Kenan Kalecikli
İnsanım...
Bir dünyalıyım ben. Herkesten daha zamansız, ama en çok yersiz, yurtsuz... Tek sığınağım yazdıklarım belki. Bana zorlanan her aykırılığa direnerek taşıdığım protest kimliğin bedelini öderken yeryüzünün en cesur adamıyım. Bir dünyalıyım ben. Ferhat'ların, Mecnun'ların soyundan geldiğime inanıyorum. “Çiçek yüzlüm” dediğim muhteşem insanı bulduğumu sandığım anda yitirmelerin yıkımını ne kadar taşıyabileceğimi ben de bilmiyorum.
Yıllar yılı giderek etkisini artıran kapitalizmin boğucu kuşatmasına karşı her sözüm, her satırım bir direniş çığlığı aslında. Sevginin gücünün, aşkın büyüsünün insanlaşma sürecindeki önemini sürekli vurgulayarak bir savaşım veriyorum. ”İnsan kazanacak,” derken taşıdığım umut, kendi içimde adı konmamış bir destana dönüşüyor.
Yaşadığıma hiçbir zaman inanmadım. Bu nedenle de yaşım yok benim. Özgeçmişim de.
Aranızdan ayrıldığımda, geride bıraktığım kitaplarım “hoş bir seda” olarak sonsuza kadar hiç tanımadığım okurlarımca okunacak,dudak bükmelerinde bir gülümseme kadar kalacağım.
Sizden biriyim /belki, hiç kimse değilim.
Kitapları
Sevgilim
Sevgiliye (Suya Yazılan Mektuplar)
Aşkı Konuşmak
7 Mektup
Aşkın Ömrü Yüreğiniz Kadardır
Kartpostal Yazıları
Hayallerimi Sende Unuttun
Söyleyemediklerimi Sen Anla
Seni Sev(m)iyorum
Sevgi Günlüğü
Yalnız Sen Varsın
Tristan ve Iseut
Alkışlar... Perde - Bir Düş Kırıklığının Öyküsü
- İnsan ilişkilerinde aşkı en doğru olarak nerede konumlandırabiliriz?
- Bu sorunun karmaşık gibi görünen ama gerçekte çok yalın bir yanıtı vardır: Aşk, çok özel bir duygu alış-verişidir. Günümüzde hoşlanma, beğeni gibi kıpırdanmalarla yaşanan her ilişkinin aşk sanılması aşamasında karmaşa başlıyor; insan ilişkilerinin yazılı olmayan tarihinden süzülüp gelen ve genel kabul görmüş bir aşk kültürü olmadığı içinse yanıtsız gibi görünen sorular kaçınılmaz oluyor. Sürekli yinelenen tuhaf yanılsamaların labirentinde zifiri karanlıkta elimizde bir kandille yürür gibi ilerliyoruz. Aslında çok yalın olması gereken her şey karmaşa içinde kalıyor. Bu söyleşimizde aşka biraz olsun açıklık kazandırabilirsek, insanlar yaşamlarına çeki-düzen verebilirler kanısındayım.
- Peki, hangi ilişkiye aşk dersek en az yanılmış ya da yanılmamış oluruz?
- Her şeyden önce şunu özellikle vurgulamak isterim: Çiğ duygularla aşk yaşanamaz. Yaşamın imbiğinden geçerek damıtılmış duygular belirler aşk ilişkilerini. Ben buna ‘’rafine aşk’’ diyorum. Beğeni, hoşlanma gibi sıradan duygulara ek olarak ortak bir yaşamı birlikte var etme, birlikte çoğalma vadeden bir ilişkidir aşk. Sağlıklı bir aşk ilişkisi, her şeyden önce eşitlerin birlikteliği üzerine kurulur. Toplumsal konumları ne kadar aykırı olsa da iki insan arasında aşk varsa, bir anda eşitlenirler. Bunun en çarpıcı iki örneğini Love Story ve Titanic filmlerinde görmüştük. İki sevgili arasında aşk ilişkisinden önce toplumsal konum farkı vardı ama aşk, sevgilileri görülmemiş bir biçimde önce eşitledi, sonra bütünleştirdi. Artık sevgililerde birbirlerine karşı hiçbir bencilce duygu kalmamıştı. Aşkın olmazsa olmazıydı bu. Adalet duygusu, üretken sevgi anlayışı, Erich Fromm’un ısrarla üstünde durduğu ‘’bireyselliklerini koruyarak bütünleşme’’ aşkın dokusunu oluşturan dinamiklerdir. Aşk, teslim olmaktır. Sağlıklı bir aşk ilişkisi ancak bu değerler üzerine kurulabilir. Değilse cinsel ve(ya) duygusal sömürü kaçınılmazdır ki günümüzde aşkla estetize edilmiş korkunç egemenlik ilişkilerine birçok kez tanıklık ettim. Bencil, adalet duygusundan yoksun hiçbir ilişki ayakta kalamaz. Bırakın aşkı, bu tür ilişkileri hiçbir saygın yere oturtamazsınız.
- Aşklar neden aksıyor?
- Üç sözcükle sorduğunuz bu sorunun yanıtını tam verebilmek sayfalar dolusu konuşmamı gerektirecek önemde. Öncelikle şunu bilelim; herkes bilsin: İnsanı sorgulamadan aşkı anlatamayız. İnsan nasıl bir varlıktır; nasıl olması gerekirken gerçekte tarihin aynasında nasıl görünmektedir? Esaslı sorudur bu. Albert Camus, ‘’İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm,’’ derken öyle uzun konuşmuştu ki. İnsanlık binlerce yıldır puta tapıyor; ilişkilerini de putlarına göre ayarlıyor, bu çok açık. ‘’Kaç paralık adamsın?’’ sözü, kapitalist Amerikan kültüründen gelmedir. Günümüzde madde dinini temsil eden kapitalizm, herkesin içine bir komprador yerleştirmiş, bu kompradorun çelik pençesinde insana özgü değerlerini yitirerek tasmalı köleye dönüşmüş bireyler, her nasılsa özgür olduklarına inandırılmışlardır. Bütün kapitalist toplumlar hastadır. Bu durumda insanın önünde iki seçenek vardır: Ya sürüye uyarak ruhunu kendince dinginleştirecek (bu kez de kalabalıklar içerisinde yalnızlıklar yaşayacak) ya da sürüye uymayı reddederek gerçek anlamda yalnız kalacaktır. Çok yaman bir direniştir bu. Aşka gelirsek; madde dininin nesneleştirdiği bir bireyden aşka ilişkin hiçbir insanca etkinlik bekleyemezsiniz. Onun kültürü, yağmacı kültür olabilirdi ancak. Ne yazık ki nesneleşmiş bireyler büyük bir çoğunluk oluşturur kapitalist toplumlarda. Bu durumda aşk, bir ‘’azınlık uygarlığı’’dır. Temel soru(n) tam da budur. Siz aşkı istediğiniz kadar doğru değerlerle taşıyın, aşk öznesi olarak nesneleşmiş bir bireyi seçme olasılığınız çok yüksektir. Aşkların aksamasının temelinde yatan neden de bundan başkası değildir. Bir de bunun üstüne genel kabul görmüş bir aşk kültürünün olmayışı (ya da çok az bilinmesi) gibi bir tuhaflığı eklerseniz, sonuca şaşırmamak gerekir diye düşünüyorum.
|
- Toplumsal çürümeye vurgu yapıyorsunuz. Biraz daha açsak konuyu, diyorum.
- Aşk, paylaşım kültürüdür her şeyden önce. Dünya toplumları büyük ölçüde yağmacı kültürle donatılmıştır. ‘’Elde et, ruhunda egemenlik kur, işin bitince de terk et…’’ Yağmacı kültürün,
aşıladığı çürümenin en yalın anlatımı budur. Sevdiğini sandığı insanı nesne olarak gören birinden aşk beklenebilir miydi? Bu çürüme yazılı ve görsel basında hemen her gün sergileniyor. ‘’Ya benimsin, ya toprağın’’ ilkelliğini aşamadı bu toplum; yıllardır nefret şarkılarını aşk şarkısı sanarak büyüdü bireyler. ‘’Ölürsem kabrime gelme istemem / İnim inim inle ölme istemem’’ sözlerinin neresinde aşk barınabilirdi ki? İnlesin, ama ölmesin; çünkü ölürse acı çekmekten kurtulacak; buna bile razı olmayan bir acımasızlık aşk sanıldı, ne tuhaf! Vıcık vıcık bir nefrettir bu sözlerdeki anlam. Beddua sözlerinden oluşan o kadar çok şarkı yazıldı ki. Hele biri sözde sevdiğini benzin döküp yakmaktan söz ediyordu. ‘’Kırk yıl geçse yine benim malımsın / İsterem ki bir an evvel gelesen.’’ Bu da bir türkü sözü. Bir an önce gel de tepene binip kullanayım seni, çünkü benim malımsın… Mide bulandırıcı, ataerkil bir söyleme aşk derseniz düşeceğiniz yanılgıyı hiçbir sözümle anlatamam. Ataerkil dedim de, erkek ataerkinin kirini taşırken, Anadolu’da kızlar ‘’eksik etek’’ olarak yetiştirilirken hangi aşk Allah aşkına? İstisna olması gerekenler ‘’asıl’’, asıl olması gerekenler ‘’istisna’’ olmuşsa, kesin bir çürüme söz konusudur. Aşksa, bu çöplükte yeşermiş bir gelincik çiçeği olabilirdi değil mi? Çok zor doğa koşullarına direnebilen gelincik çiçeği, çöplükte de yeşerebilir. Sorunuzun özet yanıtı bu olabilir ancak.
- Hiç mi umut yok?
- Umudun bittiği anda insanlık da bitmiştir. Veysel Çolak’ın çok güzel bir sözü vardır: ‘’İnsan tükenmez…’’ Bu söze çok inanıyorum. Günümüzde aşk yaşanıyor. (Bir şairin ‘’İstanbul’da çok yoğun aşk yaşanıyor’’ sözüne çok gülmüştüm. Belli ki çiftleşmeyi aşk sanacak kadar budalaydı.) 25 Yıl aynı evde mektuplaşan felsefeci Hüseyin Batuhan’la Turan Hanım aşkı, Mehmet Mehdi ile Zeynep Hanım aşkı, Grace Kelly ve Prens Rainer, Neruda ile Matilde aşkı yüzyıllar öncesinde kalan aşklara çağımızın çok çarpıcı örnekleridir. Nazım Usta boşuna söylemedi: ‘’Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte / Yani yürekte.’’
- Aşk adına düşünce üretenler neden yanılıyorlar diye sorsam?
- Onlar Freud’un nesne sevgisinin, Schopenhauer’ın üremeyi aşk sanan ilkel çiftleşme kültürünün etkisi altında kalınca yanılmaları kaçınılmazdı elbette. ‘’Siyaset Meydanında Aşk’’ bunun çok çapıcı örneğiydi. Orada bir yazar ‘’Aşk üremedir,’’ diyordu; eşcinsel aşklardan söz ediyordu. Osmanlı’daki sapkın ilişkileri bile aşka örnek göstermeye çekinmemişti. Neyse ki Ataol Behramoğlu ‘’Eşcinsellikte üreme nerede?’’ diye sormuştu da aşkı üreme sanan anlayış anında çürütülmüştü. Aşk adına düşünce üretenler Freud ve Schopenhauer’ı aşamazlarsa, söyleyecekleri her söz yanlışlar komedyası olmaktan öte gidemeyecektir. İşte bunun için dört bilim adamının ortaklaşa yazdıkları ‘’Aşkın Fenomenleri’’ adlı kitapta ‘’Karafatmaların kız tavlama yöntemleri’’ gibi hiçbir akılla açıklanamayacak saçmalıklara imza atılmıştı. Bilim aşktan elini ayağını çeksin artık. Cinselliğin kimyasını aşkın kimyası diye yutturmaya çalışmasın. Şunu herkes bilmelidir: Cinsellik aşkın amacı değil, sonucudur. ‘’Tostumu yedim, bekliyorum,’’ diyen manken kızımızın çağrısı aşk çağrısı değil, çiftleşme çağrısıdır. Postmodern aşk dedikleri de gerçekte postmodern çiftleşme kültürüdür; içinde hiçbir insanca duygu barındırmaz. Benim kedilerim onlardan çok daha doğal yaşıyorlar bunu.
|
- Aşka ilişkin bu kadar çarpıcı yorumlar yapıyorsunuz da bu toplum sizi neden yeterince tanımıyor?
- Ben sürüye uyanları rahatsız ediyor olabilirim. Çünkü beni okuyanlar aşkla, yaşamla ve en çok da kendileriyle yüzleşiyorlar. Sürüye uymak ya da yalnız kalmak arasında seçim yapmak zorunda sayıyor olabilirler kendilerini. İsteseydim ben de çok geniş bir kitlede okunan bir yazar olabilirdim. Sürüye uyanların yaşam seçeneklerini onaylar sözlerle kitaplarımın dokusunu oluştursaydım güçlü bir kalemden (bu konuda alçakgönüllü olmayacağım) tam da kendilerini onaylayan sözler okuyacaklardı, sanırım hoşlarına gidecekti. Ama ben protestim; verili olan yaşamı kusuyorum iyiden iyiye. Kalemimi satmıyorum. Başka bir söylemle, çok satmak adına kalemimi yanlışa yöneltmiyorum. Yaşamdan referans aldığım doğruları yazıyorum.
- Aşk tek kişilik mi, iki kişilik mi sorusu hep sorulageldi. Ne dersin?
- Aşk, kavram olarak (karşılıksızsa) tek kişilik olabilir; ama aşk ilişkisi kaçınılmaz olarak iki kişiliktir.
- Aşkın ömrü hep tartışıldı? Nedir bu sorunun doğru yanıtı?
- Frederic Beigbeder, ‘’Aşkın Ömrü Üç Yıldır’’ kitabını çıkarınca, çok komik şeyler oldu. Adı önemli değil, magazin dünyasında epeyce tanınan biri, elinde bu kitapla poz verip, ‘’İşte buydu’’ der gibi sözler etmişti. O kitabın dayandığı temel, cinselliğin kimyasıydı aslında. Aşk sandığı çiftleşmenin üç yıldan uzun sürmesi içinse bir formül öneriyordu: Kontrollü zina… Bu kadar rezilliğe bulanmış bir anlayışın neresini eleştirirseniz elinizde kalır. Bu kitaba yanıt olarak Aşkın Ömrü Yüreğiniz Kadardır kitabını yazmıştım. Keşke o kitap kadar ses getirseydi. Herkes kendisiyle ve aşkla yüzleşebilseydi, herkes ayrı ayrı özleşetirisini yapıp yaşantısına çeki-düzen verebilseydi. Ne yazık ki ülkemizde insanlar tanıdık imzalara önem veriyorlar. Ben insanlığa bu kitabı kazandırdığım için rahatım. Kim ne istiyorsa yaşasın, istediği adı versin yaşadıklarına, artık umurumda da değil.
- 14 Şubat, sevgililer günü olarak kutlanır her yıl. Bu konuda düşüncen nedir?
- 3. yüzyılda, Roma İmparatoru II. Claudius, ordusundaki asker sayısı azalınca, evliliği yasaklamıştı. Buna karşı çıkan din adamı Aziz Valentine, insanları gizlice evlendirdi; bu eylemlerinin bedelini de sopayla dövülerek 14 Şubat 270 yılında öldürülmekle ödedi. Bu cesur din adamını anmak adına her yıl düzenlenen törenler gelenekselleşti, yıllarca sevgililer günü olarak bilinegeldi. Günümüzdeyse kapitalistlerin daha çok ürün satmak adına birbirleriyle yarıştıkları bir etkinlikten başka anlam taşımıyor. İki insan birbirini aşkla seviyorsa bunu yılın bir günü kutlamaları kadar anlamsız ne olabilir; üstelik madde dininin sözcülerinin put satma yarışına girdiklerini düşünürsek. Yaşamın imbiğinden geçirilerek rafineleşmiş aşkla söylenen ‘’seni seviyorum’’dan değerli armağan olabilir mi?