YAŞAM
            
            Gülbahar Kültür
            Gülbaharatlı Mektuplar Vol:5
            gkultur@aol.com
             
             
            ‘
            Geçenlerde vizyona giren 'El yazısı' adlı filmin tanıtımında  kullanılan bir cümle ilgimi çekti: 'Herkesin veremediği bir aşk mektubu vardır'. 
                
              Bende de var buna benzer bi tane. 1995 senesinde yazmışım. O  zamanlar 280 sayfaydı. (İnsan belli bi yaşa gelene ya da olgunluğa erişene  kadar yazdıklarını/kendini ne çok önemsiyormuş meğer). Söz konusu mektup bir  roman. Mektup roman. 1996 ya da 1997 olmalı. İki kadın arasında yaşanan bir  ilişkiyi konu alan, İstanbul-Berlin arasında geçen ve oldukça erotik pasajlar  içeren ''Arife-i Canan'' adlı romanımı bir kaç yayınevine göndermiştim. Bunlardan  bazılarına izine geldiğim dönemlerde uğramış, yayıncılarla karşılıklı görüşme  olanağı bulmuştum. ''Parasını ver basarız’'dan, ''Beğendik ama bu şekliyle  yayınlayamayız. Bu iki kadının birini erkek yapmayı düşünmez misiniz'’e kadar  ilginç yorumlar aldım. Fakat aklımda kalan en ilginç yorum adını anımsamadığım  ama Kadıköy taraflarında bir yayınevi sahibine ait. Bugün gibi anımsıyorum. Ofise  girdiğimde karşıma çıkan orta yaşlarda bir kadın selam verirken beni önce şöyle  tepeden tırnağa bi süzdü. Yüzünde meraklı bir ifade. Mesafeli davranıyor ama  nazik. Bana üç aşşa beş yukarı şöyle dedi: Romanınızı okudum. Üzerinde tekrar  çalışmanız gerekecek. Bu sorun değil. Hiç bir yayıncı bir dosyayı alıp, onu olduğu  gibi doğru matbaaya göndermez. Konu ilginç. Yer yer oldukça akıcı. Dil olarak Almanya’da  yaşayan birinden beklemediğim kadar etkileyici.‘ Bir süre böyle devam etti. Ben  içimden saf ve temiz bir taşralı genç kız olarak olumlu bir sonuç alacağım  hesabını yapmaya başlamıştım ki çok ciddi bir ses tonuyla şöyle devam etti:  Bakın Gülbahar Hanım, ben bir yayıncıyım ama herşeyden önce bir anneyim. 12  yaşında bir kızım var. Çok açık konuşuyorum ama kızımın böyle bir kitabı okuyup  özenmesini istemem. İlk an öylece kalakaldım. Dozu ayarlı iltifat içeren  hakaret beklememiştim doğrusu. Sonra ''ama o zaman özenip ilerde katil olabilir  kaygısıyla kızınıza polisiye de okutmamanız lazım.'‘ dediğimi çok iyi anımsıyorum.  Sanırım buna benzer bir kaç örnek daha verdim ama sonuçta aldım romanı  şaşakalmışlığımla çıktım mekandan. Nasıl bi kafadır bu hala çözmüş değilim. İki  salyangozun aşkını anlatmıştım Almanca bir öykümde. Kimsede onu okuduktan sonra  cinsel tercihini ya da insan kimliğini değiştirmek istemedi. Ya da ben etrafıma  dikkatli bakmadığımdan şimdiye kadar örneklere rastlamadım :)
            Hiç bir şeyi merak etmiyorum ama şimdi 26 ya da 27 yaşında bir  kadın olan o çocuğun nasıl bir hayat yaşadığını doğrusu çok merak ediyorum.  Benim ahım tutar dermişim :) 
            O zamanki bu girişimlerimden sonra romanı koydum bir kenara ve 2011’e  kadar da elime almadım. Geçen sene bu dönemlerde bahar temizliğine başlarken çekmecelerden  birinde karşıma çıktı. Daha önce de çıktı tabii ki ama her seferinde tozu  alınıp yine aynı yere konulurdu. Bu kez romanı tekrar okumaya karar verdim. Bir  heyecan başladım. Yıllar sonra okuduğumda hiç acımadan sileceğim ne çok şey  çıktı bilseniz. Daha ilk okuyuşta en az elli sayfasını sildim. Başkasında  okusam ‚amannn ne gereği vardı şimdi bunların‘ diyeceğim epeyce gereksiz cümle,  uzatmalar, detaylar, süslemeler vs.  Romanı hala üzerinde çalışılmaya değer bulduğumdan ve tekrar ‚havaya  girdiğimden‘ devam ettim kırpmaya/düzeltmeye. Aylarca süren bir çalışma sonrası  ve editörümün de desteği ile geriye 190 sayfalık bir mektup kaldı. Bu arada  ufak bir test okuyucu ekibi kurduğumu ve gelen yorumları da değerlendirdiğimi  belirteyim. Editörüm iyi bir yayınevine vermiş. Kısacası benim mektup elden  çıktı. Okunmayı bekliyor. Bakalım ne olacak? Sonucu beklerken size bu ayki  mektubumda mektup romanımdan bir alıntı sunayım istedim. Biraz edepsiz bir  kesit ama ortalıkta yüksek sesle okumayın zaten :) 
            Şimdilik bana müsade.  Mayısta görüşmek üzere
                          Kültür çatışmanız:-) 
              
            G. K
             
            ARİFE-İ CANAN adlı  romandan alıntı: 
            İlk sızımın adı Şubat 10. Künyeme kazınmış bir tarih.  Kalp kapakcıklarımın üzerinde bir dövme gibi, silinmek bilmiyor. Akşama  soframızda ayrılık var. Gececisin. Gececi oluşundan ikimiz de hoşnutuz; beni  havaalanına götüreceksin. Uçağını kaçıracak korkusu olan biri gibi, ikide bir  saate bakıyorum. Geride kalan her saniye bizim kesemizden eksiliyor. Biraz  tatsızım. Tatsızlığım sana bulaşmasın diye, belli etmemeye çalışıyorum. Banyo  yapıyorsun. Evin içinde dolanıp duruyorum. Gözlerim iki kamera objektifi; gördüğüm  her nesneyi en ince noktasına değin kayıt etmek istiyorum. Seni düşlediğimde  duvardaki dolabın ikinci rafında neler var, anımsayabilmeliyim. Saçların  ıpıslak, üzerinde siyah ipek bornozun; sırtında ejderha olanı. 
            "Şofbeni kapatmadım. Hadi, sen de gir, iyi  gelir." Aslında canım hiç istemiyor. Gece eve varınca, zaten bir duş  alırım. Üsteliyorsun. Giderayak seni kırmamam gerekirmişcesine, tıpış tıpış  gidiyorum. Banyo buhar içinde. Sana dokunmuş buhar, bana da dokunuyor. İçerde  bana hazırlamakta olduğun tatlı tuzaktan habersizim. Bana çok yakıştığını  söylediğin sarı bornozu kapıdan uzatırken, bir an içeri geleceksin sanıyorum.  İyi, gelme, zaten sevişecek kıvamda değilim. Bavulumun fermuarını kapamaya elim  varmıyor sanki. Çıkınca senden kapatmanı isteyeceğimi düşünüyorum. 
            Oturma odasında bir değişiklik var. Evet, kaloriferin önü  bomboş. Sehba kenara çekili. Dikkat çekici bir boşluk bu. Evde ne kadar yastık  varsa oraya, halının üzerine dizmişsin. Üzerimi giyinmek için yatak odasına  doğru ilerlerken, bileğimden yakalıyorsun. "Berlin'i çok mu özledin? Bu ne  acele.?" Dudaklarının şeklinden anlaşılıyor, bir bildiğin var senin. O  dolgunluk kimbilir nelere gebe? Saçlarımdan boncuk boncuk dökülen damlaları  silerken, çayımı getiriyorsun. Çay ve sigara keyfi bedenimdeki gevşekliği ileri  safhalara götürüyor. Bornozunun bağı yarı çözülü, meme kenarları davetkâr.  Canım vermekten çok almak istiyor. Dibine kadar bencilim. Oysa, birazdan  gideceğim; unutulmamak için iz bırakabilirim. Sen işe, ben Berlin'e gitmeden  önce birlikte bir yolculuğa çıkabiliriz. Oracıkta, o anda. Ayaklarını  ayaklarıma değdiriyorsun (yeri gelmişken, ayaklarım hala geç ısınır). 
            Ayakparmaklarınla benimkileri gıdıklamaya çalışıyorsun.  Olmuyor. Karşıma geçip, onlara masaj yapmaya başlıyorsun. Sırtım kalöriferin  kaburgalarına dayalı. Kapalı gözlerle, ellerinin topuklarımı ovalayışını  izliyorum. Kapıda J.R. Ewing gülümsemesiyle ayrılık, giriş izni istiyor. Kulak  asmıyoruz. Söylenip dursun oracıkta. Hatta soğuktan buz kesilsin. Taş olup  yerinden oynayamasın. Ayağa düşmüşsün, Canan. Beş parmak bir değildir. Her  birini tek tek öpüyorsun. Ürperti ile gıdıklanma arası bir an gözlerimi  açıyorum. Ayağıma bağ ol, uzadıkça uzasın bu ten yankısı. İçimde bir ayaklanma,  ama başkaldırı türünden değil. Sana ayak uydurmaya çalışan bir ayaklanma bu.  Bacaklardan yukarıya ustaca yol alan ellerin isteklendirici özellikler taşıyor.  Bu bir taşkınlığa neden olabilir. Yangına körükle gidilir mi? Artık tüm  uyarılar geç sayılır. 
            Bornozumun bağını ne zaman çözdün, üzerimden nasıl sıyırdın  onu, eli hafif canavar? Kalörifere dayalı sırtım usul usul yastıklardan  yaptığın yer yatağının üzerine kayıyor. Gerçek tüm çıplaklığıyla karşında,  Canan... İkinci çıplak gerçeğin kendini göstermesi an meselesi. İşte, göründü  bile. Realizmin böylesi başdöndürücü. İnsanda akıl denen birşey bırakmıyor. O  halde, başa gelen çekilir. Beni kendine çekmene de o yüzden karşı çıkmıyorum.  Başımda kavak yelleri esiyor. Baştan çıkarılmanın böylesine can kurban.  Birazdan Ebabil kuşu olup uçarsam, şaşma. Göğüslerimiz buluşuyor. Çifte gülüş.  Çok sesli bir ayinin başlangıcı bu. İç kavgalardan eser yok. Artık bilek gücü  konuşuyor. Zorlanma Canan, teslimiyet kesin. Ellerin kalçalarımda. Kalçalar  çağırgan. Az daha bastırırsan, ses etmem. Üzerimdeki ağırlığı seviyorum. 
            Evet, dudakların. Niye öyle geç geldiler bu kez? Biraz  daha yaklaş. Kulağım tetikte, seslen. Kulak misafiri kabul eder misin de, ne  demek? Yanındayken çınlat kulağımı. Dinliyorum, konuş, ses ver; yeni sözcükler  fısılda, çabuk öğrenirim ben, hem kulak dolgunluğu olur. Yine de aniden kulak  zarıma değen ses ürkütüyor beni; "gittiğinde unutma beni." Ardarda  sıraladığım seni seviyorum'larıma, "ben de" eklenince başım göğe  ermiş gibi, bedenim sevinç naraları atıyor. Bu ne devingenlik. Altında  debelenen Arife kurtarılmayı beklemiyor. Kulaklarında öpülmedik milimetrekare  kalmasın. Al, bunu da al, bunu da, hepsi kulağına birer küpe olsun. Üzerimdeki  ağırlığın yana kayması, tören sona erdi işareti değil, bunu biliyorum. O yüzden  üstelemiyorum, biraz daha kal diye. 
            Yüzüstü dönüyorum. Parmakların kaburga kemiklerimi sayar  gibi, sırtımda geziniyor. Parmakuçların ıslak. Onları her dokunuş öncesi,  mürekkebe batırır gibi, ağzına götürüyorsun. Sırtımdan imzalıyorsun beni. Evet,  üzerine parmak basılması gereken çok konu var. Bir de zamanımız olsaydı, şöyle  bir ömür boyu kadar. Ama o sıra sen beni parmağında oynatmakla meşgulsün.  Cömertsin diye, ses etmiyorum. Öyle parmak hesabı filan yaptığın yok, elinden  ne gelirse...Elin kızının elinden neler gelmiyor ki...Ellerine sağlık, dert  görmesinler. Elden vefa, zehirden şifa beklenmez derler... o an dilinin ucunda  zehir, ağzıma aksan, gık demeyeceğim. Dedim ya, cömertsin, verimkâr. Ayrıca cin  gibisin. Nerden çıktı şimdi o reçel kavanozu? Kavanozun kapağını açarken nasıl  da hınzır hınzır gülümsüyordun. 
            "Ben sana kuşburnu reçeli yedirmesini bilirim  dememiş miydim?" Doğrudur, demişsindir. Bu konudaki ciddiyetini son  günümüzde belirtmeyi uygun gördün herhalde. Kuşburnu en sevdiğin reçel.  "Ben sevmem" diye mırın kırın ettiğimde, önemli birşeyi benimle  paylaşamamanın sıkıntısı belirmişti yüzünde. Sevmediğim greyfurt suyunu da bana  içiren sen değil miydin? Reçele bandırılmış orta parmağın, yeni bir tabloya  başlamak üzere olan bir ressamın fırçası gibi değiyor tenime. Göğüs uçlarından  göbeğe doğru bir yol çiziliyor. Bitti sandığım yol, karın altındaki tepeye dek  uzuyor. Evet, yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, kuşburnu reçeli sürsünler.  Kızıl kızılla buluşuyor. Heryer kıpkızıl. Bileğimdeki atardamar kan revan  içinde. Evet, burnunun doğrultusunda gitmeye devam et... Burun sürtmenin  böylesi... Kasıklarımdan tepeye doğru yayılan yangından kurtuluş olası değil.  Yanacağız, başka çaresi yok. Gazete manşetleri "kuşburnu ile söndürülmek  istenen yangın bütün mahalleyi sardı" yazacak. 
            "Dikkat et, başını kalorifere çarpacaksın".  Uyarıdan çok bir yalvarış bu. Başım başına buyruk, beni dinlemiyor. Başımın  tacı yeni bir kıta keşfetmiş gibi, tenimde merakla geziniyor; kâh sevinç  çığlıkları yolluyor, kâh şükreder gibi soluyor; başım kalörifere vursa, ağaçtan  yaprak düştü sanacağım. Birbirine kenetlenmiş iki beden. İkisi de kör kandil.  Göğüs göğüse, sırt sırta, içiçe, ten ötesi bütünlüşmeler; sanki birbirimizde  kendimizi arıyoruz. Hem bulmak için müthiş ter döküyoruz, hem de bu arayışın  son bulma tedirginliğini yaşıyoruz. "Sırtındaki benlerin herbirine bir  isim bulmalıyım". "Bulursun. Hadi gidelim. Gidelim birtanem."  Hizmette kusur etmeyen evsahibemi dinlemek boynumun borcu. Gidelim Canan. Sağ  elin verdiğini sol el görmesin. Seviyorum demekten dilimizde tüy bitsin.  "Komşular duyacak, biraz sessiz olalım." Ya apartman, zemin katta  yaşanan bir orgazm patlamasından dolayı yerle bir olursa, Canan? Tüp  patlamalarına alışkın bir millet bile, bunu kaldıramaz. 
            Özenle hazırladığın yatağımız perişan. Yastıklar  sefilleri oynuyor. Bitkinliğimizin göbek adı hayat. Beni ilk reçelleyen T.C.  vatandaşı, kimliği pembe renk. Başım kucağında. Saçlarımda gezinen beşizlerin  isimleri sırayla sevgi, aşk, şehvet, şevkat ve güven. Güven en küçükleri, ama  gün gelir o da büyür. Ellerini burnuma götürüyorum. Her ikisi de insan kokuyor.  Kokladıkça daha da bir insan oluyorum. Yine de Allah sağ eli sol ele muhtaç  etmesin.
             
             
             
            NİSAN 2012
             
            Diğer Yazılar
             
            Daha Fazlası İçin