları sürekli üzerimde. Bunu hissediyorum. ‚Gerçekten korkmana gerek yok.‘ Sinirlerimi nihayet bozmayı başarmış adamın yanı sıra yolun buzlu olması da işin cabası. Durum bende ‚heyytt, gelmeyin len üstüme‘ psikolojisi yaratmış olmalı ki, birden gaza bastım. Thelma & Louise’den etkilenmiş olmalıyım:) Çok iyi anımsıyorum aşırı dikkatle 30 ya da 40 km hızla gittiğim yolda bir an takometreye baktığımda, sürat 80 km. Sadece arabanın farlarının ışıttığı kapkaranlık bir ormanda, buzlu yolda, bu hız otobanda 160la gidermiş hissi veriyor. Beklemediği bu hamle karşısında şaşıran eleman yayıldığı koltukta doğrulup ‚Delirdin mi? Ne yapıyorsun sen? Burda, bu hızla gidilir mi? Görmüyor musun yolun halini?‘ diye nerdeyse kekelemeye başladı. Roller anında değişti. ‚Niye? Korkuyor musunuz yoksa?‘ dediğimde meseleyi kavradı. Tam o sırada yola bir tavşan çıktı. İnsan ister istemez hata olduğunu bile bile frene basıyor, ki ben de öyle yaptım. Oysa bu hareket hayatımıza mal olabilirdi. Şansımız varmış. Direksiyonu nasıl kontrol altına aldıysam, bi kaç kez sağlı sollu kaya kaya tekrar asfalt yola çıktık. Sürati kestiğimde herifin yüzüne baktım. Alkolün verdiği kızıllık kireç rengini almıştı. Demek ki onun da yaşamak gibi bir derdi varmış. Bu sahneden kısa bir süre sonra gerçekten dediği gibi karşımıza kasabadan çok köyü anımsatan bir yer çıktı. Normalin üstünde bahşiş bıraktı. Belki de yaptığı terbiyesizliğin farkına varıp kendince özür diledi. Geri dönüşte gün ağarmaya başlamıştı. Otobana çıkmadan önce bir köprü vardı. Durdum. O sabah hayatımda gördüğüm en güzel gün doğuşlarından birine şahit oldum. Her işte bi hayır var diye boşa dememişler :)
Karşılaşmalar. Tesadüfler. Bazıları güzeldir. Ekim sonlarında İstanbul’dayken yaşadığım bir karşılaşma gerçekten hem ilginç hem de güzeldi. Yine aynı ay kuruluşunun 10. yılını kutlayan bu sitenin sahibi sevgili Kadri Karahan’la, Ulaş Oral’ın ‚RPCM‘ adlı albümünün Bistro Hayal Kahvesi’nde yapılan lansman gecesindeydik. Rockçı olmadığımdan ve yoğun geçen bir günün ardından konserin sonunu beklemeden evlerimize gitmek için yola çıkmıştık. Kadri yakınlarda Yelda Karakaş’ın ‚Şiir aşkına‘ başlığı altında her hafta ‚Manno’da düzenlenen, konuklara da yer verdiği şiir dinletisi olduğunu söyledi. Uğrayalım mı teklifini yorgunluğa rağmen, kabul ettim. Giderayak ne götürürsek kâr:) Mekana girdiğimizde sahnede Y. Karataş vardı. Kendisini tabii ki ismen ve eserlerinden tanıyorum ama şimdiye kadar hiç karşılaşmamışız. İlk izlenim aynen şöyle: ‚Fena halde dominant. Böyle bir annem olsaydı, ömrüm herhalde kendimi ona kanıtlamakla/kabul ettirmekle geçerdi:) Sohbeti hoş, cana yakın ama yeri geldiğinde alır eline cetveli gibi bir his:)
Neyse bi ara zaruri ihtiyaçlardan birini gidermek amacıyla WC istikmatini tuttum. Söz konusu mekandan çıktığımda karşımda genç bir kadın beni görünce birden müthiş bir şaşkınlıkla bi kaç kez ‚aaa‘ diyerekten sürekli adımı tekrarlıyor. WC kapısında soran bakışlarla öylece kalakaldım. Hiç tanıdık birine benzemiyor ama bana çok olur bu. Birini bi yerden tanırım ama ne adı aklıma gelir ne de nerden tanıdığım. Şimdi kendisini tanıyor da anımsamıyorsam, ayıp olur. O nedenle sadece soran gözlerle ve el hareketiyle ‚n’oluyoruz?‘ yapıyorum. ‚Yok önce bir sarılayım‘ dedi ve bana sarıldı. Ardından yüzünde sevinçli ve bilmiş bir ifadeyle parmağıyla bana işaret ederek ‚Sustuğun Yerde Kal‘ dedi. Kalmışım zaten. Bekliyorum devamını. Sonra benim bir şiirimi okudu oracıkta. ‚Ben o zamanlar 16 yaşındaydım. Sizin kitabınızı ezberlemiştim. Ah, ah. Özellikle Kör Minyatürler‘. 1997 yılında şimdiye kadar Türkçe olarak yayınlanmış tek kitabımdan bir şiir daha okudu. Onunki geçmiş, şaşırma sırası bana gelmişti. İkimiz de bulunduğumuz alanın absürdlüğünün farkına varmış olmalıyız ki, ‚içerde görüşürüz‘ diye ayrıldık. Sonra yanıma geldi. Bir şiirimi daha okudu. Beni bi gülme aldı. Ben bile çoğu şiirlerimi ezbere bilmem. ‚Ben sizi Facebook’da buldum. Ekledim. Biliyor musunuz?‘ dedi. Adını söyledi. Anımsadım, çünkü soyismi bir şarkısının peşinde olduğum bir müzisyenin aynısı. Belki böylece sanatçıyla irtibat kurabilirim düşüncesiyle, ekleme teklifini kabul eder etmez kendisine yazmıştım. İşte böyle de küçük bu dünya. Bu tür karşılaşmalar olmuyor değil ama genelde müzik bağlamında olur. Şiirle/edebiyatla ilgili yanımı oralarda pek bilen var mı, onu bile bilmiyorum ama bu karşılaşma en azından bir kişinin olduğunun canlı kanıtıydı. Hz. Ali ‚bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum‘ demiş. Beni okuyanın kırk yıl kölesi olmam ama isteseydi bu esaslı okuruma o akşam bir bira ısmarlardım:)
Şimdilik bana müsade. Şubatta görüşmek üzere.
Değişen KÜLTÜRünüz
G.K
KIZI MI OYNAR MISIN? (YA DA SİZE KIZIM DİYEBİLİR MİYİM?)
Ne zaman 24 saat açık bir bara girsem midem bulanır. İç sefalet rengini almış suretler bana kayalık dolu sahilleri çağrıştırır. Yüzmeyi iyi bilmeyen biri sevmez bu tür sahilleri.
"Taksi" dememle birlikte barmen barda oturan zincirin son halkasını oluşturan yaşlı bir kadına işaret etti. Yanına gittim. Kendimi tanıttım. Sanki tonlarca ağırlıktaymış gibi yavaşça başını kaldırdı. Aynı hızla şapkasını ve el çantasını aldı.
Ona yardım edip etmeyeceğimi sorarken sağ kolunu bana uzattı. Ne dediği tam olarak anlaşılmıyordu. Görünüşe ve hareketlerine bakılırsa orada bayağı bir zaman geçirmiş olmalı. Elimi tuttu. Elleri kaba kağıt gibiydi. Taksinin kapısını açarken birşeyler mırıldandı ama anlamadım. Onu koltuğa oturtana kadar epeyce çabaladım. Sabırsızlığımı belli etmemeye gayret ettim. Yola çıktığımızda ben trafik karmaşıyla uğraşırken, O bacakları arasına yerleştirdiği el çantasını almak için eğilmeye yeltendi. Bu hareketi yaparken başı birden direksiyona düştü. Tam viraj almak üzereydim. Ani fren yapmak zorunda kaldım. Arkamda korna çalan çalana. Nenem hiç oralı değil. Çantasına ulaşma derdinde. Baktım olacak gibi değil. Aldım çantasını, tutuşturdum eline. Sinirler hafif gergin yola devam ettim. ‘Mondstrasse’ye kaça giderim? diye sordu. Ben soruyu yanıtlarken, O da çantasından para cüzdanını çıkardı. Sonra açıp içinde ne kadar var onu gösterdi. Hepsini görmedim ama gördüğüm kadarı fazlasıyla yeterliydi. Sorusunu olumlu yanıtlamama rağmen kaç kez ‘bu para gerçekten yeter mi?’ diye sordu. Sonra birden çok ciddi ve biraz da tehditkar bir şekilde ‘bana yalan söylemiyorsunuz, değil mi?’ dedi.
Şapkasını taktı ve kır saçlarının büyük bir bölümü bu kahverengi çadırın altında kayboldu. Ayna kullanmadan kendine çeki düzen verme çabası başarız kaldı. Anlaşılan görünümünden memnun değildi ama onu değiştirmek için yeterli gücü de yoktu. Bakım isteyen saçlar kendi başına buyruk. Baktı olmuyor, cesareti kırılmış bir şekilde ellerini dizlerinin üstüne koyup sustu. Birkaç saniye sonra birden canlandı: ‘Biliyor musun, bu adi domuzlar beni kapı dışarı ettiler. Güya sarhoşmuşum. Artık evime gitmeliymişim. Bütün gece benim hesabıma içtiler. Sonunda yaptıklarına bakar mısın? Eve gitmeliymişim’
İlgimi belli etmek adına ‘Peki siz eve gitmek istemiyor musunuz?’ diye sordum.
‘Hayır, hayır. Bugün benim doğum günüm. O yüzden dün gece yarısından önce oraya gittim. Hepsine içki ısmarladım. Hep beraber kutladık’
Ben de doğum gününü kutladım. Sonra sustu. Sanki söylememesi gereken bir şeyi ağzından kaçırmış olmanın pişmanlığını yaşıyordu. Pencereden dışarı baktı. Ben de sormaya meraklı değildim. Ansızın sessizliği bozduğunda bana ne kadar yoğun bir şekilde baktığını ayrımsadım. Benim de şapkam vardı.
‘Şapka sana çok ama çok yakışıyor. Onu bana... Onu bana inerken ödünç verebilir misin? Bana kapıya kadar eşlik eder misin? Yapar mısın bana bu iyiliği?
Şapkamı vereceğimi ve kendisini kapıya kadar götüreceğimi söylediğimde çukurlarında kaybolmak üzere olan gözlerini sevinç bürüdü. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sol kolunu omzuma attı.
"Ooooo, ne kadar incesin. Gerçekten yapar mısın bunu benim için?’ Sonra yine daldı. Pencereden bakmaya başladı. Birşeyler söylenemek istediği belliydi ama kararsızdı. Kızından bahsetmeye başladı. Benim yaşlarımdaymış. Anlaşılması zor, yarım yamalak cümleler kurdu. Dilini alkolün hakimeyetinden kurtarmak için uğraştı.
Baktım ağlamaklı, telsizi kapattım.
‘Kızım artık gelmiyor... Benimse bugün doğum günüm. 75 oldum. 75!’
Sesine hakim olabildi ama gözlerine değil. Yanaklarından sessizce süzülen gözyaşları tek tek ellerine düştü. Gerçekten bir kızı olup olmadığını bilmediğim halde birşeyler söyleme gereği duydum.
‘Belki de kızınız uğrar bugün’.
Umut dolu baktı bana. Sonra ansızın cüzdanından 10 DM çıkarıp verdi. Ardından damadı Ali’den bahsetmeye başladı.
‘Biliyo musun, damadım Ali şu sıralar askerliğini yapmak üzere Türkiye’de. Gerçekten çok tatlı bi kerata... Beni hep ziyarete gelirdi. Hatta eğer kendisinden rica edersem, camlarımı bile silerdi.’
Derin bir nefes aldı. Gözleri yaz ortası yeni silinmiş iki pencere gibi parlıyordu.
‘Evet ya, çok efendi bir çocuk. Ali yine gelir mi dersin?’
Bana yöneltilen bu sorunun şaşkınlığıyla ona baktım. Herhalde bütün Türkler birbirini sanıyor diye geçti içimden. Yanağının birinde korku, diğerinde hüzün. Neşesi biraz yerine gelsin diye, ‘Ali yine gelir’ dedim. Gerçekten de keyfi yerine geldi. Çantasından bi 10 DM daha çıkardı ve ön panelin ortasına bir yere koydu. İçimden güldüm. Kendimi nabza göre şerbet veren falcı gibi hissettim.
‘Biliyo musun, gençler gelirdi bana camları silmek için, ama çoğu bi kaç hafta sonra gitti... parasını verdiğim halde. Yok, yok, Almanlar bu tür işleri yapmazlar ama Ali’m yapardı. Kendim yapabilsem... 75’inde tek başına biriyim.’
Biraz ara verdikten sonra
‘Kızım... kızım artık gelmiyor yanıma. Ama para lazım olduğunda... o zaman anında kapıda biter. Emekli maaşım iyi biliyo musun. Büyük bir şirkette çalıştım. Eşim de devlet dairesindeydi. Para... Para dersen, var. Hay Allah, para dedim de, sana paranı verdim mi?’
Bu sefer 20 DM çıkardı. Almak istemedim. Ciddi bir surat takınarak, birşeyler mırıldana mırıldana parayı sağ elime tutuşturdu. Ardından başını hafif eğerek gözlerini kapadı. Uyur gibi bir hali vardı. Arabanın içindeki yalnızlık kokusu alkolünkünden daha baskın ve çekilmezdi. Her iki kokunun da birbiriyle bağlantısı vardı. Gerçekte ortada bir kız çocuğunun olup olmadığından emin olmadan kıza karşı olumsuz duygularla doldum. Kendi annemi düşündüm. Asla böyle bir duruma düşmemeliydi. Bu kararı verdiğimde saçları kır yalnızlık anlık uykusundan uyanmıştı. Kendi yatağında uyanmış gibi gözlerini ovuşturdu. Mahalleye girmeden başımdan şapkamı aldı. Sanki ayna karşısında yeni elbise deneyen 18 yaşında bir genç kız gibi cilveleşmeye başladı. Kendinden emin bir ses tonuyla da sapkanın yakışıp yakışmadığını sordu. Deri şapkayla gerçekten cool bir nineye dönüşmüştü. Kendi şapkasını bana taktıktan sonra kahkaha attı.
‘Biliyo musun, komşular gözlerine inanamayacak’
Kapının önünde durduğumda kahkahadan eser kalmamıştı. Elini tekrar omzuma attı. Önce sustu. Çoğu kez müşteriler bi an önce arabadan insin isterim ama bu sefer öyle olmadı. Aklına dahiyane bi fikir gelmiş gibi birden gözleri tekrar parladı.
‚Biliyo musun, komşular şimdi senin benim kızım olduğunu ve beni taksiyle eve getirdiğini sanacaklar. Bir nevi doğum günü hediyesi…‘
O an bana öyle yalvarırcasına baktı ki, rahatsız oldum. İpler elimdeydi ama durum kontrolüm altında değildi. ‚Beni kapıya kadar götür lütfen. Sonra da bi öpücük ver, ki komşular gerçekten senin kızım olduğuna inansınlar. Arkamdan konuşup duruyolar. N’olur bunu benim için yap.‘
Taksimetreye baktı. Üzerinde yazan miktar dışında bir 20 DM daha verdi. Bu kez ama bahşişi çok kararlı bir şekilde redettim. O benden daha kararlı çıktı ve parayı ceketimin cebine sokuşturdu. İndikten sonra dik yürümeye çalışarak, yavaş adımlarla evin kapısına doğru ilerlememizi rica etti. Yürürken koluma girdi.
Keyfi yerindeydi.
‚Perdenin ardından mutlaka gözetliyolardır bizi‘
Oyun arkadaşıydım ve komşulara bi oyun oynuyorduk birlikte. Gözleri komşu evleri tek tek gezdi. Sevincinden kaldırımdaki benzi soluk yaprakları umarsızca eziyordu.
‚Tanrım, ne kadar iyi bir kadın. Sana bahşiş vermiş miydim?‘
Ne kadar direndiysem de nafile. Taksi şirketini arar, seni şikayet ederim diye tehdit etti beni. Gülümsemekten başka çarem kalmamıştı. Bu hoşuna gitti. İstediğine ulaşmıştı. Kapının önünde tokalaşmak için elimi uzattım. Elini verip beni kendine çekti. Sıkıca kucakladı ve sağ yanağımdan öptü. Geri çekilirken telefon numaramı istedi. Şirketinkini verdim. Biraz bozuldu ama tam belli etmek istemedi. Bana içinden evin anahtarları almam için çantasını uzattı. Kapıyı açtıktan sonra ilk an hangi yöne gideceğimi bilemedim. Karşılaşmanın güzel bir finalle sonuçlanması adına şapkamı aldıktan sonra bu sefer ben onun yanağına bir öpücük kondurdum.
‚Aman Tanrım, bunu asla unutmayacağım. Seni mutlaka arayacağım.‘
Kapının önünden arabaya kadar olan mesafede arkamda bana müteşekkir bakan iki göz düşündürdü beni. Yola çıktığımda hala kapının önünde dikili bana el sallıyordu.
G.K
OCAK 2012
Diğer Yazılar
Daha Fazlası İçin