Bir Şair ... Bir Dünya ... / Mehmet Coşkundeniz

 

Deniz kıyısında, Mersin'de doğan, büyüyen bir yürek. Ardından İstanbul'da geçen üniversite yılları ve gazetecilik.'87 yılında Güneş Gazetesinde stajyer muhabir olarak başlıyor eğitimini aldığı gazeteciliğe. Çeşitli gazetelerde muhabirlik görevini sürdürürken televizyonculuk, metin yazarlığı ve yönetmen yardımcılığı yapıyor. Yazmadan yaşayamayacağını anladığında, tamamıyla gazeteciliğe yönelerek, Posta Gazetesinde gece sorumlusu olarak çalışmaya başlıyor. '97'den 2005'e kadar haber müdürlüğü görevini yapıyor. O şimdi yazı işleri müdürü…

' 99 senesinde okurlarıyla paylaşmaya başladığı köşe yazılarıyla beraber, aşkı ve sevgiyi yazmaya başlıyor. Her yayınladığı kitap aşkın içinden geçiyor. Aşka dokunuyor, aşka küsüyor, aşkı yakalıyor,aşka yakışıyor, aşka borçlanıyor ama her şeye rağmen aşkı yazmaya devam ediyor. Ve “aşk” kaleminde kök salmaya başlarken, bitirme tezini veriyor, beyaz önlüğünü giyiyor, aşk doktoru oluyor. Aşk hemşiresiyle beraber, kalbi aşk acısı çekenlere, kalemiyle reçeteler yazıyor. Vizite ücreti yok, randevu almak yok, hatta bir muayenesi bile yok. Her şey paylaşmak adına, inatla yazıyor. Görünen o ki aşkı da inatla yazmaya devam edecek.

Kitapları: Sen Git Aşk Bana Kalsın (Eylül 2004) – Aşk Yakalar seni (Ekim 2004) – Aşk Bize Yakıştı (Ekim 2004) – Seni Seviyorum Çünkü…(Ocak 2005) – Bana Aşk Borçlusun (Eylül 2005) – Sensiz Olmaz Çünkü…(Şubat 2006)

Mehmet Coşkundeniz'le aşkı, aşkı ve aşkı konuşmak için söyleşiye başlamıştık ki, araya aşk, aşk ve aşk girdi…

 

- Gora filmindeki o komik sahne gibi, “kimsin sen?” diye sormak geldi içimden. Sahi, kimsin sen? Aşka birilerinin sahip çıkması gerekiyordu da bu sen mi oldun? Çok mu öksüz, yetim görünüyordu?

- Aşka sahip çıkılmalı mı çıkılmamalı mı konusunda az sonra konuşacağım ama önce kim olduğumdan söz etmek istiyorum. Herkes gibi ben de özellikle ilk gençlik yıllarımda “Kimim ben? Ne yapıyorum? Ne için yaşıyorum? Bu dünyadaki görevim ne?” diye defalarca sordum kendime. O yıllarda bu soruların yanıtlarını bulmak mümkün değildi tabii ki. Ama soruyor işte insan. Nafile bir çaba. Üniversitenin ikinci sınıfında stajyer olarak gazeteciliğe başladığımda “Ne yapıyorum?” sorusu yanıtını buldu. İşin doğrusu ben de kendimi buldum. Demek ki benim damarlarımda gazetecilik kanı dolaşıyormuş. Demek ki benim küçükken sürekli çekmeceleri karıştırmamın, her işe burnumu sokmamın, her konuda yüzlerce soru sorarak annemi, ablalarımı, babamı bıktırmamın, babamın verdiği üç kuruş harçlıkla gidip gazete ve kitap almamın, hemen her konuda bilgi sahibi olmazsam kendimi iyi hissetmememin nedeni buymuş… “Ne için yaşıyorum?” sorusu ise karşılığını 1995'te buldu. Televizyonun büyüsüne kapılıp 1.5 yıl haber programlarda çalıştıktan sonra yazmanın beni çok daha mutlu ettiğini anladım. O yıllarda kendime ait bir köşem yoktu ama ben haber yazarken çok mutlu oluyordum. Televizyonda her şey uçup gidiyordu ama bilirsin, “Yazı kalır…” Evet, ben yazmak için yaşadığımın farkına vardım. O andan sonra da bir daha yazıdan uzak hiçbir işin içinde olmadım. Gazetecilik bana bir misyon yüklüyordu elbette ama benim asıl misyonumun farklı bir şey olduğunu da 2001'de anladım. 1999'da köşe yazmaya başladığımda bu noktaya ulaşabileceğimi hayal dahi edemezdim. Derken 2001'de yayınlanmaya başlayan ‘Aşk Doktoru' sayfası “Bu dünyadaki görevim ne?” sorusunun yanıtını bulmamı sağladı. O dönemde bu görevin bilincinde değildim ama şimdi, 60 bin mektup okuduktan sonra gayet bilinçli bir şekilde bu işi yapıyorum. Bir tek “Kimim ben?” sorusunun yanıtını bulamadım henüz. Aslına bakarsan kendimi çok iyi tanıyorum ama belki de bu soruya direkt bir cevap vermekten korkuyorum. Kendimi sürekli arıyor olmam, sürekli kendimde yeni bir şeyler keşfediyor olmam daha çekici geliyor bana. Kim bilir, belki bu sorunun yanıtını hiç vermeyeceğim. Hatta biliyor musun, artık bu soruyu da pek sormuyorum kendime. Sorma gereği duymuyorum. Çünkü hiçbir zaman olduğum yerde kalmayacağımı biliyorum. Ve her seferinde bu soruya farklı bir yanıt vereceğimi düşünüyorum.

Gelelim aşkı sahiplenme meselesine… Bu konuda alçak gönüllü olmayacağım. Evet, ben sahiplendim aşkı. Köşemde sadece aşkı yazdım, ısrarla da yazıyorum. O dönemde hiç kimse aşk yazmazdı. Aşk romanları, aşkı anlatan kitaplar bu kadar çok satmazdı. Aşk burun kıvrılan, ciddiye alınmayan, olsa da olur olmasa da denilen bir olguydu. Ben aşksız yaşanmamalı dedim. Aşk hayattır, dedim. Aşka sarılın, dedim, yüreğinize, duygularınıza güvenin dedim… Birilerin sahip çıkması gerekir miydi gerekmez miydi bunu düşünmedim açıkçası. Bodoslama daldım ben aşka. Aşkı yazacağım, duygularımı yazacağım, kendimi yazacağım dedim. Hiç tutmayabilirdi, hiç okunmayabilirdi. Bu bir riskti çünkü. Esprili yazıların mizah yüklü söyleşilerin daha çok okunduğu bir ortamda ben biraz da delilik yaptım. İyi ki de yapmışım…

- Aşk sonsuz mavilikte olduğu için yazmaya doyamıyoruz belki de. Güzel bir deliliğin içindesin ama. Merak ettiğim, bunca zaman aşkı yazdın ve yazmaya devam ediyorsun. Hiç kendini tekrarladığını düşündüğün zamanlar oldu mu? Tamam, aşkı farklı bakış açılarıyla anlatabilir insan ama ne zamana kadar? Ve bu soruyla bağlantılı olarak sormak istiyorum; kitaplarında ve yazılarında sıklıkla aşkı telaffuz ediyorsun. Bazen ‘yeter artık, aşk aşk sıkıldım' demek geliyor mu içinden?

- Ben sıkılmıyorum da, okurlar sıkılacak diye ödüm kopuyor. Bu aslında her yazarın duyması gereken bir korku. Kitaplarım çıkmadan önce çok rahattım. Haftada bir gün bir köşem vardı, istediğim gibi yazıyordum. Sonuçta gazeteyi alan okur bunu benim için almıyordu. Evet, köşe babamın malı değildi ama sonuçta ben gazetenin içinde bir renktim. Yani gazeteyi alan kişi beni okumasa bile haberleri ya da diğer yazarları okuyarak gazeteye ödediği paranın karşılığını alabiliyordu. Ancak kitaplarım çıktıktan sonra iş değişti. Artık tek sorumlu benim. Okurun karşısında bir tek ben varım. Ne bir haber, ne de bir başka yazar… Sadece ben… Aşk üzerine yazmak istediklerimin sadece yüzde 1'ini yazdım. İçim çok dolu. Daha çok şey yazabilirim. Kendimi tekrarlarım korkusu beni daha iyi şeyler yazmaya yöneltiyor zaten. Şu ana kadar kendimi tekrarladığımı düşünmüyorum. Ayrıca ben aşk demekten hiç sıkılmıyorum. Çünkü aşk benim hayatımın her alanında var. Ne yaparsam aşkla yapıyorum ben. Motivasyonumdur benim. Bak bunları öyle hamasi laflar olsun diye söylemiyorum. Hissederek anlatıyorum. Gerçekten öyle yaşıyorum. Benim tek problemim zaman. İşim, çok zamanımı alıyor. Şikayet etmiyorum, işimin gereği bu. Zaman planlamasını yapabilsem, daha çok şey yazacağım. Tabii ki aşk üstüne… Bir gün tükenirse ve aşk üzerine yazamadığımı anlarsam ısrar etmem. Yazmayı bırakmam elbette. Hele o gün bir gelsin, düşünürüz ne yazacağımı…

- Peki bu aşk yazılarını paylaşırken, aşk doktoru olarak reçeteler yazarken, platonik bir aşkla sana bağlanan, idealimdeki adam bu diyerek sana aşk mektupları yazan, açıkçası seni kafasına takanlar oluyor mu?

- Elbette oluyor. Öncelikle bir erkeğin bu yazıları yazabileceğine inanmıyorlar. “Böyle bir erkek var mı? Varsa ben onun sevgilisi olmak istiyorum” diyorlar. Bana gelen her 10 mektuptan ikisi, direkt bana aşkını ilan edenlere ait. Ama ben biliyorum ki aslında onlar bana değil, o yazılara hayranlar. Beni hiç tanımıyorlar ki… Sadece yazılarımı biliyorlar. Bu yüzden ben onun gerçek aşk olmadığını biliyorum. İnsan aklını oynatabilir biliyor musun, yani bunca teklif almak sıradan bir erkeği yoldan çıkarabilir. Ama hayır, o noktada değilim ben. Okurlarımla okur-yazar ilişkisi dışında ilişkim yok. “Senin için ölüyorum” diyen bir çok kişiyle irtibat kurdum. Neler hissettiklerini anlatmaya çalıştım onlara. Birçoğu konuşmanın sonunda “Mehmet Abi” demeye başladı. Aralarında elbette beni gerçekten kafasına takanlar oldu. 18 yaşındaki bir kız yüzünden ben telefon numaralarımın tamamını değiştirmek zorunda kaldım. Baş edemedim onunla. Öyle kafaya takmıştı ki beni, olmayacağını anlayınca bana tam 4 bin adet tehdit ve küfür içeren mail gönderdi. Hepsini saklıyorum. Bir tane daha var. Ama o maalesef psikolojik sorunlu. Şizofren. Beni kendisinin kocası sanıyor. Sizin memleketten. Ailesiyle görüştüm. Onların da yapabileceği bir şey yok. Türkiye'nin neresinde olursam olayım imza günlerimde beni bulup geliyor. Bakalım ne olacak…

- İşte bunlar ciddi sorunlar. Yazdıklarınla kimi bayanların kafasında “ideal erkek” kavramı oluşuyor demek ki. Kadınlar, dediğin gibi yazdıklarına aşk besliyor ama yazarına aşık olduklarını sanıyorlar. Çünkü sen sevgi dolu bir erkek sunuyorsun yazdıklarınla, seni kusursuz görüyorlar. Bu bir çok şairin / yazarın sorunu sanırım. Ama bunların yanında, son günlerde ortaya çıkan bir olay daha var bildiğim. Sana aşık olan biri değil de, kendini M. Coşkundeniz olarak lanse eden biri. Gündemde olmak ve ön planda gezinmek mi bu gibi vakaları ortaya çıkartıyor? Bütün bunlar senin sinirlerini de fazlasıyla yıpratabilir.

- Yıpratıyor elbette. Üzülüyorum ama elimden gelen de bir şey yok. Mehmet Coşkundeniz olmak onlara ne sağlıyor onu da çok iyi bilmiyorum. Çünkü bana çok da özel bir şey sağlamıyor. En fazla Migros'da alışveriş ederken kasiyer kıza kredi kartımı uzattığımda kimlik sormuyor. Bir kadını elde etmek için Mehmet Coşkundeniz kimliğine bürünmeyi onlar nasıl yediriyorlar kendilerine anlayamıyorum. Biri daha var mesela… Benim ismimle bir hotmail adresi almış ve msn'de kızları falan kandırıyor. Bir arkadaşımdan bu maili onun elinden almasını rica ettim. Yani hack edecekti. Biliyor musun bu adamın şifre gizli sorusu “İkinci kızımın adı?” idi. Düşünebiliyor musun bunu? 2 kız babası bir adam internette kim bilir belki de kızı yaşındaki insanları kandırıyor. Bak bir şey daha anlatayım sana. Ankara'da yerel bir radyonun DJ'i sürekli benim yazılarımı okuyor ve “Ben yazdım” diyormuş. Bir okurumun dikkatini çekmiş ve canlı yayını aramış. Demiş ki, “O yazılar Mehmet Coşkundeniz'in…” DJ, “Aslında o yazıları Mehmet Coşkundeniz'e ben gönderiyorum, o da kendi ismiyle yayınlıyor” cevabını vermiş. Yani ne diyebilirim ki Pelin ben buna? Aradım radyoyu, epey bir konuştum radyonun sahibiyle. O DJ'i işten atacağını söyledi, yapmamasını istedim. Ben kimsenin ekmeğiyle oynamak istemem. Ama lütfen kimse de benim sabrımın sınırını zorlamasın…

- Sabrın sınırları fazlasıyla zorlanır gerçekten de. Biraz da yayın dünyasından konuşalım. Kitapların çok satmasına rağmen, yazarlıktan yeterince para kazanılmadığını söylüyorsun ve düşlediğin hayat sadece yazmak üzerine kurulu olduğu halde, bunu yapamıyor ve bu düşü yakalamak için de gece gündüz çalışıyorsun. Kitapların aynı satış oranını yurt dışında yakalasaydı durum daha farklı olurdu. Bu uçurumu neye bağlıyorsun? Bizde ki pazarlama stratejileri hangi anlamda eksik ya da yanlış?

- Türkiye'de telif hakkı kurumu daha yeni yeni yerine oturuyor. En son çıkan telif haklarının eksik yönleri mutlaka var ama en azından eskisine göre çok daha iyi. Buna rağmen Türkiye'nin şartları ortada. Alım gücü de okuma oranı da düşük. Kitapların fiyatı belli. Yayınevlerinin politikası da kötü maalesef. Yayınevleri kazanıyor ama yazarlar kazanamıyor. Bizde ilk kez kitap çıkaran yazarlara yüzde 8-10 arası telif öderler. Bunun bir kısmı da vergiye gider. Yani sen 10 YTL etiketli bir kitap çıkarsan, kitap başına 1 YTL brüt alırsın. Bundan yüzde 13.5 stopaj kesilir. Sana kitap başına 865 kuruş kalır. Kitabın 5 bin satarsa (ki bu çok iyi bir ihtimal) 4 bin YTL civarında bir para kazanırsın. Peki söylesene bana, bu para seni ne kadar geçindirir günümüz şartlarında? Kaç ay yaşayabilirsin? En iyi ihtimalle 2 ay… Ayrıca bu paranın tamamını da öyle bir seferde ödemezler. Çünkü çark öyle. Yayıncı dağıtımcıya, dağıtımcı perakendeciye veriyor kitabı. Paranın dönüşü 4 ay…Yayıncının sana ilk ödemeyi yapması 5 ay…Kitabın çıkıyor ve sen telifinin ilk taksitini tam 5 ay sonra alıyorsun. Bir başka iş yapmıyor olsan geçinebilir misin? Mümkün değil elbette. Konu biraz teknik oldu ama hiç olmazsa bu söyleşiyi okuyacak yazar adayları ne ile karşılaşacaklarını bilirler. Ben yurt dışında yaşıyor olsaydım, sadece ‘Sen Git Aşk Bana Kalsın' kitabım torunlarımın bile geleceğini garanti altına alırdı. Pazarlama stratejileri her yayın evi tarafından özel olarak belirleniyor. İyi bir yayın evin varsa, şanslısın. Senin kitabını duyurmaları mümkün oluyor. Ama maddi gücü düşük bir yayınevi ile çalışıyorsan işin sadece şansa kalmış…Ben avantajlıyım elbette çünkü Türkiye'nin en çok satan gazetesinde, Posta'da köşem var. Kitabım çıktığı zaman köşe yazımın altına bir not koyup, kitabım çıktı diyebiliyorum. Bu arada aşılması gereken bir de edebiyat mafyası var. Bu kavramı ben attım ortaya. Evet, Türkiye'de bir edebiyat mafyası var. O çeteyi oluşturan insanların istediği kitaplar parlatılıyor, listelere alınıyor. Düşünebiliyor musun, benim üç kitabım aynı anda en çok satanlar listesindeydi. Bunun bir örneği daha yoktur. Bir yazarın üç kitabı birden aynı anda listede. Engelleyemeyince bir sınır getirdiler. Fiyatı 5 milyondan düşük kitaplar listeye giremeyecek diye. Benim kitaplarım 3 milyondu. İnsanların alabileceği fiyattı yani. Ertesi hafta baktık ki bir tek kitabım bile listede yok. Yahu, bir hafta önce en çok satan kitap, bir hafta sonra liste dışı kalır mı? Kaldı işte…Yayınevim direnemedi. Mecburen kitapların fiyatını 5 milyon yaptık biz de.

- Ülkemizde yazar olmak da zor desene. Edebiyat mafyasından söz ediyorsun. Bu konu ciddi anlamda masaya yatırılmalı öyleyse. Ama yazmak işte, aşk gibi...Her şeye rağmen direniyorsun kaleminle. Sence bu çark böyle dönmeye devam eder mi yoksa bir şeyler değişmeli diyerek, yazarlar da haklarını aramaya başlayacaklar mı?

- Yazarlar hakkını aramalı da, nasıl? Bir yazarlar sendikası var mesela…Ama ne yazık ki edebiyat mafyasının içinde yer alanlar o sendikanın da yöneticileri. Yeni bir oluşum meydana getirilmeli belki de. Ben yazmaya devam edeceğim, eminim diğer yazarlar da devam edecek. Bizi ne yazık ki çok zorluyorlar. Birçok büyük yayınevi kendi kitap satış mağaza zincirlerini oluşturdu. Şimdi elbette o yayınevinin mağazasında kendi çıkardığı kitap ön raflarda yer alacak. Listelerinde kendi kitapları ilk sıralarda yer alacak. Yayınevleri kitap satmamalı mı? Satmalı da bunu hakkaniyet ölçüsüyle yapmalı. Yıllar önce dosyamı hazırlayıp, günümüzün en büyük yayın kuruluşlarından birine götürmüştüm. Kitap yapsınlar diye…Beni geri dönüp aramadılar bile. Dosyamı iade etmediler. Arayıp nezaketten “Hayır sizin kitabınızı basamayacağız” demediler. Sonra kendi çabalarımla bulduğum yayıneviyle bastık kitabımı. Başarılı oldu biliyorsun. Bunca zaman sonra o ilk gittiğim yayınevinin yönetmeni beni de aramıyor, patronuma telefon edip “Senden Mehmet Coşkundeniz'i istiyorum” diyor. Hoopp… Dur bakalım efendi… Sen köle mi alıyorsun? Beni aramaya utanan adamla ben çalışır mıyım? Bana nezaketten cevap bile vermeyen insanla ortaklık yapar mıyım? Böyle de fütursuzlar. Tüm piyasayı ellerinde tuttuklarını sanıyorlar. İstedikleri yazarları mal alıp satar gibi alabileceklerini sanıyorlar.

- Daha uzun zaman edebiyatta bu sorunlar devam edecek gibi. Canını sıktım, konuyu yeniden aşka getirelim öyleyse. Aşk doktoru derken, sanki aşk hakkında çok şey bilip, kalıcı çözümler yaratabilecek gibi bir izlenim çıkıyor ortaya. Bu adam aşk hakkında ahkam kesiyor, aslında yaptığı ve yazdığı bir şey yok gibi ağır eleştiriyor alıyor musun? Ve yazılarınla aşkına sahip çıkan olup da, teşekkürler düşüyor mu e-postana?

- Yok, öyle bir eleştiri almadım. Aldıysam da üzerinde durulmayacak kadar azdır. Kalıcı çözümler üretebilirim. Benim evlendirdiklerim oldu. Benim cevaplarım sayesinde birçok kişi yeniden aşkı yaşamaya başladı. Bunlar sağ olsunlar e-mail atarak yaşadıklarını aktarırlar bana. Ben müdahale etmemiş olsam bile yazılarımdan yararlanarak hatta yazılarımı kullanarak mutlu ilişki kuranlar oldu. Geçenlerde bir düğün davetiyesi aldım. Benim yazılarım sayesinde tanışmışlar ve benim bir yazımı da davetiye yapmışlar. Bu o kadar hoşuma gitti ki…  

- Gerçekten de yüreği okşanır insanın. Peki M. Coşkundeniz'in aşka bakış açısı, bütün bu yazdıkları, karşılaştığı ve dinlediği hikayeler çerçevesinde değişim gösterdi mi? Ne bileyim eskiden bu anlamda daha serseriydin belki, yazdıkça değerini anlamak ve yüreğini kazımak açısından sana verdikleri oldu. En azından yaşadığımız anın değerini bilmek gibi güzellikleri sana kazandırdığını söyleyebilir miyiz? Bilmediğin hangi özelliklerini ortaya çıkardı yazmak?

- Tüm okuduklarım, gözlemediklerim aşkın ne kadar değerli bir şey olduğunu öğretti bana. Evet, daha duygusal oldum. Hayatın kıymetini daha bir anlar oldum. Yok yere şikayet etmiyorum artık. Böyle bir hakkım yok çünkü. Öyle hayatlar var ki inanılmaz. Ben zaten hep yaşadığım anın değerini bilen bir insandım. Düne takılıp kalmamanın, yarını planlayarak bugünü öldürmenin anlamsız olduğunu savunurdum hep. Bunun bir tek olumsuz yanı var benim için. Aşkta, ilişkilerde hiçbir şeye şaşırmıyorum artık. Hiçbir şey sürpriz değil benim için. Bu da iyi bir şey değil yani. Benimle birlikte olan insanın beni şaşırtması, beklemediğim bir şey yapması çok zor. Oysa aşk, içinde belirsizliğin de olması gereken bir şeydir. Bu durumda benim aşklarım biraz eksik mi oluyor? Belki de öyle…

- Onca aşkı yazan M.Coşkundeniz'in bir aşk doktoruna ihtiyaç duyduğu zamanlar oluyor mu? Terzi kendi söküğünü dikemez misali.

- Hem de çok…Dikemiyorum inan bana. İçimde nasıl büyük bir yara olduğunu anlatamam. Anlatsam da kimse inanmaz. Sadece üzerini kapattım o yaranın. İyileşemedi bir türlü. Ben deli duygulara sahibim Pelin. Duygularımı kontrol edemem. Etmek de istemem. Sevme biçimim beni bile korkutur bazen. Defalarca terk edildim ben. Bunların çoğu, aşkımın büyüklüğünden korktuklarını açıkça ifade ettiler. Edemeyenlerse aldattı gitti. Aldattıktan sonra hemen hepsi gelip hata yaptıklarını söyledi ama ben aldatana ikinci bir şans vermem asla. Aşkımdan gebersem de vermem. Bunu bir kez yaptım ve aynı kişi beni yine aldattı. Çünkü ben ona beni bir kere daha aldatma imkanını verdim. O değildi hatalı olan, bendim. Bakma benim böyle durduğuma, fazlasıyla kırılganım ben. Kırılganlığımı engelleyemiyorum. Yazılarımda sezilir bu. Kadınları çok seviyorum ama beni çok üzdüler. Ben de üzmüşümdür sanırım. Yine de kadın biraz daha acımasız gibi geliyor bana. Şimdi bir tartışma konusu yaratmak da istemiyorum ama öyle düşünüyorum.

- Erkek daha acımasız dersem, o zaman tartışmaya başlarız işte:) Bu cevabın başka bir soru getirdi aklıma. Evet, onca aşkı yazıyorsun; yaşadıklarından, yaşayamadıklarından, düşlerinden, özlemlerinden de etkileniyorsun. Öğrenmek istediğim, sen de ister istemez kafanda ‘ideal kadın' yaratmış olabilir misin? Belki de bu yüzden hayatın içinde hayal kırıklıkları yaşanıyor. Bir yazar kendi yarattığı kahramanı arar mı?

- Yarattığı kahramanlara aşık olan yazarlar biliyorum. Hatta kendilerine aşık yazarlar da biliyorum. Ben ideal kadın yaratmadım kafamda hiçbir zaman. Şöyle bir yapım var. Hiç kimseyi prototip içerisine oturtmam. Ya olduğu gibi kabul ederim, ya da kabul edemiyorsam ilişkimi keserim. Aşkta da dostlukta da böyle benim için. İnsanların ayrı birer birey olduğuna, başka başka kişilikleri olduğuna inanırım. Ben kimse için değişmem, kimsenin de benim için değişmesini istemem. Tüm yaşadıklarım, okuduğum mektuplar bana bir şey öğretti; ideal kadın ya da ideal erkek diye bir şey yok. İnsan tüm doğada en süfli yaratıktır bence. En aşağılık, en güvenilmez, en çirkin, en tehlikeli yaratıktır. Şimdi bu tarifteki bir canlı ideal olabilir mi Pelin? Hepimiz yok etmeye programlanmışız sanki. Kendimizin dışında herkesi, her şeyi yok etmek istiyoruz. Aşkı da yok etmeye çalışıyorlar ne yazık ki. Benim bir kadından beklediğim tek şey sadakat. Başka hiçbir şeyin önemi yok. Bak bunca şey yazdım aşk ve ilişkiler üzerine, bunca ahkam kestim, “Anlarım, bilirim” sandım ama defalarca aldatıldım ben. Ruhum bile duymadı. Aldatma olayını sevmiyorum. Zamanında ben de yaptım bu berbat işi ama artık yapmıyorum. Bana da yapılmasını istemiyorum.

- Hangi konuya girsek içi epey dolu. Ya şiir? Türkiye'de herkes şair(!) düşüncesinden yola çıkarak şiir yazmaya tepki gösteriyorsun ama yazdığın şiirler de var. Bu tepki devam edecek mi yoksa şiirlerinle de buluşacak mı okurların?

- Evet, ben şiir yazmayacağım. Daha doğrusu şiir formunda yazmayacağım. Benim yazılarım şiirsel bütünlük de taşıyordur aslında. Ama böylesine usta şairlerin arasında benim yazdıklarım hiçtir. Açıkça söylüyorum bunu. Şiir okumaya bayılıyorum. Ama yazmayacağım. Daha doğrusu yazacağım da, kendime yazacağım.

- Yaşadığın şehir kalemini nasıl etkiliyor? Gezmek için çok zamanım olsaydı ya da şu şehirlerde, kasabalarda yaşasaydım daha farklı yazardım gibi bir düşüncen var mı?

- İstanbul büyülü bir kent. Ben İstanbul'u çok seviyorum. Ancak bir gün mutlaka İstanbul'u bırakıp küçük bir sahil kasabasına yerleşeceğim. Sadece yazarak yaşamak için. İstanbul benim için ilham kaynağı. Başka bir kentte yaşıyor olsaydım aşkı bu kadar anlatabilir miydim, açıkçası bilmiyorum. Ama ben yazılarımda maviye çok yer veririm. Maviyle tanımlarım aşkı. Bende mavinin oluşumunu doğduğum kent Mersin sağlamıştır. Demek ki yazdıklarımda Mersin'in de etkisi var. İzmir'de yaşasaydım neler yazardım acaba…Aslında neler yazılabileceğini senin şiirlerinde görüyorum.

- Teşekkür ederim ama İzmir'in kendisi zaten şiir dersem, diğer şehirler alınmaz umarım. Peki Mehmet, müzikle aran nasıl? Şarkı söyler misin? Şarkıların içinden geçerken kendini kaybettiğin zamanlar oluyor mu? Şarkılar kalemini ateşliyor mu? Yüreğini vuruyor mu? Yara alıyor musun?

- Bayılırım müziğe. Şarkı söylemeyi de severim, fasılcıyım. Rakı masasına bırak beni, yanıma da bir keman bir ut bir kanun ver, sonra gelip sabah al. Hiç bıkmadan söylerim. Yazarken sessizlik istiyorum. Ama yazmaya başlamadan önce dinliyorum müziği. Bir tek şarkıyı bütün gece başa alıp dinlediğimi bilirim. Şarkıyı meze yaparak içki içtiğimi…Her tür müziği de seviyorum aslında. Ama ille birini seç dersen, caz derim. Klasik caz. Su katılmamış olanından, dejenere edilmemiş olanından. Frank Sinatra, Nat King Cole, Louis Armstrong gibi bu işin babalarını dinlemeyi seviyorum. Bir de albümlere yatırıyorum paramı. Albüm alıyorum ha bire. Çocuklarıma bırakacak iyi bir koleksiyonum oldu diyebilirim.

- Öyle bir tablo çizdin ki; rakı, fasıl, meze olan şarkılar...söyleşiden uzaklaştım şimdi:) Sevgili Mehmet, Fenerbahçe de aşk mı diye sorsam...hassas bir konuya değindim farkındayım ama...

- Bir takıma aşkla bağlanmak çok güzel bir şey. Hangisi olursa olsun önemli değil. Ben Fenerbahçeli'yim. Her çocuk gibi Fenerbahçeli doğdum ve öyle kaldım. Oysa babam Beşiktaşlı'dır. Bana hiç baskı yapmadı. Ne diyeyim ki, aşığım Fener'in renklerine. Sağ olsun takımımız son 3 yıldır başımızı hep yukarıda tutuyor. Eskileri hatırlamak bile istemiyorum. Ama biliyorsun işte, Fenerbahçe aşkı sonsuza dek sürecek bir aşktır. Belki bir gün sadece Fenerbahçe aşkını anlatan bir kitap yazarım ne dersin? Kitabın adı bile hazır hatta. Burada söylemeyeyim bunu, belki birileri aparır falan…Söyleşiden sonra gizlice kulağına fısıldarım. Eminim çok beğeneceksin.

Merak ettim şimdi ama sabredebilirim . Sırada ne var peki? Bir roman, bir senaryo, belki albüm, Fenerbahçe as başkanlığı, rakı şişesinde balık olmak ya da bir sahil kasabasında yaşayıp sadece yazmak…İleriye dönük projelerin neler?

- Evet bir roman var sırada…Yazmaya da başladım. Ne zaman biter bilmiyorum. Ama o roman bitene kadar başka bir kitap çıkarmayacağım. Araya bir şey sokmayacağım yani. Bu arada, bir de yazılarımı bir CD'ye okumak istiyorum. Onun çalışmaları da sürüyor. Sanırım yakında albüm olarak çıkacak o da.

- Aşkla başladık aşkla bitirelim bu güzel söyleşiyi öyleyse. “Aşk iki kişiliktir” diyor Ataol Behramoğlu, sen ne eklersin aşk üzerine?

- Ben Ataol Behramoğlu ile ilgili bir anımı anlatayım madem ondan söz ediyorsun. İstanbul'da geçen Kasım'da TÜYAP'tan sonra bir kitap fuarı daha yapıldı. Benim de imza günüm vardı. Bir yandan kitap imzalıyorum bir yandan da anonsları dinliyorum. Ataol Behramoğlu'nun imzaya başladığı anons edildi. Kendi imza günümü bırakıp, oraya koşturdum.. Ataol Behramoğlu kitap imzalıyor ama o bildiğimiz şiir kitaplarını değil. Rus edebiyatından çeviriler yapmış, onları imzalıyor. Baktım ve tabii ki neyi imzalıyorsa ondan alıp imzalattım. Bu sırada o yayınevinin editörü beni tanıdı. “Mehmet Coşkundeniz'siniz değil mi?” dedi. Sonra da Ataol Behramoğlu'na beni tanıttı. “Aşk yazıyor” dedi. Öyle utandım ki…Ben kimim ki Ataol Behramoğlu'nun yanında. Ona sadece “Evet aşk yazıyorum ama hiçbiri ‘Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim' gibi olmuyor” dedim…Alçakgönüllü bir şair, “Estağfurullah” dedi bana. Biliyor musun, aşk dünyanın en güzel duygusu. Aşka haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Abuk subuk ilişkilerin aşk olarak önümüze sunulmasını kaldıramıyorum. Hatta deliriyorum. Ataol Behramoğlu diyor ya, şiirin devamında “Yüreğimde bir umut,cebimde bir revolver…” diye…İşte ben o revolveri alıp üç günlük ilişkilere aşk diyenlere doğrultup tetiği çekmek istiyorum. Yok yok öldürmek için değil. Hani Eros'un oku vardır insanları aşık etmeye yarar. İşte benim revolverimden de öyle bir mermi çıkacak ki, bu insanlar bir daha aşk kelimesini kullanmayacak. Beyinlerinden yok edecek o kelimeyi. Sinirlendim yine…Diyeceğim o ki sevgili Pelin, aslolan aşktır, gerisi yalan…

Artık sabun köpüğü gibi yaşanırken sevdalar ve buna aşk denirken, sinirlenmemek mümkün değil gerçekten de. Ama haklısın, aslolan aşktır...Öyleyse, “yüreğinde bir umut, cebinde bir revolver”, yazmaya devam et Mehmet Coşkundeniz. Aşkı, aşkı ve lütfen aşkı yaz. Ve teşekkür ederim, oldukça keyifli bir sohbetti. Hani “ bugün gâvur olacağım” demiştin ya bir yazında, İzmir için. Her zaman gâvur olmaya bekleriz. Kaleminle, ışıkla ve sevgiyle kal.

 

www.kadrikarahan.net için ÖZEL

Söyleşi : Pelin Onay / Nisan 2006