Tuba İmik

Tuba Müz'ler Diyarında*

tubaimik@yahoo.com

 

 

 

 

 

 

Merhaba,

Bu ayki konuğumuz bizi öyküleriyle bambaşka dünyaları ziyarete çıkaran bir 'müz' Jale Sancak. Jale yeni dünyalar yaratma meselesini sadece öyküleri ile sınırlı bırakmıyor hayatın birçok alanında karşımıza çıkıyor, üreten, dönüştüren, paylaşan bir kadın olarak. Kıyafetlerden, kente, okurlardan, yazarlara ve daha bir cok alana bırakıyor izini. Şimdi dilerseniz bu nar misali bereketli kadını sorularımızla biraz daha tanıyalım, onun vesilesiyle ülkemizin, kentimizin, kadınlarımızın hallerine değinelim.

 

 

 

 

 

 

Jale Sancak

 

 

- Jale Sancak’ı kendisine sorsak nasıl anlatırdı bize acaba bir hayata sığdırdığı onca farklı özelliği?

- Küçük yaşlarda annemin etkisiyle, kitaplarla çok erken tanışmaktan dolayı yazma düşüncesi bende hayli erken oluşan bir şeydi. Çocuk yaşta bir şeyler karalamaya, şiirler yazmaya başladım, sonra da hep okudum ve yazmayı sürdürdüm ama önceleri sadece yazarak yaşamak  gibi bir şey düşünmüyordum. Ne var ki yazdıkça bağlanıyor insan. Lise döneminde Türk edebiyatının büyülü yapıtlarını ve yazarlarını keşfedince, kararımı verdim yazacaktım. Yazmak ve edebiyat hayatımda her daim olacaktı. O dönemde yazdığım şiirler,  seksenli yıllarda dönemin edebiyat dergilerinde yayınlandı. Daha sonraki yıllarda ise radyofonik oyunlar, öyküler yazarak devam ettim. İş hayatına da ilkin  bir yayınevinde çalışarak başladım, ardından tekstil sektöründe desinatörlük, modelistlik, stilistlik geldi. Uzunca zamandır da stilistlik yapıyorum. Yazmak ve yanı sıra yaptığım diğer işler hep birlikte yürüdü. Birini sevdiğiniz için, diğerlerini de yaşamak ve ayakta kalmak için yapıyorsunuz aslında. Öte yandan stilistlik de yaratıcılık gerektirdiği için bana uygun bir iş oldu daima.

- Yazı ve edebiyatın hayatında bu derece baskın olduğu biri olarak yayınevlerinden tekstil sektörüne geçişinizin sebebi nedir?

- O dönem yoğun desen yapıyordum ve çalıştığım yayıneviyle sorunlar yaşamaya başlamıştım. Bir arkadaşımın işyerinde desinatör olarak görev yapacak birine ihtiyaç vardı, bu da keyifle çalışabileceğim bir alandı, böyle bir olanak çıkınca da oraya geçtim. Gerçekten de uzun zaman o alanda da başarılı olduğumu söyleyebilirim.

Demek ki kendimden söz etmem istendiğinde ve şöyle bir geriye baktığımda daha çok yaratıcılık isteyen işleri seçmiş, o alanlarda üretmeyi tercih etmişim. Bir de benim gibi sanata ilgi duyan, sanatla uğraşan bir oğlum var. Evet onu da sanatla zehirlemiş olduğumuzu itiraf etmeli. Ya da şöyle demeli biz öldürücü zehirleri yok eden bu panzehiri ailece seviyoruz.

- Son öykü kitabınızda da yer alan gençlerden kendisi.

-  Evet, son kitapta onunla da bir söyleşi yer alıyor. Benim hayatıma tekrar kısaca dönersek  çalışarak geçen bir hayat diyebiliriz. Galiba başka türlü de yaşayamazdım. Benim için hayatın asıl anlamı üretmektir. Ürettiğimiz zaman hayatla bağlarımız daha sıkı ve güçlü oluyor. Belki de bilinçaltında ölüme karşı da bir hareket, bir direniş geliştiriyorsunuz.  Ben sürekli arayış içinde olan, anlam arayan ve aynı şeyleri yapmaktan da çabuk sıkılan bir insanım. Tabii ki yazmak bunun içinde değil asla, ondan hiçbir zaman sıkılmadım. Bakıyorum da şimdi, evet, oğlum da benim gibi genel olarak.

- Yazmayı, aynı şeyi yapmak olarak düşünmek zaten pek mümkün değil diye düşünüyorum.

- Evet. Yazmak, kendi içinde sürekli değişen, dönüşen, gelişen bir şey.  Yazma ediminin içinde de aralıksız arayış içindesiniz hep yeni bir şeyin peşinde koşuyorsunuz.

 

 

- Sektör değişme hikâyenizden bahsederken ipucunu verdiniz zaten ama ben biraz daha detaya girmek istiyorum. Resim de yapıyorsunuz yazmanın yanında, stilist ve yazar olarak sanata bağlı olduğunuz iki kolu hayatınızı devam ettiren yollara dönüştürdüğünüzü söylemek mümkün müdür?

- Ben profesyonel anlamda resim yapmadım aslında, yazmak kadar olmasa da resmetmek de ilgi alanıma giriyordu, bir dönem de hayli yoğundu o istek. İşte o zaman  suluboya çalıştım, bu bana çok keyif verdi. Soyut çalıştım. Yazıda da öyle, insanlar hep bir şey anlatmanın peşine düştüklerini söylerler, kişiye göre değişen bir şeydir bu, bende ise tam tersine yaratıcı olmak meselesi heyecan yaratır, dilde yaratıcı olabiliyorsam, kurduğum dünyalarda yaratıcı olabiliyorsam yahut yazdığım metnin kurgusunda yaratıcı olabiliyorsam sürdürebilirim ancak onu. Her ne kadar piyasa koşulları hâkim de olsa giysi tasarımı yaparken de yaratıcı olmaya çalışıyorsunuz, farklı bir şeyler katmaya çalışıyorsunuz, resim çalışmalarında da bunu öncelemiştim. Ama zamanlar daralınca resim yazıya yenik düştü. Ancak birinde ilerlemem mümkün olacaktı.

- Üretim ve yaratım merkezli kişiliğinizin somutlaşmış bir örneği de kurucusu olduğunuz Galapera Sanat diye düşünüyorum. Benim dışarıdan algılayabildiğim kadarıyla çeşitli üretimlerin yapıldığı,  üreten insanların yetiştiği, üretim odaklı paylaşımların olduğu bir yer, biraz Galapera’dan söz etmek ister misiniz?

- Galapera altı yıldır var. Küçük bir yerdir. Başlangıçta yarı kafe yarı sanat evi gibi bir yer olsun diye düşündük. Ne olursa olsun odaklandığınız şeyler farklı olduğu zaman oraya doğru yöneliyorsunuz, kafe olma durumunu hiç gerçekleştiremeden biz Galapera’yı sanat evine dönüştürdük ve ilk günden itibaren edebiyat etkinlikleri yapmaya başladık. Neredeyse altı yıl boyunca Galapera’dan Türk Edebiyatı’nın geçtiğini söyleyebilirim. Türk Edebiyatı’nın ustalarıyla, genç kuşak yazarlarla edebiyat söyleşileri, etkinlikler yaptık, birlikte çok güzel paylaşımlarımız oldu.  Herkese açık etkinliklerdir bunlar. Zaman içerisinde senaryo, yaratıcı yazarlık, müzik, ritim, resim, fotoğrafçılık atölyeleri yapmaya başladık. Galapera’nın bir de kardeş kuruluşu var, Tiyatro Karakutu. Orada da tiyatro oyunları, oyunculuk eğitimleri ve dans derslerimiz var. Bunların yanı sıra Galapera burayı sevenler, bizden hoşnut olanlar için bir de dostların buluştuğu bir mekân. Aslına bakarsanız günümüz koşulları içinde oldukça zorlanıyoruz, ne var ki  bütün bu zorlanmalara rağmen Beyoğlu gibi kalabalık bir yerin ortasında kendi sesiyle var olan, gürültüden uzak, biraz da  içimize çekildiğimiz bir adayı andıran mekan diyebilirim Galapera için.

 

 

- Galapera’da İstanbul turları da yapıyorsunuz ve bana göre bunun Galapera’nın bahsettiğiniz diğer aktiviteleri içerisinde farklılaşan bir yanı var. İstanbul’u yazılarında sıkça kullanan bir yazar olarak şehirle olan bağınızdan ve bu şehir turlarından bize biraz söz edebilir misiniz?

- İstanbul kültür ve tarih turları yapıyoruz. Ben gezdiriyorum, anlatıyorum, bunların minik minik ücretleri var Galapera’ya destek sağlayabilmesi için. Öte yandan İstanbul’u çok sevdiğim için insanlara onun farkı yüzlerini, renklerini gösterebilmek hoşuma gidiyor. İstanbul gibi bir şehir daha  yok diye düşünüyorum. Çünkü bütün farklılıkları, bütün çeşitlilikleri bir arada barındıran bir şehir daha bulmak çok zor kanımca. Üstüne üstlük İstanbul edebiyata çok zengin malzeme sunan bir şehir. Bu nedenle de İstanbul’u çok anlattım yazdıklarımda. Tabii İstanbul’u anlatırken kent ve insan ilişkisi, büyük kent ve insan ilişkisi, insanın bir megapol’de yaşadığı sorunlar, açmazlar, varolma çabası sızdı tüm öykülere.  Dört beş yıl kadar İstanbul’un tarihi dokusunun tahribiyle ilgili çalışmalar yapan bir dernekte yer aldım, derneğin kurucularından biriydim, İstanbul’un tarihi dokusunun tahrip edilmesi, İstanbul’un bugün geldiği durum bizi çok üzüyordu. Çok sayıda çalışmamız oldu. Bu çalışmaları yaparken de İstanbul’u gezme, bilmediğim bir sürü yerini tanıma olanağım oldu. Sonra istedim ki bu güzelim şehir başka insanlar tarafından da, burada yaşayan kentliler tarafından da tanınsın, bilinsin, bir tarih ve kentlilik bilinci oluşsun. Gezilerin amaçlarından biri de budur. Bizim bu gezileri yapmamızın bir amacı budur, Bir de ben her defasında kendime bahane yaratıyorum, o çok sevdiğim yerlere gitme bahanesi, oraları bir kere daha görme bahanesi. Mesela ‘Surdibinde Çilingir Muhabbeti’ adlı kitabımdaki kimi öyküler böyle bir gezinin sonunda oluştular, gördüğüm bir manzaranın yarattığı çağrışımla ben o öyküleri  yazdım.

- Şimdi biraz odağımızı farklılaştırıp sizin de küçük yaşlarda fark ettiğiniz, belki de fark etmek zorunda kaldığınız, yazarak hayatı sürdürmenin zorluğu belki de imkânsızlığı ve ekonomik zorluğu aşmak için başka bir şeyler de yapmak zorunda kalmak durumundan bahsedelim mi?

- Bizim ülkemizde bir yazar başka bir iş yapmadan yaşayamaz. Bunun nedenlerinden birisi kitabın az okunması, kitapların yeterince insana ulaşmaması, satılmaması ve bundan yaşamaya yerecek bir gelir elde edilmemesi. Aslında bir yazar başka bir işte çalışmadan sadece yazarak yaşamak ister. Böyle bir özgürlüğü ister. Yazmaya oturuyorsunuz, kısıtlı zamanlarda yazıyorsanız ve bu ciddi bir sıkıntı yaratıyor. Sabahtan akşama ekonomik nedenlerle başka bir işle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz.  Ben de diğer yazar arkadaşlarım gibi hep bunun rahatsızlığını hissettim, hatta giderek şunu söyleyebilirim, ‘ya benim burada ne işim var’ dediğim oldu. Ama daha öncede belirttiğim gibi  hayat dayatıyordu, çalışmak gerekiyordu. Buna rağmen insan üretmek bir direnç de geliştiriyor zamanla. Bu bir gün gelir değişir mi, çok sanmıyorum. Türkiye’de ne yazık ki kitaplar yayımlanmış, okunmuş okunmamış, film çekilmiş çekilmemiş, insanların ruhu, beyni zenginleşmiş, zenginleşmemiş, onlar düşünsel olarak yetkinleşmiş, yetkinleşmemiş pek kimsenin umurunda değil. Umurunda olmadığı için de siz mecburen yaşamınızı sürdürmek için bölünerek, parçalanarak yaşamak durumundasınız. Bu ülkenin koşulları böyle.

- Aslına bakarsanız son yıllarda şehirdeki koca koca reklam panolarında kitap duyuruları benim dikkatimi daha çok çekmeye başladı, keza çok sayıda sinema filmi de çekiliyor ancak bana öyle geliyor ki bu reklam panolarında yer alabilen birkaç kişi var. Hal böyle olunca popülarite, tekelleşme gibi kavramlar canlanıyor zihnimde. Hayat telaşı içinde istisnaları olsa da çoğunlukta alternatifleri aramak yerine, kendisine sunulanlarla yetiniyor ve pek çok değerli sanatçı halka ulaşamıyor. Bu konuda sizin düşünceleriniz nelerdir?

- Evet sistemin istediği, popüler olan şeyler ön plana çıkartılıyor. Sen sistemle uyuşmuyorsan, sisteme karşıysan ve ürettiğin şeyler sistemi sorgulayan şeylerse zaten otomatikman seni dışarıda bırakıyor, sana ulaşılması engelliyor. Halkın önüne derinlikli olmayan, eyleyici, oyalayıcı, kolay şeyleri koyuyor. Büyük kitleler hemen oraya ulaşabiliyorlar ama gerçek ve has olana ulaşamıyorlar. Çünkü ulaşırlarsa  sistem için tehlike oluşuyor. Bu durumda da insanların seçici olmasını beklemek zor. Bu bizim kültürsüzlüğümüzün kışını da gösteriyor aslında. Çünkü hiçbir zaman toplum bir aydınlanma dönemi yaşamadı, oraya varılabilecek yollardan geçmedi. sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel açıdan gelişilemediği için  de bir dönüşüm sağlanamadı, sağlanamıyor.

Tabi insanları asla eleştirmek ya da suçlamak için söylemiyorum bunu. Çünkü sistem, devlet, erk her zaman halkı engelleyici şeyler buluyor. Bir de son zamanlarda başka bir şeyin baskıları da yoğunlaşmaya başladı. Siyasetin getirdiği bir şey, din. Bu durumda kültürsüzlüğün kışı ne yazık ki insanların gerçek edebiyata ulaşmasını engelliyor. Tabii ki bir tekelleşme, tabii ki bir kısırlaşma, tek tipleşme getiriyor beraberinde.

 

 

- Şimdi biraz bizi neşelendirecek güzel paylaşımlardan söz edelim isterseniz. Ağustos ayında yeni öykü kitabınız ‘Burada Mutlu Değilim’ okurla buluştu ve yine yakın zamanlarda Galapera olarak da bir öykü fanzin çıkartmaya başladınız. Kitabınızdan ve fanzinden bize bahsedebilir misiniz?

- Gençleri  kolayca yargılıyoruz, suçluyoruz kimi zaman farkına varmadan. Genç insanlarla konuşuyorum ve bakıyorum hiçbiri gerçekten mutlu değil, hepsinin bir sürü sıkıntıları var ve bunları ifade alanları yok. Sanıldığının aksine gençlik koşulsuz bir mutluluk, çoşku çağı, sadece eğlencenin, neşenin, gezip tozmanın var olduğu bir dönem değil. Pekçok zorluk, açmaz bekliyor gençleri. Ben bu kitapta sözü gençlere bırakmak istedim. Böyle başladı, genç insanlarla söyleşiler yaptım. Söyleşiler sırasında da çok keyif aldım, içinde bir sürü acı hikâye olsa da, onlar beni çok acıtsa da, gözlerindeki umut ışığını görmek keyifliydi gene de. Genç insanlar da ebeveynler de okumalı bence bu kitabı. Gençler, ötekini anlamak adına okumalılar. Aileler de belki biraz daha doğru bir iletişim için bu kitaba bakmalılar, çünkü orada çocuklar birtakım şeyleri ortaya doğru koyuyorlar. Ama kitap ne kadar ulaşacak insanlara bilemiyorum. İçinde sevgili Hakan Günday’ın, Altay Öktem’in, İpek Ongun’un, Gündüz Vassaf’ın, Haydar Ergülen’in de söyleşiler ve gençliğe ilişkin yazıları var.

Fanzine gelince, büyük bir heyecanla iki sevgili dostumla birlikte çıkartıyoruz. Çünkü Galapera’nın çok açıkyüreklilikle söylemek gerekirse dergi çıkartacak gücü yok. Olmadığı için dedik ki ne yaparız, fotokopiyle çoğaltacağımız bir fanzin yaparız. Bu öykü fanzini çıkartmaktan dolayı da çok mutluyuz. Sadece öykü yayınlıyoruz ve içinde ustaların olduğu kadar, genç insanların, yeni yazarların da öyküleri var. İlginçtir fanzinimiz epeyce ilgi gördü. Uzunca süre vazgeçmeden çıkartmayı düşünüyoruz. Öykü dergilerinin azaldığı belki de hiç kalmadığı bir dönemde birazcık da öykü dergisi yerine geçsin istiyoruz. Öyküye böyle bir katkı yapmak istiyorum ben bir öykücü olarak. Öykü okurunu çoğaltmayı hedefliyorum.

- Ulaşmak isteyenler nerelerden edinebilirler fanzini?

- Kadıköy ve Beyoğlu Mephisto’dan, Galapera’dan gelip alabilirler, bana e-posta ile yazabilirler (laloze68@gmail.com) oradan ‘pdf’ formatında gönderebiliriz, abone olabilirler, böylece her ay e-posta adreslerine fanzin gönderilir.

- Sizin yakın zamanda Almanya’ya Türkiye’yi temsilen bir seyahatiniz oldu, bundan biraz söz edebilir miyiz?

- 2010’da ‘Tanrıkent ve Yitik Şarkılar’ adlı kitabım yayımlandı. Bir İstanbul öyküleri kitabı. Burada temel derdim  vicdan muhasebesi, yüzleşme ve  İstanbul’da ötekini gösterme meselesiydi. Kitap, İstanbul’un yerlileriyle göç insanlarını anlatıyor. Belgesel öyküler dendi, fotoğraf öyküler dendi içindekilere. Evet farklı tür bir öykü ama öykü onlar. Hepimizin macerası bir başka deyişle. Sonra kitap Almancaya çevrilip, Almanya’da yayımlandı. İlgi gören bir kitapta oldu orada. 2011 yazını Almanya’daki ‘Literatur Haus’ Türk edebiyatına ayırmıştı, Türkiye’den konuk yazarlar çağırıldı. Mario Levi, Ayşe Kulin, Murat Uyurkulak ve ben gittim. Almanya’da altı şehir gezip, oralarda okumalar yaptık kitaplarla ilgili. Hem kendi derdimizi, hem herkesin çok merak ettiği İstanbul’u anlatabilmek, Türk Edebiyatı’ndan söz edebilme olanağı bulmak sevindiriciydi. Sadece bir İstanbul kitabı gibi değil bir edebiyat kitabı gibi okuduk, edebiyat lezzeti aldık, İstanbul  edebiyatın getirdiği şey ile gözümüzde bambaşka bir hale geldi şimdi daha çok gelmek istiyoruz, merak ediyoruz türün tepkiler aldım.

Bir keresinde Galapera’ya hiç tanımadığımız bir Alman elinde benim kitabımla, İstanbul’u sizin kitabınızla geziyorum diye geldi, bir de rehber arkadaşımdan Almanların benim kitabımdan etkilendiklerini ve gezerken kitaba da dönüp dönüp baktıklarını duyuyorum. Bunlar tabii çok sevinç veriyor.

- Yeni projeler var mı bizimle paylaşmak istediğiniz?

- Bir romanla uğraşıyorum bir yıldır, çok ağır gidiyor ama onu kotarmaya çalışacağım bu yıl da, bir de yakın zamanda bir senaryo yazdım onun da son çalışmalarını yapıyorum. Töre cinayeti anlatan bir senaryo. Bir süredir de küçük küçükte olsa kadına şiddete hayır gösterileri, etkinlikleri yapıyoruz, destek veriyoruz. Herkesin bir şeyler yapması gerektiği düşüncesindeyim zaten, ciddi bir yara toplumda. En nihayet bu çalışmalar beni bir noktaya getirdi. Senaryoyu gerçekten olmuş bir töre cinayetinden yola çıkarak yazdım, geçen yıl işlenmiş bir cinayet, o film olsun çok istiyorum. Bakalım önümüzdeki günler ne gösterecek, şimdi onun son çalışmaları ve roman bir taraftan gidiyor ve yarım bir öykü dosyam var ona dönmek istiyorum ama bunları halletmem gerekiyor. Bir yandan Galapera devam ediyor, atölyelerimiz devam ediyor. Önümüzdeki dönemin çalışmaları böyle.

- Son olarak okurlarımızla paylaşmak istediğin bir şey var mı acaba?

- Şöyle bir sey söylemek isterim bu söyleşiyi okuyacak olan tanımadığımız dostlara, lütfen öykü türünü es geçmesinler. Bunu samimiyetle söylüyorum, öykü edebiyatın üvey evladı gibi ne yazık ki, belki kısa, kısalığından dolayı okunma zorluğu yaratabilir ama türün özelliği bu, o kısalığın içine bir girebilsek aslında sayfalar dolusu romanlarda anlatılan şeyleri bulacağız. Romandan beklediğimiz şeyi öyküden beklememiz mümkün değil, hepsinin alanları farklı. Bir öykü bütün bir yaşamı birkaç sayfada anlatabilir, ben bu konuya dikkati çekmek istiyorum.

- Çok teşekkür ederim.

 

 

 

KASIM 2011

* Müz; Yunanca Mousai sözcüğünden gelmektedir. Etimolojik olarak, akıl, düşünce, yaratıcılık yeteneği gibi anlamlara gelen "men" kökündendir.  Yunan mitolojisinde,  ilham tanrıçaları, ilham perileridir.

 

Tuba İmik Söyleşileri