İkinci Dünya Savaşı ve bu savaş sonrası ortamının şairlerinden ilk bilinen bir babaanne var, Vesile Sakman. Ülkesinin doğası ve folkloru yanında modern dünyaya duyduğu güvenle kaleme aldığı mani ve hiciv şiirleri başarıyla yazabilen. Ve 1910 yılında Mazhar Sakman doğuyor, 1928 yılında da sanatla nitelik ve nicelik olarak evrensel ölçülere ulaşıyor. Konya türkülerinin kaynağı, divan sazı, yaylı tambur, yan flüt, klarnet, saksafon gibi batı çalgılarını icra etmesi, çağını anlayabilme ve yüceltebilme ayrıcalığına erişmiş bir usta. Tıpkı, bilinmeyen bir evreni dolaşan kaşif gibi ...
Öteki kıyı, öteki kuşak, öteki dünya, öteki hayat. Şiirsel hayalgücü yakalayan yeni kuşağın temsilcileri ile Sakman ailesi şiir büyüyor.
Başarıyla taçlanmış sanatın üç mutluluğu, uç isim. Vedat Sakman, Tahir Sakman ve Tomris Sakman. Özgürlüğe kavuşmuş bir ruh gibi, telaşlı bir şehrin orta yerinde bizlere sessizliği öğreten.
Tahir Sakman
- Konya türkülerinin kaynağına baktığımızda orada bir Mazhar Sakman var. Büyük bir usta, büyük bir ozan, babanız. Konya türküleri üzerine araştırma, inceleme ve derlemeler yaptınız. 1999 Yılında yayıncılığı Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü üstlenerek bir kitap adadınız babanıza. ''Konyalı Mazhar Sakman'dan Türküler'' başlığında. Neydi anlattığınız, anlatılmayanlar. Bilinmeyenler neydi, neyi toparladınız bu kitapta?
- Bu benim için çok büyük bir heyecanın yanı sıra sanki babama karşı evlatlık vazifemi yerine getirdiğim ve kutsal bir emaneti saklamak yerine onu ileri kuşaklara taşıma fikrinin eyleme dönüşmesiydi aynı zamanda… Merhum babamın medrese tahsili görmüş olması, Cumhuriyet okullarında okumuş olması, bir imparatorluğun hüzün dolu sonuna çocuk yaşlarında da olsa şahitlik etmesi ve Cumhuriyetin ilk coşkularını yaşamış olması, çalkantılarla dolu dolu geçen ömrünün belge niteliği kazanmasına yol açmıştır. Merhum Sakman kendisini Türk Halk Müziği, özellikle Konya türküleri icracısı ve yorumlayıcısı olmakla sınırlamamış olması, Türk Sanat Müziği ve Batı Müziği bilmesi onu daha da kıymetli hale getirmiştir. O komple bir sanatçıdır; divan sazı yanında yaylı tambur, yan flüt, klarnet, saksafon gibi Batı çalgılarını da icra etmesi ve engin nota bilgisi bunun kanıtıdır. Müzik eğitiminin temelini aldığı Konya’daki köklü müzik geleneğini de sırtlayan merhumun, böylesine kıymetli bir kültür mirasına sahip bir türkü taşıyıcısının repertuvarının kaybolmaması, kasetlerde yitip gitmemesi içindi… Askeri bandolarda, Orduevlerinde daha sonraları Samsun’da, Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nde kurduğu bandoyla bilgilerini aktaran Sakman’ın türküler gibi heyecanlı yaşantısından da kesitler sunarak, bir türkü ustasının sazıyla nasıl bütünleştiğini gösterebilmek içindi… Tabiî ki Mazhar Sakman’ı anlatırken bazen onun mahremine girerek, okuyucuya içinde bulunduğu ruh halini de yansıtmaya çalıştığım bir kitaptı. Ne yazık ki Mazhar Sakman’ın okuduğu divanların, koşmaların bir kısmı onunla birlikte tarihe mal olarak, Konya türkülerinin geleceğe taşındığı ve en önemli kaynağı olan Konya Oturaklarında divan ve koşma okuma geleneği büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. En azından bu divanların, koşmaların kaybolmasının önüne geçebilme ümididir; bizi böyle bir kitabın yayımına zorlayan…” “Bu insanların en önemli özelliklerinden bir tanesi de asla kozmopolit bir yaşam sürmemeleri ve orijinliklerini korurken hayata tavırlarını özgürce koyabilmeleridir. Günümüzün kaotik yaşantısı içindeki insanın, birbirinin aynı olan neredeyse fotokopi insanlarına bakınca, o yeri doldurulamayan insanların kıymetini daha iyi anlıyoruz. Onlar ‘nevi şahsına münhasır’ insanlardı, bazen kendilerine bile kafa tutacak kadar cesur insanlardı. Usta çırak disiplini içinde yetiştikleri bir geleneği devam ettirmenin gayretiyle, kâh alaylı, kâh mektepli kimlikleriyle yüzyılların önünden gitme cesaretini göstermişler, müziğin evrenselliğinde, hoşgörünün kulvarlarının bile dışına taşarak yaşamış ve inandıklarını yaşatmak için de hep ayakta, hep ayakta; yaşamın tüm rüzgârlarını taşıyarak, hatta bazen rüzgârların önünde koşmuşlardır. Onlar evrensele giden yolun yerelden geçtiğinin farkına vararak yerelliklerini özellikle korumuşlardı.
Onun müzik dolu evrenini aralarken müzik için yaşayan bir sanatçının tüm olumsuzluklara nasıl göğüs gerdiğini ve sadece türkülere dayanarak yaşayan bir insanın, yaşantısı türkü olan bir insanın belki bir güftesini yansıtmaktı amacım. Bunda bir nebze de olsa amacıma ulaştığımı varsaymanın gönül rahatlığı içerisindeyim.
- Ülkemizde her yıl binlerce kitap basılır, içlerinde bazı kalemler vardır ki her ay bir şiir kitap çıkartıyor artık. Bir sömürüde burada başlıyor sanki. Oysa geçmişte şairlerimize baktığımızda hayatı boyunca yayınladığı şiir kitapları bir roman kalınlığında bile değildir. Cemal Süreya, Edip Cansever gibi, Neyzen Tevfik, Özdemir Asaf gibi. İlk defa Türkiye'de iade garantili bir kitap yayınladınız, böyle bir karar aldınız ''Aşk Gittiği Yere Kadar'' ile. Okuyucu beğenmediyse bir kitabı iade edebilmeli yılları hepimiz bekliyoruz. Aşk nereye gider bir toplum olduk, ama edebiyatımız nereye gidiyor bir toplum olamadık değil mi?
- Bu konu tamamen toplum ve toplumun dinamikleriyle alakalı… Eskilerin bir deyimi vardır ‘okumadan alim, yazmadan katip’ diye… İnsanımızın okuma alışkanlığı gün geçtikçe düştüğü için okumayan insanın her şeyi bilmesi(!) kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Kitap insanın cehaletini ortaya çıkarır; ne kadar çok okursanız o kadar cehaletiniz ortaya çıkacaktır; ne kadar çok şeyi bilmediğinizi fark edeceksinizdir. Günümüzde medyada boy gösteren insanların eserleri daha çok tercih edilmektedir. Bu durumda medya, ciddi anlamda belirleyici olmaktadır. İnsanlar TV’lerde gördükleri insanların veya dizilerin kitaplarını sormaktadır. Bu da pop kültürün, popüler kültürün yaygınlaşmasıyla eş anlamlıdır. Seçici olması gereken okuyuculardır. Elbette edebiyat tarihi bunları ayıklayacaktır… Yüzme denizde öğrenilir, şiir okumadan nasıl şair olunur bilemiyorum artık… Öyle bir anlayışla karşı karşıyayız ki “hangi şairi okuyorsunuz” diye sorduğunuz zaman alacağınız yanıt, edebiyat tarihine ibretle kayıt düşürecek kadar enteresan olacaktır: “Ben yazıyorum abi, neden okuyayım ki?
Dünya’da bir örneği var mı bilmiyorum, ama ülkemizde ilk kez “Aşk Gittiği Yere Kadar” isimli öykü kitabımla kitap iadesini gündeme getirdik. O dönemlerde ucuz kitap(!) furyası vardı, kitap 2,95 gibi uygun bir fiyatla 2005 yılının Ocak ayında piyasaya sürülmüştü. Fikir benden çıkmıştı, kitabı yayımlayan NKM yayınları da kabul etmişti ve tirajı da benim açımdan oldukça iyi olmuştu. Kitabıma çok güveniyordum, sonra kitap yayımında İstanbul’un tekelini bir şekilde kırmanın bir yolu olmalı diye düşünüyordum; çünkü İstanbul’da bir yayınevinin editörünü görmek (haşa) Allah’ı görmekten daha zordur. İstanbul’dan bakınca Anadolu taşra… Oysa İstanbul şimdi bırakın taşrayı, koca bir köy olma yolunda dev adımlarla ilerliyor… İstanbul’un bilmediği; Anadolu’nun taşrası olduğudur! Aynı kaldırımda son model ciplerle gezenlerin yanında, yürüyenler, oturanlar ve sürünmeye çalışan insanlar…
Toplum nereye gidiyorsa edebiyatımız oraya diyemem, en azından dememeliyim, çünkü bu, yazdıklarımıza, kendimize gül saplı bıçakları saplamak gibi bir şey olur… Edebiyat hep ileri, aydınlığa doğru soluksuz bir koşudur. Soluğu yetmeyenin yerine bayrağı devralacak yazarlar, şairler her zaman olacaktır, dolayısıyla şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, edebiyatın sonsuza açılan kapısı her zaman aralık kalacaktır.
- Şiir, dünyayı anlatmaktan çok, bir başka dünya yaratma görevini üstlenir. Lirik imgelem yaratışa varabilmek için Tanrılık deneyine girişir. Şairler aslında reddettikleri bu gerçeğe sırtlarını çevirirlerken, tarihsel gelişimin ve onun iç çelişmelerinin bir yüce yasasına farkında olmaksızın boyun eğerler. Dehaları ne kadar ayrı türlerde olursa olsun romantizimden asla vazgeçemezler. Romantizm, şairler için Tanrıları keşfetme çağrısıdır diye bilir miyiz?
- Kesinlikle diyebilirsiniz, ama tek farkla: Buradaki keşfedeceğiniz tanrı sizsinizdir, sizden ayrı bir tanrı asla olmayacaktır. Romantizm algı kapılarımızın açılmasına yardım eden en büyük güçtür. Böyle bir gücü kullanan şair, eşyanın adını yeniden koyup kendince en doğru dünyayı yaratırken kendisinin tanrı olduğunun farkına varacaktır. Paradokslar içinde yaşamaya çalışan bir tanrı ne kadar gerçekçiyse, şairin dünyası da o kadar gerçekçi olacaktır, ancak bir ayağımız bulutları çiğnese de, bir ayağımız her zaman yeryüzüne basmaktadır. Düşle gerçek arası yaşadığımız bir dünyada kimin hayali daha gerçekse(!) şair o olacaktır. Evrenden daha güzel bir şiir… Bir serçenin kanadında güneşin doğuşunu/ batışını izlemekten, ay ışıklarıyla sevişen martıların çığlıklarından daha güzel bir şiir olabilir mi? Bu bağlamda yaşamı taklit eden… Yaşam taklitçisidir şair, ama yaşamın arka penceresinde görünmeyen, hissettiğimiz bir dünyanın hayalcisidir sanki… İyi ki varlar; hepsini çok seviyorum…
- Yazınsal hayatınıza baktığımızda birçok edebiyat türleri içinde değişik çalışmalar yaptığınızı görüyoruz, öykü, mektup, mani, folklor yazdınız. Şiirleriniz bestelendi. Özgün aşk düşüncelerini, kadın duygularını kaleme almayı seviyorsunuz. Lirik bir gelenek, sakman ailesiyle bütünleşen bir gelenek. Dünyaya bir tekme atacak kadar güçlü müdür aşk?
-Aşk yoksa yaşam yok demiştim bir şiirimde ve bu isimle bir de kitabım yayımlanmıştı… İnsanlar hayatlarına kendi anlamlarını yüklerler, hayat anlam arayışı içerisinde sürerken herkesin doğrusu elbette farklı olacaktır. Ancak insan olmanın getirdiği -sorumluluklar demeyeceğim, çünkü sorumluluk dediğim anda özgürlüklerimin kısıtlanacağı çağrışımları geliyor hemen akla- hissiyatın içinde saklıdır insan… İnsan yüreğiyle insandır! Yüreğinizle kuramadığınız, kurgulayamadığınız bir dünyaya nasıl anlam katabiliriz ki? Burada tekme tam yerine oturuyor: Aşk, dünyaya tekme atabilecek tek güçtür! Evrenin yaradılış sırrını da içinde saklar aşk… Aşkın binlerce tarifini yaparsınız, ama hepsi eksik, hepsi yavan kalacaktır. Cüzi aşktan külli aşka yürünen… Aslında kendinin, kendine yürümesidir. Ve bunu farkına varmaktır… Mevlâna’ya ‘aşk nedir’ diye sormuşlar; ‘ben gibi ol da bil’ demiş… Aşk anlatılamaz, ancak yaşanırsa bilinebilir… Ve herkesin aşkı kendinedir…
- Mazhar Sakman, Vedat Sakman, Tahir Sakman ve Tomris Sakman. Şiir büyüyen koca bir ailesiniz edebiyatımızda. Bu tablo bir tarihin resmidir. Bir baba, iki oğul ve bir torun, tıpkı kendine özgü bir açılış tarzı olan her çiçek gibi. Edebiyat yaşantınızda babanızdan etkilendiğiniz kesin, ayrıca Mevlanaya aşık olduğunuzu da biliyorum sizin. Konya aşıklar cenneti midir?
- Bu resme Vesile Sakman’ı dahil etmezsek kesinlikle eksik kalacaktır, ailemizin sanat geleneğini başlatan ilk isimdir, çünkü öncesini bilemiyoruz. Rahmetli babaannem irticali şiirler, maniler söyleyen bir kadındı. Seferberlik yıllarının acısını görmüş, iki Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı gibi dünyayı yerinden oynatan değişikliklere tanıklık etmiştir. Cepheden cepheye sürülen kocasını şehit vermenin onurunu hep üzerinde taşımış, tek başına, kadın başına yaşam mücadelesinden alnının akıyla çıkmasını bilmiştir. O dönemlerin Konyası çok ilginçtir; belki de erkek nüfusun cephelerde olması ve pek çoğunun şehit olması kadınları daha da hissileştirmiş, kadınlar arasında türkü yakanlar olduğu gibi şiir söyleyenlerin sayısı oldukça artmıştır. Böyle hüzün dolu bir kaynaktan beslenmenin verdiği kültürel bir zenginliğin içinden gelmekteyiz. Evde her zaman sanat konuşulan, saz çalınıp türkü söylenen, şiir söylenen bir gelenekten gelmenin verdiği bir avantajımız varsa da, bunu ileriye taşımanın stresi de her zaman üzerimizde olmuştur. Tabiî ki babamdan çok şey öğrendim; evimizde saz ve söz ikilisinin eksik olduğu bir akşam hiç yaşanmadı. Gecenin ikisinde üçünde, hasta yatağında saz çalan bir adam düşünün; gözleri hep yaşlı, yüreği yufka… Ölene kadar sazını terk etmeyen bir adam… Kesinlikle çok şanslıydık… Sanat geleneğimizin başında bir kadının olması da asla tesadüf değildir; kadınlar Allah’ın yaratıcı esmasının tecelli ettiği varlıklardır, ayrıca biliyorum ki bütün Sakmanların genlerinde bu var, kiminde açığa çıkmıştır, kiminde uyuyordur; şimdilik…
Mevlana büyük bir usta, aydınlanmış ve ışığıyla asırlardır yürekleri yıkayan insan… Ona âşık olmamak ne mümkün? Aslında ona âşık olmakla kendinize âşık oluyorsunuz. Onun rehberliğinde kendinizden, kendinize yaptığınız yolculuğun sonunda bulacağınız da kendinizdir. Şairin ‘kitabın var, ama peygamber değilsin’ dediği o kutlu insanın gönüllerde yaktığı çerağ ile şeş cihete, yedi iklime yürüyenlere ne mutlu… Bizler henüz Mevlâna’yı anlayabilmiş değiliz. Kıpırtılarımız var sadece, anlamaya çalışıyoruz… Zihnimizin ötesine gönül yoluyla geçebilirsek, anlayabileceğiz; Mevlâna ile birlikte kendimizi… Hu…
Konya bir başkenttir; önce Selçuklu sonra aşkın… Hazreti Pir Konya’yı aşkın Kâbe’si yapmıştır. Ancak Konya çok enteresan bir şehirdir. Mevlâna, Fihi Ma Fih’de ‘Horasan’da kalsaydım halka vaaz ederdim, burada benden şiir istediler’ diyor. Namaz vakitlerinde beş vakit davul (nevbet) çalınan, bu şehirdir. Askeri tabilhanenin (askeri bando) ilk kurulduğu yer burasıdır. Nefir, buk gibi isimlerle anılan bir çalgının yani düz bir borunun bükülerek çalgı yapıldığı yer de burasıdır ki, o yıllarda dünyanın hiç bir yerinde böyle bir teknoloji yoktur. Aşkın harman edilerek gönüllere sebil edildiği bir şehirdir. Sadece Sille’de yüz dolayında saz şairi yetişmiştir. İnsanların mağaradan çıkıp yerleşik düzene geçtikleri ilk yer olan Çatalhöyük, Konya’nın yanı başındadır. Konya bütün medeniyetleri bağrında taşımış ve her gelen toplum kendinden önceki medeniyetleri dışlamamış, o medeniyetin üzerine kendi medeniyetini inşa etmiştir. Bu şehirde hangi yöne adımınızı atarsanız atınız, attığınız her adımda farklı bir kültür dokusu bulmanın heyecanını yaşarsınız…
- ''Leyla'dan Mevla'ya Cennete Yürüyüş'' bugün raflarda yerini aldı, henüz yeni bir doğum bu, birlikte büyüteceğiz kitabınızı. Diyorsunuz ki; Çiftin teki değil; başka hiçbir şeyin olmadığı, her şeyin O olduğu tek… Tek gerçekle yüzleşebilmenin cesaretiyle hiçliğe doğup varlığın kendisi olmanın anlatılamaz anlamı; O yani Hu… Hiçlikle başlayan varlık; kendi varoluşuna doğru nasıl hareket eder, hangi verilmişlik ona dahildir? Neyle yüzmeşleliyiz ? Okuyucu dikkatini nereye yöneltmelidir?
- Bu sır içindeki sır, oyun içindeki oyun veya rüya içindeki rüya gibidir, sonsuza kadar sürer… Farkına vardığınız anda biten, aslında yeniden başlayan bir süreç… İnsanın aradığı kendi dışında değildir ki dahil olsun! Olmayan bir şey nasıl var olabilir ki? Hiç olmadık ki? Tüm yaşadıklarımızın matris olduğunu bugün kuantum fizikçileri ispat etmektedirler; madde diye bir şeyin olmadığı, evrenin %99’unun boşluktan ibaret olduğu ve o boşluğun da aslında boş olmadığı bugün bilimsel bir gerçektir. Oysa bu gerçeği, sufiler binlerce yıldır söylemektedirler. Yüzleşmemiz gereken budur; kendimizdir; aynadaki mi biziz yoksa aynadan bize bakan mı? Oysa ne ayna var, ne aynaya bakan, ne de aynadan bize bakan. Var olan O yani Hu… Bunu burada anlatmak kolay değil, temeli kurmadan çatı dikmeye çalışan adamın haline benzemek istemem ancak şunu ifade edebilirim ki, bizden istenen kendimize dönmemiz ve özümüzün farkında olmamızdır, özümüzde saklı olanın açığa çıkmasına izin vermemizdir.
- “Leyla’dan Mevla’ya Cennete Yürüyüş’'le neredeyse son beş yıldır birlikte yürüdüm. Defalarca yazdım, yazmaktan öte bazen kitabın kendisi oldum; bazen kitabı kahramanlar dikte ettirdiler… Aşk; gerçeğe ulaşmanın en kısa yoludur! Aşkı giyinenler çırılçıplaktır; yaşam gibi… Leyla aşkını, cüzi aşkı bilmeyen, külli aşkı, Mevla aşkını nasıl bilir? Güneşin ışığını takip ederseniz güneşi bulursunuz, ırmağı takip ederseniz denizi… Nerede bir sevgi varsa ki adı veya mahiyeti ne olursa olsun hiç fark etmez, onu takip ederseniz Allah’a çıkar… İki sevgili kavuşamazsa, onların sevgilisi Hz. Allah olur. Âşıkların Allah’a daha kolay ulaşmaları bundandır. Allah sevgidir, aşktır. Allah’ın esmalarından birisi de ‘El Vedud’ yani seven ve sevilendir. Âlemlerin aslı aşktır, aşksa Allah’tır.
Bu benim ilk uzun soluklu eserim. Yazın hayatımda benim için bir dönüm noktası oldu, kitabın, farkına varanlar için de öyle olmasını umuyorum; çünkü eskiden dergâhlarda geçirilen uzun yıllar; düzgün odun çekilen, su taşınılan ‘gündüz saim gece kaim’ olunduğu yılların sonucu, dervişlerin kulaklarına fısıldanan sırları, hakikat bilgilerini kitabın satır aralarında bulabilirsiniz. Ancak önemli olan bilgiyi, öğrenmek değildir; yaşamaktır, içselleştirmektir, bilginin kendisi olmaktır; Hu…
Eserleri:
Konyalı Mazhar Sakman'dan Türküler / T.C. Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü
Bir Hayat Yetmez
Hasret Sevgiden Öte
Aşk Gittiği Yere Kadar / Nüve Kültür Merkezi Yayınları
Aşk Yoksa Yaşam Yok / Nüve Kültür Merkezi Yayınları
Dünden Bugüne Konya Oturakları / Milenyum Yayınları
Kırmızı Yazılar / Nüve Kültür Merkezi Yayınları
Söylesem Güç Yetmez Sussam İşkence
Yasadışı Aşk
Ramazan Manileri / Karatay Belediyesi Kültür Yayınları, Konya
Soğuk Ülkenin Sıcak Kızı Maria / Nüve Kültür Merkezi Yayınları
- Babanız Mazhar Sakman bir röportajında, bir türkü günışığına nasıl çıkar sorusuna; varsa tefiniz türkü günışığına çıkar, bu kadar basittir diyor. Konya'da doğdunuz, müzik hayatınıza davulla başladınız. Konya'da, babanızla birlikte oturak, muhabbet gecelerinde oldunuz mu hiç?
- Oturak alemlerini severdim ve babam da beni götürürdü. Bir köye gidilirdi ve orada adı üstünde oturulurdu, üstelik çok eğlenirdik. Kadınlar mesela toplanırlar mutfakta günlerce harika yemekler pişirirlerdi. Erkekler de sohbet havasında ama sözle değil de müzikle, aslında işin özü de odur. Bir tarafta içki de vardır tabi. Mesela bir türkü 45 dakika falan sürerdi, köyün delikanlıları da çıkar başta kaşık havası olmak üzere oynarlardı zaten bu da bir ayrı gelenekti. Uykusu gelse bile birinin kendinden geçerdi sonra kaldığı yerden muhabbete devam ederdi, çok sevilirdi o muhabbet çünkü. Kolay kolay ayrılamazdı insanlar bu alemden günlerce sürerdi. Ama çok anlatılmamıştır bu durum bizde, kadınların oynamasına belki bağlanmıştır biraz mesela, tepsi üstünde kadın oynatmak evet vardı ama bu da ritüel bir durumdu. Cinsel bir yere çekilme durumu olmazdı zaten adamlar kafasını kaldırıp bakmazlardı, bakarlarsa ayıplanırdı. O aleme bir estetik katmak adına yapılan bir şeydi bu. Özetle çocukken çok eğlenirdim bu durumdan, bir tek eğlenmediğim köylerde develerin kesilmesi durumu vardı, çok üzülürdüm, ağlardım o duruma. Bu alemler bir şölen gibiydi, kırk gün kırk gece düğünler olur ya bu durumun haftalar sürdüğü de olurdu, dediğim gibi bu durum dışında çok mutluydum o süreçten.
- Sonra şiirlerle tanıştınız, besteleriniz oluşmaya başladı, albümler, konserler, festivaller, yaşamınızda şiirden hiç kopmadınız. Şairlerimizle hep iç içe oldunuz. Fransız sokağında bulunan Sakman club'de hemen hemen bütün şairlerimiz şiir dinletileri yaptı, Cezmi Ersöz'den Altay Öktem'e, Ahmet Telli'den k.İskender'e kadar. Attila İlhan dostunuzdu, "Ayrılık da Sevdaya Dahil" bestelenirken anılarınızın olduğunu biliyorum sizin, nasıl gelişti o süreç, öncelikle Attila İlhan şarkıyı ilk duyduğunda neler söylemişti size?
- O dönemler Ankara’da yaşıyorum ve Attila İlhan’ın bu kitabı da o dönem yeni çıkmış. Şiirin o bölümünü böyle güzel el yazısı ile yazmış bir de üstüne çerçeveletmiş bana bir doğum günü hediyesi olarak sundu. Daha kitabı okumadan bu şiir ile karşılaşmıştım yani. Akşamı ben de oturup gitarımı aldım, bestesini yaptım ve ertesi gün de ben ona böylesi bir hediye ile gittim. Böyle karşılıklı bir meselemiz oldu. Sonra İstanbul’a döndüm ve o esnada hazırladığım üç prodüksüyon vardı. Zuhal Olcay’ın, Hümeyra’nın ve Leman Sam’ın albümlerine hemen hemen aynı dönemlerde girmiştik. Şarkıyı Zuhal çok sevdi ve okumak istedi. Kayıtı yaptık ve Attila ağabeyi aradım ertesi ve kendisine bir kaset yollayacağımı, böyle böyle de bir öyküsünün olduğunu, beğenirsek değerlendirmek istediğimizi söyledim. Sonra beni aradı ve çok beğendiğini ama kalabalığın ne diyeceğini kestiremediğini söyledi :) Belki dönem itibari ile öyle bir durum vardı ama daha çok şiirinin bestelenmesi gerektiğini bildiğim bir şairdir Atilla İlhan ama bakınca akla gelen birkaç tanedir yanılmıyorsam, bu bizim şarkımız da onlardan biri olma şansına erişmiştir. Aslında bir geçiş dönemiydi tabi ve Atilla ağabey de durumdan biraz rahatsızdı. Çarpık şehirleşmeler vb. örnekler özetle bu gidişat hallerimiz herkes gibi onu da çok etkilemişti. Çok kaliteli bir insandı kendisi, bir kentliydi. Gençlere çok inanırdı ve onların bu ülkeyi çok iyi bir yerlere getireceğinden umudunu hiç kesmemişti. Ben de magazinciyim, ben de magazini severim ama bu kadar pespayesini görmedim diye isyan ettiğini hatırlarım mesela.
- Kendi şiirlerinizi besteliyorsunuz, Atilla Birkiye, Mehmet Teoman, Yıdırım Türker, Cezmi Ersöz, Attila İlhan, Behçet Necatigil ve birçok şairlerimizin şiirlerini de. Biriken şiirlerinizi biliyorum sizin, zaman zaman paylaşıyorsunuz da. Artık bir şiir kitabı çıkartma zamanı gelmiştir müjdesini verebilir miyiz buradan?
- Öyle bir iddiaya pek hazır değilim aslında. Kendimi daha çok müzisyen hissediyorum ama benim dostum olan sizlerin, bu edebiyatın içinde olan insanların söyleyecekleri bir şeyler olursa, buna sizler karar verirseniz büyük onur duyarım elbette. Etrafımda okuduğum o kadar özel kalemler var ki; dün mesela bir Hasan Hüseyin şiiri okudum ki bu nasıl bir şiirdir dedim içimden. Şimdi böyle bir durumda ben nasıl cesaret edebilirim yazdıklarımı ortaya çıkarmaya diye düşünürüm açıkçası :) Ama kendimi ifade edecek şeyler yazıyorum, belki bir zaman içinde dediğim duygu ve düşünceler içinde neden olmasın hani.
- Bir şiir nasıl bestelenir gelmiş geçmiş günümüz müziğinin en iyi örneklerindensiniz. En önemlisi şiirin bütünlüğünden çıkmadan melodisini yakalayabiliyorsunuz. Bir şair müzikle iç içe ise anlayabilirler birbirlerini değil midir? Ozanlarımız bu yüzden iyi bir örnek mesela. Ama kötü bestelenmiş çok güzel şiirlerimiz de var bizim. En çarpıcı örnek İstiklal Marşımız değil midir?
- Prozedi dediğimiz mesele orada devreye giriyor ama keşke olmasaydı dememiz bir şey ifade etmiyor. Bir kült durumdur ve öyle kalacaktır kuşkusuz o nokta. Şimdikilere baktığımızda durum daha da vahim bir hale geldi. Bırakın müzikte konuşmalarda bile prozediler, dengeler bozuldu. Korkunç bir dil sorunu yaşıyoruz ki edebiyatçılar mesela duruma el atmalı. Dil çok önemli bir durum, her şeyin başlangıcı dil ki devlet de el atmalı, eğitimde öncelik vermeli; biz bas bas bağırıyoruz bu duruma bir çözüm getirilmesi için ama yeterli olamıyor. Bunun acısı sonradan çok fena çıkabilir. Dün mesela bir psikiyatrist topluluğu ile bir çalışma yaptık. Enteresan bir çalışma oldu. Bir sanat eseri nasıl meydana getirilir durumundan yola çıkıldı ve profesörlerinin yönlendirmesi ile bu yola yeni çıkan isimler ile buluştuk bir şekilde. Herkes bir aklına gelen bir cümleyi yazdı, sonra ana fikirden yola çıkarak iki grup halinde ortaya şiirler çıkardılar ve seçtikleri bir tanesini bana verdiler. Ben de gitarımı alarak bunun nasıl bir şarkıya dönüşebileceği hallerden bahsettim onlara; müziğin disiplininden edebiyatın gerektirdiklerine. Bunun bir şablonu vardır çünkü. Bu çalışma içinde gözlemledim kendilerini, mesela sunduklarına baktım, çok gereksiz kelime seçimleri ile karşılaştım ki bunların neden olmayacağını açıklamaya çalıştım kendilerine, bu kelime yerine başka bir kelime seçerek duygunun daha iyi anlatabileceği gerçeğini ortaya çıkartmaya çalıştım. Dört beş saat süren bir çalışmaydı bu neyse ben şarkı haline getirdim en son ve kayıt yaptım, söylettim onlara falan ve ne hissettiklerini sordum sonra onlara. İlk başladığımızda ben kendimi olaya pek ait hissetmedim ama sonradan olaya ciddi ciddi dahil olabildim ve bu denli hassaslık gerektiren bir şey yaptığımızı fark edebildim dedi içlerinden biri mesela. Birden kendini değiştirip gerçek kimliğine dönüverdi bu arkadaş o anda işte. Onlarda kendilerini zaten meslekleri gereği çok iyi analiz ettiler bu durumla.
- "Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel Olsun" çok özel bir albüm, Böylesi yüksek anlatım şarkıları dinlerken diğer şarkılardan ayırt etmek için müzik dünyasında da bir kuram oluşturma zamanı gelmedi mi sizce artık? Gürültülü müziklerde hayran olunan şey nedir?
- Gürültüden kasıt ile yüksek sesle yapılan müziği burada karıştırmamak lazım öncelikle çünkü biz de rock kökenliyiz sonuçta :) Ama bir de böyle kakafoniye dönen, her şeyin iç içe girdiği, bütününe baktığınızda aslında hiçbir şeyi olmadığı müzikler var tabi yok değil hatta çok. Son zamanlarda aynı ritm üzerine çalınmış kabus gibi giden eserler var ama geriye dönüp bakınca akılda kalan bir şeyler yok. Mesela bazı kanalların denediği bazı şeyler var ki ben de katıldım bazılarına, böyle tek gitarla ya da iki gitarla gittik ve çaldık şarkılarımızı yani akustik tabir edilen tarz çerçevesinde. Ve geçen gün biri ile konuşuyorum ve dükkanında bu şarkıları dinlediğini gördüm. Bıktığını söyledi aynı olan şeylerden böyle şarkıyı, sözleri anlıyorum dedi. Yani pop vb. şarkılar dinleyen insanların yorulduğunu görüyorum çevremde az önce söylediğim sebeplerden ötürü. Haydi eller havaya olayı bir yirmi yıl sürer mi ya biraz eller aşağıya insin artık :) Eğlence müziğinin düzenlenmesi ve diğer müziklerle birbiriden ayrılması gerektiğini düşünüyorum özetle ama biz de kategoriler neredeyse hep bir algılanıyor, değerlendiriliyor. Mesela bir dönem ‘’Hey’’ dergisi vardı ne güzeldi orada; her tarzın ayrı listesi tutulurdu, değerlendirmesi ayrı yapılırdı.
- Dünyada ilk kez düzenlenen Ömer Hayyam'ın doğum etkinliğinde birlikteydik, şairlerimiz, tiyatro sanatçılarımız rubailerini okurken bir kere daha gördük ki Hayyam'ın o günlerde söyledikleri 963 yıl sonra bile hala hayranlıkla derin bir iz bırakabiliyor. Ömer Hayyam'a olan hayranlığınızı biliyorum sizin, yaratıcı dahiler, akıl kalıpları dışında mı düşünürler?
- Bir kere yaratıcı dahilerde müthiş bir disiplin vardır her şeyden önce. Mesela Mozart’ı düşünün. Müziği çok iyi bilir ve bütün o disiplinine tapar, onun içinde kendini en iyi şekilde ifade etmeye çalışır. Bu disiplinin içinde yer alan isimlerden biri de Ömer Hayyam değil midir? Zamanının bütün bilimlerini bilir, bir gökbilimci, bir fizikçi, bir matematikçi; düşünün yaptığı takvim şimdi kullandığımız takvimden çok daha doğru, beş senede yanılma payı var biz şimdi üç senede bir yanılıyoruz. Deha dediğimiz şey bu ama Hayyam denince akla ne geliyor şarabı içip dedikleri. Tamam bunları söylemiş ama tüm bu disiplinin içinde biriktirerek, toplayarak söylemiş tüm bunları ki söyledikleri işte bu yüzden şu an için bile geçerli ki bin yıl sonra da geçerli olacak diye düşünüyorum Nostradamus’un kehaneti gerçekleşmezse :)
- Ömer Hayyam ile ilgili bir çalışma içindesiniz şu aralar, müthiş bir albüm daha geliyor arşivlerimize, ülkemizde ilk defa Hayyam şiirlerinden oluşan bir albüm yapılıyor olacak. Birçok rubailerini bestelediniz bile şimdiden. Çok farklı bir projeyle hayranlarınızla buluşacaksınız. Albüm çıkmadan önce ilk söyleşisini yapmak istiyorum sizinle. Bir albümde Ömer Hayyam fikri nasıl oluştu? Aşamalar kathederken nasıl çalışmalar yaptınız? Kaç kişilik bir ekiple çalışıyorsunuz?
- Bir sabah kalktım ve bunu yaptım ile olmaz elbette bu işler; her şeyin bir düzeni, zamanı vardır kendi içinde. Daha öncesi de ‘’Atları da Vururlar’’ sürecinde çalıştığım dostum Şakir Gürzumar var ki bana bir proje ile geldi ve özel bir tiyatro ile çalışılacaktı ama sonra o proje kendilerinden bir sebeple kaldı. Kendisi şimdi devlet tiyatrolarında genel müdür ki yeniden büyük bir proje olarak hayata geçmesi durumu var. Klasik - rock bir orkestra ile çalışmak istiyorum ki bildiğiniz üzere pek de kolay olmayacak, doğru bir zamanda doğru bir şekilde buluşacağız ama.
Eserleri:
Solo Albümler:
Kapılar
Sevgileri Unutmadık
Usulca
Konser
Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel Olsun
Diğer Albümler:
Zuhal Olcay - Küçük Bir Öykü Bu
Zuhal Olcay - İki Çift Laf
Hümeyra - Beyhude
Zuhal Olcay - İhanet
Leman Sam - İlla
Film ve Dizi Müzikleri:
Kurşun Ata Ata Biter
Beyaz Bisiklet
Kiraz Çiçek Açıyor
Feride / Mars Kapıdan Baktırır / İkinci Bahar / Kurşun Kalem / Ay Işığı Nerdesin (Diziler)
Tiyatro Müzikleri:
Atları da Vururlar
Kahramanlar Hep Erkek
Vedat Sakman - Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel Olsun
Söz - Müzik: Vedat Sakman
Tomris Sakman
- Sakman ailesi şiir büyürken ailenin en küçük ferdisiniz. Dedeniz büyük bir ustaydı, amcanız edebiyatımızda önemli bir şair ve babanız Vedat Sakman. Yazın hayatınızı merak ediyorum. ilk ne zaman yazmaya başladınız, yazarken endişeyle onları sakladığınız oldu mu? Ne zaman paylaştınız babanızla, ilk tepkisi neydi?
– Aslında kendimi bildim bileli yazdığım bir şeyler var ve bunları hep biriktirdim bir yerde. Sonra daha uzun şeyler de çıkmaya başladı. Yaşadığım şeyler değildi ama yazdıklarım, hepsi hayal dünyamın ürünüydü ve adına özel bir şey demedim hiç; bir şiir değildi, bir öykü değildi. Ve yazdıklarımı belki bir yirmi sene kadar hiç kimseye göstermedim, sadece defterim tanıklık etti onlara. Babamla buluşturma olayına gelince bir gün kendisi ile ilgili bir TV programının çekimi için geldiler mekanımıza. Orada bir kağıt ararlarken benim yazdıklarım geçmiş ellerine. O dönem ‘’Usulca’’ şarkısını yeni yapmıştı babam ve beni çok içlendirmişti o şarkı, bir şeyler karalamıştım üstüne. Onlarda onu almışlar, çerçeveletmişler onu ve babama hediye etmişler. Yani babamın ilk görmesi benim göstermem değil, bu durum :) Babam daha sonra ‘’yazıyor musun sen’’ diye sorduğunda inkar etme yoluna bile gittim hatta ama geçen sene yurt dışına gitme durumum olacaktı ve gitmeden önce bazı yazdıklarımı kendisine ilettim ve birine okutma ihtiyacı içinde hissettim kendimi, bu o olmalıydı.
- "80'lerde Çocuk Olmak" Birçok yazarın bir araya geldiği, bazen bir çocuk, bazen bir yetişkin gözüyle kaleme alınan bir kitap. İçinde çok güzel hikayeler var, o kitapta sizde bir hikayenizi paylaştınız, ilk yazınsal metin çalışmanız böylelikle başlamış oldu. Öncesi ve sonrası gelişen duygularınızı, sonra daha çok yazmaya iten nedenlerin olduğunu biliyorum, neler öğretti bu ilk çalışma? Ve ne gibi sürprizler bekliyor olacak bizleri?
- Eylül Duru isimli bir müzisyen arkadaşım aradı bir gün ve böyle bir kitap hazırlandığını söyledi. Ben de öyle bir anımı yazdım ve yolladım, beğenmişler ve kitaba dahil etmişler. Çok heyecan verici bir durumdu tabi basılı bir şekilde artık yazdığım bir şeyin elimde olması. Bu arada da bir arkadaşımla Jale Sancak’ın atölye çalışmalarına da katıldım ki işin teknik kısmını öğrenmeyi istedim. Çünkü o güne kadar içimden ne geliyorsa yazan biri olarak tanımladım kendimi ki bu yazdıklarım için bir tür ifade şekli tanımlaması da yapabilirim. Geçenlerde de en sonunda topladığım öykülerimi babama ilettim çünkü o yazan kişilere de getirdiği yorumlarla da benim için ayrı bir noktadaydı. Onun söylediği şeyler ile bazı şeyler değişti, biraz daha kendime güvenim geldi, yazdıklarıma daha bir inanmaya başladım.
- "Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel Olsun" albümünde sizinde sözleriniz var, "Anlıyor Olmak Sizi" ilk şarkı sözü çalışmanız. Vedat Sakman bestesini oluştururken neler hissettiniz? Hangi duygular içinde gitti geldi Tomris Sakman?
- O babama hediye edilen çerçeve ve yazılanlar evinin bir köşesinde duruyordu. Babam bir gün onu bestelemeye karar vermiş. Bir gün sahnedeyken yeni bir beste yorumlayacağını söyledi ki provası vs. her şeyi yapılmış ve orada çaldılar ilk. Gerçekten böyle her hali yaşadım bir anda. Çok acayip bir duyguydu. Onun kıymet vermesi benim için çok önemliydi, onun kriterlerinden geçmiş olmasıydı her şeyden önce beni mutlu kılan.
- Sakman Club, Sakman Mutfak işletmeciliğini de yapıyorsun ayrıca. Hem müzik hem de mutfağın lezzetlerini sunuyorsun bizlere. Birçok sanatçı dostlarınıza kapınızı açtınız, tiyatrolar, konserler, şiir etkinlikleri sahnelendi, birçok anılarla sabahladıklarınız oldu burada. Kimlerin anılarıydı bunlar, en çok unutamadıklarınız neydi?
- Sakman Club ile birlikte çok özel bir kitle oluştu gerçekten ama az ama öz yıllardır birçok anıya şahit olduk birlikte. Bir iş yapıyor olmanın yanında kurulan dostluklar ile de ayrı yaşanıyor Sakman. Başta sevgili Atilla Birkiye olmak üzere bu vesile ile o kadar güzel insan tanıdım ve tanımaya da devam ediyoruz ki hani karnımızı doyurmaya çalışmıyoruz sadece ruhumuzu da doyuruyoruz böylece.