1956 Aydın doğumludur. Liseyi Robert Kolej’inde bitirdikten sonra şiir bursu alarak İtalya'ya Floransa’ya gitti. Türkiye’ye dönüşünde birer yıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik ve Ekonomi bölümlerine devam etti. 1977'de İngiltere'ye giderek Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden lisansını, Essex Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden master derecesini aldı. 1983'te Belçikalı ressam Patrick Jacquart ile evlenerek Brüksel'e gitti. 1986'da yurda döndü. İlk şiirleri 1980’de Yazı ve İnsan dergilerinde çıktı. Gösteri, Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yönelişler, Sombahar dergilerinde yayınlandı. Şiirlerinden bazıları bestelendi ve filmlerde kullanıldı.
Şiirlerinden bir seçki "Water Music" adıyla Dublin'de yayınlandı (Poetry Ireland, 1998). Fransız ressam Colette Deble'nin resimleri üzerine yazdığı şiirler ise Fransız Enstitüsü’nden "Yağmur Kızı Böyle Diyor" adıyla Fransızca yayınlandı.
Bir dönem Radikal gazetesinde yazdı. Yurt dışındaki birçok toplantıda Türkiye’yi temsil etti. Türk şiirinin lirizm birikimleriyle ilintisiz, imge ya da görüntü düzeyinden çok beslendiği farklı kültürlerdeki kavramlar ve kaynaklar üzerine kurulu Türk şiirinin köşe taşlarından sayılan önemli bir şairimizdir.
- "Voyıcır 2" kıyıları henüz belirlenmemiş bir deniz, masallardan söylence derleyicilerine kadar uzanan bu mecrada atlaslara bakıp bir türlü bulamadığımız. Sevgili Ahmet Güntan'la birlikte kaleme aldığınız bir çalışma bu. Şiirlerinizde 'kadınsı' kimliğinizi keşfetmek biraz zor, şiirleriniz cinsiyetsiz genelde. Bu tarz ikili çalışmalar daha çok kadınsı kimliğinizi ön plana çıkarma hareketleleridir diyebilir miyiz?
- ''Voyıcır 2'’nin tam nereye uzandığını kitabı yazarken de bilmiyordum şu anda da bilmiyorum. Çünkü şöyle bir enteresan hadise oldu. Bir gün Ahmet Güntan bana şöyle söyledi; ‘’Voyıcır 2'' şu anda tam bizim sistemi terk etmek üzereyken bilinmedik bir dilden sözcükler geliyormuş dinleyenlerin kulağına, bu işin uzmanları ‘’Voyıcır 2’’ uzaylılar tarafından kaçırıldı ve onun çığlıkları herhalde diyorlarlarmış. Bu beni heyecana itti doğrusu, çünkü ben inanan bir kişiyim zaten UFO'lara... Gördüm de çünkü iki kez. Yani ‘’Voyıcır 2’’ kitabı hiç bitmemiş de oluyor bu şekilde.
Evet, Afazi şiire yol açan bir hastalık’tır. Şiir eğer İbn Arabi’nin dediği gibi Venüs’ten iniyorsa, afazi, Venüs’ün beyindeki üssüdür. O üs bir faninin beynine kurulmuşsa, kelimeleri kurucu bir sanatın ağırlığını yüklenmiştir artık. Şair bu yüzden beyninin Türkçe bölümü yok olunca suçlanmaktan kurtulamıyor.
Benim şiirlerim cinsiyetsizdir. Çok güzel yerinde bir tespit olmuş. Ancak bir erkekle kitabı paylaşmak daha kadınsı bir imaj almak için değil, sadece bir iki neden var ortaklaşa yapmamızın. Cinsiyetsiz çünkü dediğim gibi bana yardım eden uzaysal varlığın Hz İsa olduğunu söyledi birkaç kez, daha çok o yazıyor şiirleri, benden sadece kısa bölümler oluyor ve benim her şekilde bu sesi iyi şekilde duymama bağlı o an, o açıdan da kadın erkek meselesi yok şiirlerimde.
- İmgelem gücünün yardımıyla doğa ile insanın uzlaşıp bütünleşmesini sağlayan, bilinmezin önündeki kapıyı aralayan önemli şairlerimizden birisisiniz. Maddi olanla manevi olanı birleştiriyorsunuz. Doğada ayrı duranlar imgelem aracılığıyla bir bütünlüğe kavuşuyor şiirlerinizde, hem zenginleştirerek hem de derinleştirerek. Hayalgücüne dayanan bu sanat bize bildiğimizden fazlasını mı öğretiyor?
- Şiir şuurla da akrabadır. Şuur, bulanık bir alandır. Bu gizdendir ki; ‘biz sana şiir öğretmedik’ denilmiştir. Çünkü orası, şuurun üstünde, bulanıklığın olmadığı bir dildir. Orada dil, mülklerin en tehlikelisi değildir. Oradan inince tekin olmayan bir alana geçilir.
Bakın şuan sizinle dinlediğimiz müzikte bile öylesine bilinen ve bilinmeyenler arasında sentetik bir noktada gidiş gelişimiz oluyor ki. Şiirler de böyle...
Ben bir yere oturduğum an hem o çocuğumu düşünürüm hem de yürüdüğümü varsayarım, ikisini birden öngörürüm ben. Gelme ve gidiş hali tektir, bu gelme ve gitme halleri bir olduğu anda içimdeki isteriyi bir gül ağacı gibi büyütürüm bende. Dolayısıyla hayal gücüne dayanan bu sanat bize bildiğimizden daha fazlasını öğretiyor diyebiliriz.
- Şiire başlarken ve sonraları yazdığınız bazı şiirlerinizin içinde dini motiflerin olması, kutsal metinlerle ilginç bir örtüşme yakalanması, şiirlerinizde kutsal metinlerle yakınlaşmanız sonradan farkettiğiniz bir durumdu. O ilk anlara dönmek istersek, o ilk heyecan, o anki hisler, şaşkınlık. O an Lale Müldür neler hissetti?
- İtalya'yı sordunuz şimdi bana. Henüz 14 - 15 yaşlarındayken şiirlerimi İngilizce'ye çevirip İtalya'da bir üniversiteye yolladılar, çok ilgi gördü ve beni davet ettiler.
İtalya'ya gittiğimde acayip bir ilgiyle karşılanmıştım. Üniversitenin bütün hocaları toplanmışlar beni bekliyorlar, bir anlam verememiştim doğrusu. Daha sonra bir şiir hocası verildi bana, şiir hocamla buluştuğum o ilk an, bana şiirlerinizde İncil’den bahsediyorsunuz çok ilginç dedi. Ben İncil'e gönderme yapmıyorum, Kuran'ı bile okumadım demiştim. Adam çok şaşırmıştı, tuhaflaşmıştı o an... Ne yani siz şimdi İncil den bahsetmiyor musunuz bu şiirlerinizde demişti. Nasıl bahsedebilirim ben hiç İncil okumadım ki. O dönemler tam da benim marksist dönemlerim yani. Ve onun üzerine adam bana direkt İsa'nın kendine ait olan özel sözcüğü "yaşayan su" kelimesini kullanmışsınız dedi. Bu şiirde yeniden doğan bir adamdan söz açıyorum, bir orospuyla konuşuyorum dedim. Adam şaşırıp kaldı, benim kutsal kitaplarla ilgim olmadığına inanamadı tabii, benim kutsal metinlerle örtüşmem ilk orasıdır. Daha sonraları Muhammed ile buluşmam, İsa ile buluşmalarım... Ben teşekkür ediyorum her ikisine de.
|
- Kutsal metinlerle yakınlaşırken, şiirlerinizin içinde başka bir öngürü daha var. "Ölmüştüm ama işte şimdi yeniden yaşayanım" cümleniz. Ağır bir beyin ameliyatı geçirmeden önce kaleme aldığınız. Şiir yazarken içinizdeki ben olma duygusunun dışında başka bir içsesle karşılaşıp karşılaşmadığınızı merak ediyorum?
- Onlar benimle telepati halinde konuşuyorlar. O yüzden bir içses oluyor bende, bu daha çok soru sorduğum anda oluyor. Şöyle bir soru sordum bir keresinde: Alman ressam Albrecht Dürer'in bir oto-portresinde görmüştüm İsa'ya en yakın insan portresi olarak ve o portreyi elime aldığımda, İsa sen bu kadar güzel misin acaba diye sormuştum... Cevabı şöyle olmuştu: ben çok daha güzelim :) Benimle iletişime geçtiği bir andır... Bir de İsa'ya şunu demek zorunda kalmıştım. Biz hepimiz değişiyoruz, sen hiç değişmiyorsun :))
Bu yüzden bana hep deli derler: Deliler mi daha akıllı, yoksa akıllılar mı daha deli göreceğiz bakalım...
Doruğa sıçrandığında ironi çatısı çıkar karşınıza. Sonra o da yıkılır, kule yükselir. Oradan ancak şöyle seslenilebilir: ‘Sen mavi bir şeysin / O mavi bir şey.
- İnsan akıl yetisini koruduğu sürece, şiirin kehanet yeteneğinden biraz yoksun kalıyor. Şiir sanatına ilişkin notlar yazarken ya da onları okuyup anlamak için insanlarda biraz deli olma şartı aramalıyız değil mi?
- Yani şöyle katılabilirim size, beş dakika sonra ne olacağını bilen o tarz adamlardan hiç hoşlanmam :)
Ama bir gün Amerika'da Meryem şiirleri okuyorum, okurken salonda bir inlemeler başladı ve ah uh diye sesler duydum. Bitirdim okumayı salonda büyük bir alkış oldu. İçlerinden en deli bir Amerikalı ayağa kalkıp şöyle dedi: İşte burada gözlerinizin önünde bir kehanet yapılıyor :)
Varoluşa karşı bir öfke aslında. Bu hayattan memnun olmama hali. Depresifken hiçbir şeyin anlamı yok, manikteyken her şeyin anlamı var! Salona kelebek gelse, bir anlam yüklüyorsunuz. Her şeyin anlam kazanması da aslında bir anlamsızlık sorunsalıymış :)
Bu yüzden şairlerin bir çoğu, kırkından önce ya ölür, delirir veya başka bir ülkeye sürgün edilir.. Başka bir kader yoktur şairler için. Onun için büyük bir cesarettir şair olmak aslında.
- Kullandığınız metaforlarda bilinen göndermeler en çok varoluşa ilişkin. Şiir dünyanızda bir dil galaksisi kurdunuz oturup bekliyorsunuz. Neyi bekliyorsunuz?
- Nietzsche’nin pazaryerinde bağırarak dolaşan Meczubu’unu hatırlarız :‘Size söyleyeceğim. Öldürdük onu, siz ve ben…Hepimiz onun katilleriyiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl içebiliriz ki! Yeryüzünü güneşinden ayırırken ne yapıyorduk ki bizler? Nereye gidiyor şimdi yeryüzü? Bizler nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa. Sonsuz bir hiçlikle sapkınlığa düşmüyor muyuz? Gece sürekli olarak üzerimize kapanmıyor mu? Tanrıyı gömen mezar kazıcılarının gürültüsünden başka bir şey işitmiyor muyuz? Tanrının çürümesinden başka bir şey koklamıyor muyuz? Tanrı öldü, gitti. Onu biz öldürdük. Bütün katillerin katili olan bizler, nasıl yatıştıracağız kendimizi? Tabiki kendimi yatıştırdığımda İsa'yı bekliyor olacağım.
İsa herhangi bir şairle konuşuyor değildir, dünyanın en büyük şairidir.
- Lale Müldür şiirlerinde zaman donmuştur, özne hedefsizdir, onun için felaket kaçınılmazdır. Şaşırtıcılık bir önkabul olmak zorundadır. Sonbaharın solgun flütleri gibi insan aklına özgürce etkinlik yolu açabilen, anlama ve duyumsamanın dışında bir iç okşama da diyebiliriz. Tıpkı metafizikle bir söyleşi gibidir şiirleri. Şimdi geriye temel tek bir soru kalıyor. Yeterli değil, değil mi güzel olması şiirlerin. Tadı olmalı ve istediği yere sürüklemeli ruhunu okuyucusunun?
- Benim şiir evrenimin tanımlanması çok zor. Dediğiniz gibi daha çok metafizikle bir söyleşi gibidir, metafizik bulguların ağırlığından oluşuyor. Politik şiirlerde geleceği öngörme var; Bush var, Irak savaşına yönelik öngörü var. Bu tarz şeyler oluyor tabii ‘metafizik şiir’le uğraşınca.
Şiirimde içsel müzik önemliydi daha çok. şiirin ana maddelerinden biri olduğunu düşündüğüm ritme yöneldim daha çok. Türkçe’de de çok önemli bir olgudur ritim.
Hipomani halinde şiir yazılabiliyor, büyük eser yaratabilmek için bir miktar manik enerji gerekiyor. Belki de o yüzden okuyanlara iyi geliyor şiirlerim.
Hayatım boyunca normal olmak istedim! Yıllar önce, İngiltere ve Belçika'da doktorlar Senin aşırı hassasiyetten başka hiçbir şeyin yok! deyip, eklemişlerdi, ‘‘Aşırı hassasiyet de bir hastalık! Depresif zamanlarımda kendime çok eziyet ediyorum. Evet, tadı olmalı ve istediği yere sürüklemeli şiirlerin.
- Lale Müldür şiirlerinin yaratıcı gücü, onun dışavurumcu dizelerinde , aşamalı renkler, müzikalite, dil duyarlılığı, "Destina" şarkısında daha da belirgindir. Aşkın yarattığı buruklukta bizim yürekli olmamızı, artık korkmamızı bize fısıldar. Sevgili Lale, düş ikinci bir yaşamsa, şairler orada biraz daha acı çekiyor değil mi?
- Artık elmas sertliğinde soruları sormanın zamanı gelmiştir demiştim bir keresinde. Çok güzel sorular bunlar öncelikle tebrik ederim Zeki.
İnsan şair olmayı seçmez; bir düşüştür bu.. Kutsal bir düşüştür aynı zamanda…
Şairlere zaten en başından beri söylüyorum "biz mutsuzuz" diyenlere. Sen bu işe başlamadan önce bilmiyormuydun mutsuz olacağını.:)) Şiire girmek kapalı bir kutunun içine girme harekatıdır, çıkışı yoktur bunun. Onu biliyorsun zaten en başından. Acılar şairlere bürünmüştür. Büyük şairlerin hepsi acı çekmiştir. Ama ben yeni buldum çıkışı, daha önce de bilmiyordum. Neden acı çektiğimi biliyorum şimdi ama, bazen yoktan yere de üzülebiliyor insan.
Üzülmeye yapılanmıştır bütün şairler, ama ben bütün üzüntülerimin üzerine turuncu, karizmatik, semptomatik bir şal ördüm ve o şalın altında yavaş yavaş ilerliyorlar hepsi gelmesi gerekene doğru.
- ''Destina'' unutulmayan bir şarkıdır. Bugün bile dinlediğimizde ayrı bir heyecanlandırır bizi. Peki başka bestelenen bir şiiriniz oldu mu?
- Bir şiirimi daha besteledi Selim Atakan. Ama o zaman nedense gittiği birçok solist tarafından naif bulundu ve okumaktan kaçtılar netice itibari ile yayınlanmadı hiç; bunu da ayrıca anlamış değilim ama çok üstüne gittiğim bir durum da olmadı bu :)
- İki ayrı neslin irrite hali; iki şair Lale Müldür'ü ve Seyhan Özdamar'ı bir araya getirdi. Ve ortaya ''Medine Ve Kavun Likörü'' isimli bir kitap çıktı. Küresel ısınma, yok olan bitkiler, yok olan hayvanlar, hastalıklar, İslamda, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta bilimle çatışan yerler bu kitabın özünü oluşturuyor. Öncelikle bu kitabın doğum hikayesini dinleyebilir miyiz sizden ve bütününün özetinde vermek istediğiniz mesajı alabilir miyiz?
- Yazar ve okurları bir araya getirmek amacı ile oluşturulan bir kurum vardı Edebiyat-Koop adında. Şiir dinletileri yapıyorlardı bende o gün şiir dinlemeye gitmiştim. Orada beni bir arkadaşım Seyhan Özdamar'la tanıştırdı "Senden çok etkilenmiş, askerde yatağın altında bile senin kitaplarınla yatan bir arkadaş bu" dedi. Tanıştık memnun olduğumu ilettim şiir dinletisinden sonra arkadaşlarımla birlikte beni eve kadar götürdü Seyhan, sonra hep birlikte çay içmek içmek için eve davet ettim.
Bir ara Seyhan benim için bir şiir yazar mısınız dedi; Bende olabilir dedim, kağıdı kalemi elime aldım ve şiire başladım ve bir noktaya geldim orada biraz düşünürken Seyhan bende yazabilir miyim, girebilir miyim şiirinize dedi, ama çok kibar bir biçimde söyledi bunu. Hiçbir şey rahatsız etmedi beni o yüzden tabii dedim o şekilde güzel sayılabilecek bir şiiri bitirdik birlikte. İsterseniz böyle devam edebiliriz dedi, bende olabilir ama şiirlerinizi bilmem lazım dedim... Birkaç şiirini okudu ve ben çok beğendim, böylelikle 6 ay süren ‘’Medine ve Kavun Likörü’’ isimli kitabın macerası başlamış oldu.
Sonradan Seyhan’ın bulunması gereken yerde bulunmadığını gördüm. Evet olduğu yerde değildi Seyhan, o günlerde birçok tartışmamız da oldu. Kitabımız Yapı Kredi'den çıkmadı, birlikte yazdığımız için yayınlamak istemediler vs. vs. Sonra ne olduğunu anlamadan abuk sabuk bir yerden çıktı sonuç olarak bu kitap, bunların hepsinde Seyhan'ın unutulmaz bir payı vardır. Belki başından düşünmem gerekiyordu ama kitabımızın çıkmasına maalesef izin verdim. Yayın kuruluşunun birçok yanlışları oldu ve hala da devam ediyor.
- Seyhan Özdamar'la birlikte çıkarttığınız "Medine Ve Kavun Likörü'' isimli bu kitapta peki bir pişmanlık had safhada diyebilir miyiz?
- Had safhada demeyelim de var tabii pişmanlığım. Hem Seyhan'dan hem de yayın kuruluşu Artshop'tan.
- Son kitabınız ile ilgili bir çalışma içinde olduğunuzu biliyorum, okuyuculara, sizi takip eden hayranlarınız için bir müjdeyi, buradan bizler aracılığıyla iletirseniz sevinirim.
- Bu kitap Yapı Kredi'den çıkacak yine işkence şiirleri olacak tamamı, şiire başladığım günden bu güne kadar bana yapılmış çeşitli söz işkenceleri olacak içeriği ve birçok şairlere yapılmış işkenceler olacak... Kitabın başlığı henüz yazdırılmadı daha bana ama.
- İstanbul Belediyesinin her yıl düzenlediği "Uluslararası Şiir Festivali" adı altında, kim kimdir tanımadığımız birçok kalem sahne alıyor. Bu platformda Türkiye edebiyatının önemli şairlerine yer verilmemesi, davet edilmemesi megalomanik bir tavır mıdır?
- Megalomanik bir tavır değil, gerzekler ordusu diyelim :) Oradaki kişileri biliyorum ben, hepsi bir kompleks tavır içindeler. Özellikle büyük şairlere yer açılmıyor, çünkü çapsız kalacaklarını onlarda biliyorlar. Tıpkı geçenlerde başbakanlık davetinde gördüğümüz manzara ile eş değerdir, bir tavırdır evet, bizlerden rahatsız olduklarını hatta ürktüklerinin hareketidir bunlar.