Bir
Şair ... Bir Dünya ... / Selçuk Erat
-
Sevgili Selçuk; sohbetimize kısaca seni tanıyarak başlamak istiyorum.
Kimdir Selçuk Erat?
-
Bu yanıtı uzun tutacağım, bilginiz olsun :)
1982
yılında, Şişli'de (İstanbul) dünyaya geldim. Çocukluğum ve ilk
gençlik yıllarım, kentin çeşitli semtlerinde geçti. İlk ve orta
öğrenimimi Halkalı'da tamamladım. 1998'de Gebze'ye taşınmak zorunda
kaldık. Böylece Halkalı'da başlayan lise öğrenimim, Gebze'de devam
etti. İsmet Aktar Anadolu Teknik Lisesi, makine bölümünde başlayan
öğrenimim, Gebze Teknik Lisesi, makine bölümünden mezun olmamla
birlikte bitti. Siz de bilirsiniz Kadri; meslek liselerinin durumlarını…
Üç kez girdiğim üniversite sınavlarında, okuduğum alanın dışında
bir bölüm seçtiğim için puanım düşüyordu. Üçüncü sınavda artık
dayanamadım ve açık öğretim fakültesi, işletme bölümüne kayıt
yaptırdım. Öylesine… Yeteneklerim ve isteklerim doğrultusunda,
mutlu olabileceğim bir eğitim alamadım, düzen buna elverişli değildi
ve soğudum. Şimdi, öğrenim yaşamımı kısa bir süre için dondurdum;
bu yılki sınavı bekliyorum.
Kısacası
sevgili Kadri; okul yaşamım hiçbir zaman istediğim bölümleri okuyamadan,
istediğim dersleri alamadan geçti. Sonra Gebze… Çok büyük bir
değişimdi benim için. İlk gençlik dönemlerime; yani, ilk sevinçlerime,
üzüntülerime, heyecanlarıma, birlikteliklerime, düşlerime tanık
olan kent oldu. 16 yıllık İstanbul yaşamımdan sonra Gebze'ye alışamadım;
okula, insanlara, sokaklarına, hiçbir şeye ilk bir yıl boyunca
uyum sağlayamadım. Zor bir dönemdi. Ardından 1999 depremi…
Evde
tek başıma yaşadığım bu inanılmaz felaketi, Tanrı'ya şükür, ruhumda
çok derin acılar ve yaralar bırakmadan atlattım. Yeni bir kente
alışmanın ve ardından böylesine büyük bir korkuyu yaşamanın sonrasında,
yaşamım az da olsa düzene girmeye başladı.
İşe
başladım. İlk işim: tasarlamak. Köklü bir şirketin kopyalama bölümünde
tasarımcı olarak çalışmaya başladım. Zaten dört yıl boyunca aldığım
makine öğreniminden elde ettiğim bilgileri unutmuştum :)
Tasarlamak,
yeni biçim ve renkler yaratmak hoşuma gidiyordu. Böylece işimde
ilerledim. 2 yıl sonra bir sivil toplum kuruluşundan aldığım iş
teklifiyle, farklı bir alana, koordinatörlüğe, Türkçe söylemiyle
eşgüdümcülüğe başladım. Buradaki bir yıllık deneyimin ardından,
tekrar tasarımcılığa ve tabi ki eski şirketime geri döndüm. Ve
yine… bir teklif üzerine, merkezi İstanbul'da bulunan, uluslar
arası bir sivil toplum örgütünde çalışmaya başladım.
-
Bir hayli iş değiştirmişsin, neden?
-
Nedeni çok basit ve o kadar da sık değil aslında. Hâlâ kendimin
bile anlayamadığım bir yapıya sahibim. Sürekli değişim içinde
bu yapı. Her zaman aynı işlerle meşgul olduğunda sıkılıyor, değişim
ve farklılık istiyor; yeni alanlar, yeni uğraşlar, yeni insanlar
ve yeni yerler… Sanıyorum nedeni bu. Bu yanımı sevmiyor değilim…
İsterseniz, yaşam öykümü anlatmaya devam edeyim. J
Yaklaşık
7 yıldır Gebze'de yaşıyorum. Bu kent, benden aldıkları kadar verdi
de… Çok şeyler yitirmiş olmama karşın, bir o kadar da yeni şeyler
ekledim yaşamıma. En önemlisi yazın çalışmalarımdı. İşe başladıktan
bir yıl sonra, Yeni Gebze Gazetesinde şiirlerim yayımlanmaya başladı.
Daha sonra Marmara ve Demokrat Gebze gazetelerinde - sadece şiir
değil - köşe yazıları da yazdım. Bir yıl öncesine kadar Marmara
Gazetesinde, arkadaşım Güner Sağlam ile "Lâcivert Kültür
ve Sanat" (bundan sonra 'kültür' yerine 'ekin' sözcüğünü
kullanacağım) sayfasını yayınlamaya başladık. Bu sayfa, bugün
bildiğimiz LâcivertSanat'ın da temellerini oluşturdu. Daha sonra
aynı sayfayı Demokrat Gebze Gazetesinde "DemokratGÜNCE"
adıyla yayınlamaya devam ettim.
Aileme
gelince; babam, yirmi üç yıllık bir işçi emeklisi. Annem ise ev
hanımı. Yazın yeteneğimi babamdan, resim ve tasarım yeteneğimi
ise annemden aldığımı düşünüyorum. Annemin, gerek yazında, gerekse
resimde bana katkısı yadsınamaz boyutta olmuştur. Sonra, bir erkek,
iki kız olmak üzere, üç kardeşim var. En küçüğü henüz iki buçuk
yaşında - kendi kızım gibi. :)
Başka
hangi soruları soracaksınız bilmiyorum ama, sanırım giriş için
bu yeterli oldu!?
-
Peki ya şiir ile o ilk tanışıklığın? O günden bugüne sürdürdüğün
şiir yolculuğun? Şiirin sende olan tarihi ve tarifi, hayatındaki
anlamı ne?
-
1997'nin sonlarına doğru - sanırım ilk şiirimi Eylül 1997'de yazmıştım
- yazmaya başladım. O gün bugündür, yazının içindeyim. Gerçekte,
şiirle başlamadım yazmaya. Hazırlık sınıfındayken, günde altı,
haftada yirmi dört saat İngilizce dersi alırdık. Ödevlerimizin
çoğu verilen bir paragraftan öykü çıkarmak, o paragrafı öyküye
dönüştürmekti. Böyle başladım yazmaya. Hem de İngilizce! Ödevlerim
ve kompozisyon derslerim dışında, oturup yazı yazmışlığım yoktu.
Kompozisyon yarışmalarında ve İngilizce öykü yazma derslerinde
aldığım başarılar yanında, çok da kitap okuyan biri değildim açıkçası.
Babamın,
gençliğinde kullandığı neredeyse otuz yıllık bir daktilom vardı.
Hâla da saklarım. Ödevlerimi de hep bu daktiloda hazırlardım.
Bu aletin, yazın yaşamımda - serüvenimde payı oldukça büyüktür.
Bir
gün, canım çok sıkılıyordu. Hava da kapalıydı. Ama tarif edilemez
bir sıkkınlık bu - anlatamam. Ne yapsam, ne etsem diye düşünürken,
okuldaki yarışmalardan aldığım kitaplardan dizili kütüphaneme
yöneldim. Elim; daha önce Cağaloğlu'ndaki yer sergisinden aldığım
bir kitaba gitti. Kapağı dikkatimi çekmişti. Şimdi bakıyorum da
öyle dikkat çekici kapak da değil, neyse… Olan oldu sonra…
-
Ne oldu ? Hangi kitaptı ve seni neden çekti?
-
Nevra Bucak: "Mevsimler Farklıdır". İnce bir romandı.
Arka kapağında yazan, "bir erkek hem oğul, hem de sevgili
gibi sevilebilir mi aynı tutkuyla, ya da bir kadına hem anne,
hem de sevgili gibi bakılabilir mi aynı gözle?" sorusu çekmişti
dikkatimi. Aldım okudum. Okudum ve tekrar okudum. Her şey böyle
gelişti. İlk şiir de, sonrakiler de… O günden beri yazınlayım,
ya da kim bilir, belki de o benledir!
Şiirin
yaşamımdaki anlamına gelince; yaşamımın sonuna değin, onsuz yapamayacağımı
biliyorum artık. İşte anlamı o kadar büyük benim için. Beni şiir
yazarken görmeyin! O denli korumasız, o denli savunmasız, o denli
yoksul, yalnız, yorgun, o denli kendimle oluyorum. Şiirin, beni
gebe bırakması hoşuma gidiyor. Her gün şiir yazan biri değilim,
bu yüzden hamilelik dönemlerim uzun hep. En son yazdığım şiirle
yaşadığım o tadılası birlikteliğin ardından - ki belki bir ay,
belki altı, belki dokuz, belki de yılların ardından - yeni bir
şiirin doğumunu görmek, müthiş bir haz veriyor bana.
-
Bugüne kadar birçok edebiyat dergisinde şiirlerinin yayınlandığını
biliyorum ve burada şunu sormak istiyorum? Bu genç yaşına rağmen
özümsenmeyecek bir başarı bu, sen bunu nasıl değerlendiriyorsun
?
Evet,
birçok yazın dergisi yer verdi şiirlerime. 'Şiirlerin dergide
yayınlanması bir başarı mıdır?' sorusuna gelince; bunu bir başarı
olarak görmüyorum. Olması gereken bir süreçti. Selçuk'tan kopan
şiirlerin, bir dergi sayfasında bedene dönüşmesiydi sadece; daha
çok insana ulaşmasıydı. Bunu bir başarı olarak sayamam. Belki,
başarıya giden yolda bir basamak olarak tanımlamak daha doğru.
Şiirin, dergide ya da kitapta yayınlanmasının, kalıcılık kazanmasının,
bırakın şairi bir kenara, şiir için pek de büyük bir anlam taşıdığını
düşünmüyorum. Çünkü şiirin amacı farklı. Şiir dergide, gazetede
ya da kitapta yayınlanmak, bedene dönüşmek için var olmamalı;
aşıp gitmeli, uzaklara sürüklenmeli, hatta zamanı gelince şairinden
ayrılmalı. Bu neresidir, hangi yöndür, nasıl bir yoldur? Bilemem.
Emin olduğum tek nokta, şiirin alıp başını gitmesi gerektiğidir.
Ben de bunun için uğraşıyorum. Şiirlerimden birinin alıp başını
gitmesi - gidebilmesi için.
- Bu anlamda hedeflerini ayrıca öğrenmek istiyorum, ama ondan
önce bir kitabın var, biraz da ondan bahsedelim. '' Yaş '' ve
seni dinliyorum… Yeni bir kitap çalışması için daha ne kadar bekleyeceksin
diyerek, hemen bu soru ile peşinden geliyorum.
-
Yaş… ah yaş… :) Evet, Nisan 2003'te bir bacağı sakat, adı üzerinde,
henüz yaş - olgunlaşmamış yirmi beş şiirin bir araya gelmesiyle
oluşan bir yapıt. Bu, bugünkü görüşüm elbette. Geriye baktığımda
gördüğüm durumun özeti ve bendeki ilerlemenin bir göstergesi tabi
ki.
Kitap
yayınlama düşüncesini, sevgili Ata Türker soktu kafama. 'Şiirde
ilerliyorsun, bir kitabın olmalı' dedi. Uzun süre düşündüm. 'Tamam,
bir çocuk yapalım' dedim. Alın size 'Yaş'… Yaş'ın öyküsü böyle.
Biraz acele, biraz istekli, biraz deneyimli, biraz da acemi… Her
şeyiyle, ilk ürünüm olmasına karşın, yine de seviyorum onu, bazen
de kızıyorum kendime; 'Erken doğum yaptın Selçuk'. Bazen de 'iyi
oldu' diyorum. Kısacası çok şey de kazandırdı bana 'Yaş', çok
şey de alıp götürdü…
Yeni
kitaba gelince; hâli hazırda bekleyen iki şiir kitabım daha var,
ama henüz erken diye düşünüyorum. Şiirlerim zamanla daha da göverecek,
onlarla birlikte ben de…
-
Etkisi altında kaldığın herhangi bir şair ya da herhangi bir edebi
akım mı var mı? Sen kimleri severek okuyorsun? Günümüz şiiri ve
şairleri hakkında neler düşünüyorsun?
-
Evet, sorular gereği yanıtların uzun olması gerekiyor. Bakalım,
elimden geldiğince kısa tutmaya çalışacağım. :)
Etkilendiğim
kimse yok. Etkilenmek sözcüğünden her zaman korkmuşumdur. Birine
ya da bir şeye öykünmek, etkilenmek… kendim gibi olamayacağım,
kendimi yitireceğim korkusunu getiriyor bana. Özgün olmak istiyorum,
Selçuk Erat'a has olsun istiyorum. 'Filanca biri gibi yazmak istiyorum'
demek, bana çok saçma geliyor. - Öyle olmasa da - sanki ona benzemek
istiyormuş, onun yazdıklarını yazmak istiyormuş gibi bir şey bu.
Diyeceksin ki, yahu Selçuk, sen o zaman kimleri okuyorsun?
Elbette
severek okuduğum adlar var. Bu adları; 'nasıl yazmışlar?' diye
değil de, 'nasıl yazabilirim?', daha doğrusu 'nasıl ben gibi yazabilirim?'
diye okuyorum; özgünlüğümü korumak adına, ürünlerimin bana ait
olmaları adına.
Akımlara
gelince; ben 'yaratıcılığı' sınırlayan her değere karşıyım. Şiir,
bir başka deyişle yaratıcılıktır. 'Haydi, lay lay lom' diyerek
şiir yazılmıyor. O zaman yazmış olmak için yazıyorsun. En azından
kendimden biliyorum, bir şiir üzerinde o anki yaratıcılığımın
tüm değerlerini kullanıyorum. Akım ya da biçim dendiğinde, tıpkı
'etkilenmek' sözcüğünde olduğu gibi sıkılıyorum, çekiniyorum.
Sanki, beni ve şiirimi birileri sınırlıyormuş gibi hissediyorum.
Şuna benziyor: karşında dört adet su kütlesi var; okyanus, deniz,
göl ve akarsu.
Şimdi
bana sorsalar, 'hangisini seçersin?' diye. Çekinmeden 'akarsu'
derim.
-
Neden akarsu peki Selçuk? Örneğin niçin okyanus değil?
-
Okyanus en büyüğü ve en zengini olmasına rağmen, durağan. Tıpkı
deniz ve göl gibi. Zaten bu ikisinin alanı da kısıtlı, daha küçükler.
Ama akarsu öyle değil. Sürekli akıyor. Kimi zaman bir ovada, kimi
zaman vadide, kimi zaman dağlardan aşağı akıyor. Geçtiği, gördüğü,
dokunduğu yerler hep değişik. Bazen suları azalıyor, bazen taşıyor.
Hepten kuruduğu da oluyor! Ne güzel! İşte sürekli değişim, hareket.
Okyanusta, denizde ve gölde bu hareketi göremezsin. Göğün durumuna
bağlı olarak aldıkları değişik renkler vardır, rüzgâra bağlı olarak
da dalgaları, hepsi bu. Alanları, suları ve renkleri genelde hep
aynıdır. Kimi zaman gel - gitleri olur, o kadar. İşte akımlar
da bunlara benziyor. - Sadece yazın için söylemiyorum - sanatı
kısıtlayan, gereksiz demeyeceğim, ama olması da 'şart' olmayan
öğelerdir akımlar bana göre.
Söyleşinin
başında da demiştim, değişiklik benim için önemli. O nedenle her
gün 'aktığı su, bir öncekiyle aynı olmayan' bir akarsuda ürün
vermeyi yeğlerim. Özgürlük ve özgünlük için.
Günümüz
şiiri üzerine de şunu diyebilirim:
Her
şey bir yana, şiirde gözle görülür bir değişim olduğu ortada.
Sadece Türkiye'de değil, dünyada da bu var. Yeni ürünlerin, artık
bir akım ya da biçimden çok, giderek 'bireyselleştiğini', bir
başka deyişle 'özgünleştiğini' görebiliyorsunuz. Kendi penceremden
baktığımda, bu olumlu bir gelişme. Çünkü, şiir özgür olmalı, dolayısıyla
özgürlüğü getirecek olan da özgünlüktür, diğer söylemle 'kendine
ait olmasıdır'. Birey temelli, özgün şiirlerin okur tarafından
kabul edildiği bir gerçek - en azından günümüz için bu böyle.
-
Günümüzde internet bize birçok imkân sundu ve bizler de senin
kuruculuğunu üstlendiğin bir oluşumda buluşmaktan, birlikte olmaktan
ve yol almaktan bir kere çok mutluyuz, bunu dile getirmek ve buradan
sözü LâcivertSanat'a bağlamak istiyorum. LâcivertSanat ve bizler…
Öncelikle nasıl doğdu ve nasıl yürümeye başladı? Ben LâcivertSanat
ne hiç bilmiyorum mesela :)
-
Teşekkür ederim.
Akımlarla
ilgili sorunun ardından, nasıl derler 'cılk' oturdu bu soru. :)
Sözü LâcivertSanat'a getirdiyseniz, başınıza bela aldınız demektir
sevgili Kadri, bu söyleşi hiç bitmez! :)
Hemen
şunu belirtelim o hâlde: LâcivertSanat bir akım, dernek ya da
kurum değildir. LâcivertSanat; farklı yazın biçimleri ve sanat
anlayışı olan insanların, 'aynı ortak noktalarda' bir araya geldikleri,
tüm dünya insanlarına açık, uluslar arası bir topluluktur. Bunu
çok iyi kavramak gerekiyor.
Nedir
bu aynı ortak noktalar? Şiiri, yazını, sanatı sevmek. Bu yönde
çalışmalarda bulunmak. Yazın ve sanat adına sevdirici, özendirici,
geliştirici - olumlu / yararlı - etkinliklerde bulunmak. Toplumu
sanatla, sanatçıyı toplumla buluşturmak. İşte LâcivertSanat kısaca
bu. Bu değerleri yerine getirirken, özel önem verdiğimiz, üzerinde
durduğumuz bazı noktalar var. Örneğin Türk Dili.
Yaşamımı
kısaca (!) anlatırken, hazırlık sınıfında günde altı saat, haftada
yirmi dört saat İngilizce dersi aldığımı söylemiştim. Bu ne demek?
İçimin dışımın İngilizce ve Britanya Ekini olması demek! Konunun
ekinsel boyutuna girmeyeceğim. Ama dil için önemli olduğunu sandığım
bazı noktaları da belirtmeden geçemeyeceğim.
İşte
bu bir yıllık, ağır İngilizce eğitim sonunda, çok iyi İngilizce
öğrendim. Bu ayrı bir konu. Ama şunu diyebilirim ki, ben, tâ ki
iki yıl öncesine kadar, bazı sözcükleri - elimde olmadan - İngilizce
yazan bir insandım. Bu durum, lisede yazı yazdığımız zaman, arkadaşlarım
arasında büyük sorunlar doğururdu. Herkesten önce ben yazardım.
Geride kalanlar benim defterimden alır devam ederlerdi. Ama okuyamazlardı.
Çünkü birçok sözcüğü alışkanlıkla İngilizce yazardım. :) Nasıl
mı?
Örneğin;
'negatif' yerine 'negative', 'pozitif' yerine 'positive', 'kültür'
yerine 'culture', 've' yerine 'and', 'ya da' yerine 'or', 'teknik'
yerine 'technical', 'elektrik' yerine 'electric' gibi. Sözcüklere
dikkat etmenizi istiyorum. Hepsi Türkçe'mizde var olan ama yabancı
dillerden giren sözcükler. İşte bu noktada, Türkçe'nin ne kadar
önemli olduğunu anladım ve bu alışkanlıktan kurtulmak, başkalarının
da bu yanlışa düşmelerine engel olmak amacıyla, çalışmalar yaptım.
Çünkü bu gidişin sonu, tartışmasız kendi dilinden uzaklaşmaya
ve dolayısıyla kendi ekinini yitirmeye kadar uzanıyordu.
LâcivertSanat'ta
da, bir araya geldiğimiz dostlarımla, bu konuya özel önem vermemiz
ve Türkçe'yi doğru kullanmak üzere çalışmalar yapmamız gerektiğine
karar verdik dedikten sonra, sözü çok uzatmadan, söyleşiyi okuyan
dostlarımıza LâcivertSanat hakkında ayrıntılı bilgi bulabilecekleri
uluslar arası ağ yayınının (internet sitesinin) adresini vermek
ve bu konuyu geçmek istiyorum: www.lacivertsanat.com
LS'nin
nasıl yürümeye başladığına gelince; başta anlattığım üzere, LS;
Mart 2004'te Marmara Gazetesinde yayınlanan Lâcivert Ekin ve Sanat
sayfasıyla başladı. Daha ilk yayında, LS'nin uluslar arası bir
boyuta kavuşacağı, makâlemizde dile getirilmişti. İşte o dönemler
LS'nin temellerinin atıldığı ilk aylar. Daha sonra - siz de biliyorsunuz
- Eylül 2004'te yaklaşık 30 kişi bir araya geldik ve bildirimizin
yayınlanmasına karar verdik. O günden beri yoldayız. Ne değişti?
Çok şey…
Yavaş
ama emin adımlarla ilerlemenin gerekliliğinde karar kıldık. Çünkü
ortaya koyduğumuz tasarıların ve amaçların gerçekleşmesi, hem
bir sabır işi, hem de deneyim gerektiriyordu. Bu nedenle, kurucu
üyesi olarak, LS'nin bugün içinde bulunduğu durumdan mutluyum.
İnsanların zamanla LS'yi tanıyacağından, amaç ve düşüncelerimize
destek vereceklerinden şüphem yok.
-
LâcivertSanat olarak belirlenen hedefler ve yarınlar adına projeler
neler? Geçtiğimiz ay çok güzel etkinliklere imza attık ne güzel
ki, bu ay yine mesela bir ödül töreni heyecanımız var. Neler bekliyor
bundan sonrasında bizleri? Lâcivert'i izlemeye devam edelim değil
mi?
-
Evet. Sizin de belirttiğiniz gibi geçen ay güzel etkinliklere
imza attık. Bahçeşehir Üniversitesi'nde üyemiz sevgili Ahmet Ağdere'nin
sorumluluğunu üstlendiği LâcivertSanat Kulübü, üniversitenin Beşiktaş
Yerleşkesinde (kampüsünde) bir etkinlik yaptı. Yine, Beyoğlu'ndaki
Bilim - Sanat ve Felsefe Akademisi'nde bir etkinlik yaptık. Bunlar
paylaşım ve birliktelik adına, yine etkinliklere katılanların
bireysel gelişimleri adına güzel çalışmalardı. Zaten, LâcivertSanat'ın
dayandığı temel ilkelerden biri de 'bireysel gelişim'dir. Kişinin
bizim aramızda yazın ve sanata dair aldığı en küçük bir bilgi
bile, son derece önemli. Topluluğa katılanlara, örneğin kökü Arapça
olan 'kelime' yerine Türkçe olan 'sözcük' kullandırabiliyorsak,
ne mutlu LâcivertSanat'a diyorum. Ya da aynı şekilde, kişiyi etkinliklerden
yazın ve sanat adına daha başarılı, heyecanlı çalışmalar yapmaya
özendirebiliyorsak ve "magazin, televole, süslü basın"
gibi "popüler kültür"den uzaklaştırıp, yararlı çalışmalarda
bulunmasını sağlayabiliyorsak, gerçekten ne mutlu!
Gelecekte
LâcivertSanat'ı ve dolayısıyla bizi bekleyenin; başarılı bir yazın
ve sanat yaşamı olan kişiler ile tarihe olumlu izler bırakmış
bir topluluk olduğunu söyleyebilirim. Bunu - kendi adıma - gerçekten
istiyorum ve tüm topluluk üyelerimizin de böyle düşündüğünü umuyorum.
Ah
sevgili Kadri, ah… Okuyanları bu uzun cevaplarla sıkmayacağımı
umuyorum. Gelelim, ödül töreni heyecanımıza…
Sizin
de içinde olduğunuz üzere, LâcivertSanat, Kumru Şiir Sitesinin
"2005 Şiir Yarışması"na ana sponsor oldu. Bu çerçevede,
dereceye giren şairlerimize ödüllerinin verileceği ve güzel paylaşımların
yaşanacağı bir tören hazırlığı içerisindeyiz. Bu konuya daha da
uzayacak kaygısıyla pek girmek istemiyorum. Şunu söyleyebilirim:
Bence
de LS'yi izleyin arkadaşlar! :)
-
Ödüllerden konu açılmışken, bir ödül sayılabilir de diyerek hani
''Sappho'' şiirinden biraz bahsedelim. Bu şiirinin Antoloji Şiir
Sitesinde bir derecesi vardır ki, nedir bu şiirinin öyküsü ve
nedir bu başarısı? Bu arada şiirlerin ödüllendirilmesine bakış
açın nedir ?
-
Bu sorunun ikinci bölümü oldukça uzun ve başlı başına bir tartışma
konusu. O nedenle, sorunun o kısmını yanıtlamayacağım. Gerçi,
Sappho'yla ilgili bölüm de oldukça uzun bir öykü; kısaca aktarmaya
çalışayım:
Türkiye'nin
en çok bilinen ve ziyaret edilen kültür - sanat sitesi olarak
tanımlanan Antoloji'de, bu ödüle değer görülmek gerçekten güzeldi.
Bunun, bir ödülden daha çok, başka anlamları ve değerleri oldu
benim için. Gerçekte, şiir ödülü hak eden bir çalışmaydı. Çünkü
üzerinde gerçekten uzun süre çalışmış ve zaman harcamıştım. Yarışmaya
da kesinlikle hiçbir iddiam olmadan, açıkçası 'öylesine' katılmıştım.
Çünkü herkesin şair ve her yazılanın şiir olduğu bir ortamda,
Sappho'nun pek de dikkate değer görüleceğini sanmıyordum.
Yarışma
sonuçlarının açıklanmasından sonra, çok değişik tepkiler aldım;
olumlu, yapıcı, anlamsız, şaşırtıcı, yersiz, yıkıcı tepkiler.
Hepsinden vardı. Şiirin başarısının; anlatımının akıcılığından
ve konusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Çok gülünç tepkilerle
de karşılaşmadım değil! Örneğin, şiir ben tarafından yaşanmamış
olsa da, kendim yaşamış gibi anlatmamdan kaynaklanan bazı 'anlama'lar
doğdu. Bir başka deyişle, 'Selçuk, bunu yaşadı ve yazdı' oldu.
Hayır, ben yaşamadım ama yaşayan birileri vardı!
On
bölümden oluşan şiir; bir erkek çocuğunun, babasının cinsel tacizleri
sonucu gelişen ilk gençlik dönemini ve bu sürecin sonunda kendisine
kazandırılan 'zorunlu' bir kimliği anlatır. Şiirin dikkat çekmesinde
bu yönü etkili olduğu kadar, adı da etkili oldu. 'Sappho nedir,
bir ada mı?' gibi aptalca ve bilgisizce soru yönelten kişilerin
yanında (ki bunu soranlar şair kişiler), 'Sappho'yu araştırdım,
size bu mesajı ondan sonra yazıyorum' diyen, yaptığı işin / uğraşının,
bir başka deyişle "şiirin" ve "şairliğin"
bilincinde olan insanlar da oldu.
Şiire
'Sappho' adını vermemdeki amaç; hem ünlü kadın şairi anmak, hem
de dokuzuncu bölümde geçen dizelerdi. Ayrıca, Sappho'nun adının
ötesinde, tercihinin de şiirle örtüştüğü, bir bütünlük taşıdığı
kanısına vardım. Bu nedenle yapıtın adı 'Sappho' oldu.
-
Bildiğim kadarı ile aşka inanmıyorsun ki, bir sohbetimizde hani
konu açılmıştı ve kâti tavrını koymuştun ortaya. Bilmem aynı duygularda
mısın? Aşk üzerine sohbet etmeyi seviyorum konuklarımla? Aşk dillerinde
ne demek çok merak ediyorum?
-
Aman Tanrım! Beklemediğim bir soruydu bu. Hiç de konuşmak istemediğim
bir konu. Söyleşiye geçmeden önceki konuşmalarımızda, bundan haberim
yoktu! :)
Madem
öyle, başlayalım… Evet, 'aşka inanmamak'taki kâti kararlılığım
ve tavrım sürüyor. Aşkın; bir zayıflık ve geçici bir heyecan olduğu
konusunda da hâlâ ısrarlıyım. Bende geçerli olan 'sevgi'dir. Nilgün
Polat'ın 'Şifrelenmiş Düşler Saati' adlı kitabı için yazdığım
yazıda bunu belirtmiştim. İzninle o yazıdan bir alıntı yapacağım:
Kitapta
geçen, "aşka tutkun kişiler düşünme özelliklerini yitirirler"
cümlesine bağlı olarak, şöyle demişim:
"…
Zaaftır aşk, zayıflıktır. Kendini kendin olmaktan alı koyar hep,
yalancıdır. Olmadığı gibi gösterir sana yaşamı, bulutlara çıkarır.
Oysa yerin, topraktır. Düşüncelerin, duyguların, bedenin… sana
ait olmaktan çıkar. Kendini kaptırırsın. Ucu bucağı olmayan bir
boşlukta, mutlu olduğunu sanırsın. Oysa bu, kendini kaybetme duygusundan
başka bir şey değildir. Birini sevmek değildir aşk. Bir anda görünür
sana, sarar. Oysa sevgi ya da sevmek sonsuzluktan beri vardır,
doğarken sevmekle doğarsın, aşkla değil!. Bir dönem sonra aşk;
seni senden çalmaya gelir. Sense zavallı; kendini tamamlayacağını
sandığın o an, gerçekte kendini yavaş yavaş yitirdiğini göremezsin.
Elindeki sevgiyi de tüketir; hırsızdır. Aşk… insan doğasına aykırıdır.
Özgürdür çünkü insan, aşıkken hapis olursun, tutuklanırsın, sevdiğin
insanın değil, aşkın tutsağı olursun. Böyle lanet bir şeydir aşk:.."
Bu
soruya yeterli yanıtı verdiğimi düşünüyorum. Dillerimde aşka gelince;
sanırım dillerimden kastın, şiirlerim olsa gerek. Şiirlerimde
aşka oldukça az yer vardır - okuyanlar bilirler. Genelde bireyin
acılarını, sorunlarını, bakış ve düşüncelerini işlediğim şiirlerimde,
aşka dair pek de bir şey bulunabileceğini sanmıyorum. Aşka kadar,
şiirde işlenmesi gereken çok konu var: Sappho'da olduğu gibi…
-
Selçuk Erat, peki sanatın dışında neler yapar? Bir günü nasıl
geçer mesela? Hangi şarkıları dinler, hangi tarz filmleri sever?
Aklına gelebilecek olan her şey ve bu sorunun altında diğer sen?
-
Ah… evet, diğer ben…
Selçuk;
haftanın beş günü sabahtan akşama kadar işinde olan, iş bitimi
dostlarıyla buluşmasını, gezmesini, yemesini ve içmesini seven
bir kişilik. Yazın dışında en büyük ilgi alanlarını gezi, eğlenmek,
bilgisayar ve heykel oluşturur.
Bir
günü, bir gününü tutmaz. Yine başa geliyoruz; her zaman 'değişken'dir.
Sevdikleri, yapmak istedikleri her an değişebilir. Ama bu 'tutarsız'
ve 'ilkesiz' olduğu anlamına da gelmiyor. Yaptığım bir şeyi sürekli
değiştiririm. Odamın şekli hemen hemen her ay değişir. Kullandığım
eşyaları değiştiririm örneğin; çanta, şapka, gözlük gibi. Gerçi
şimdi işimin ciddiyeti dolayısıyla pek yapamıyorum ama, iki yıl
öncesine kadar saç rengimden, giyim şeklime kadar her şeyim değişirdi.
Bunu seviyorum! Değişimin ve değişikliğin beni - belirli bir çerçevede
- çocuk bıraktığını seziyorum. Bu bana büyük mutluluk veriyor.
Müziğe
gelince; alışılmış ama anlaşılır olacak: kulağıma hoş gelen her
müziği dinlerim.
Sinema…
Artık iş çokluğundan ve koşuşturmadan çok sevdiğim sinemaya zaman
ayıramaz oldum. Yeni sinema yapıtlarını ancak CD'ler aracılığıyla
takip etmeye zamanım var. Son bir yıldır - üzgünüm - sinemaya
bile gidemedim. Yaşamımda, tıpkı kitaplar gibi derin izler bırakan
yapıtlar oldu: 'Stigmata'; 'Derin Darbe'; 'Şeytanın Avukatı',
'Halka'; 'Piyanist'; 'Küp'; 'Şifre Merkür'; 'Komiser Şekspir';
'Hamam' gibi…
Bunların
dışında, her fırsatta 'azcık' uyur; kendimle baş başa kalabilmek
için kısa da olsa 'an'lar yaratırım.
Bekârım.
Kendisine aşkla değil ama 'sevgiyle' bağlandığım bir de sevgilim
var! Ah, bir de LâcivertSanat tabi ki… Ah, yine bir ah… Sevgili
Tülay Çellek'in - hatırlarsın, sen de vardın - elindeki işaretleyiciyi
(lazer) gösterip, "bu da sabahtan akşama kadar LâcivertSanat'la
uğraşan, yaşamı LâcivertSanat olan bir tip" deyişi geldi
aklıma :) Sevgiler Hocam…
-
Geldik bizim söyleşimiz için seçeceğin şiire, biliyorsun söyleşilerimizin
sonunun geldiğinin işaretidir bu. Bir şiirini paylaşmanı istesek
bizim için acaba senden hangi güzel şiirini dilesek de dinlesek
burada ?
-
Offf… Hay Allah! Hepsi güzel, hangisini okusam ki? :) (espriydi)
Son
günlerde hâlimi anlatan bir şiirimi paylaşayım o hâlde. Çünkü
ne zamandır masama oturup, yazı ya da şiir yazmaya zamanım olmadı!
:)
Songu
'ölüm
ağır ol henüz erken
doğacak nice çocuklara gebeyim'
bağ bozumu rahminde,
yüzleri ayrık bir isyan başladı.
taneler
gönenç değil!
oysa ekilmişti her biri
ayasında sürülen tarlaya.
'ey
koynumda uzayan saydam sevgili
gözlerime işle sanrıları
hemen şimdi'
derken,
muhalif çığlığı yırtıyordu havayı.
imgelere yeltenmenin derdinden
en büyük payı almıştı:
yoksulluk.
demir
aldılar gemiler.
gelgitler gibi geri çekildi
ruhunda suları.
koynuna sığındığı ıssız, ağlamaklı.
tren
garında el sallamaya benzer;
yazdığı iki satır,
çizdiği çürük siluet,
kudurmuştu
içi.
ayak kestiler gezginler,
tünde bitmeksizin toplanıp,
aşka mum diktikleri vadiden.
yağmur
düştü göğe.
yok oluşun ilkiydi şıp sesi,
lâl bir hazımsızlık.
mevsimin
adı:
önsel durgu.
sürülgen
ruh,
songuyu doğurdu.
ardında üç satırlık not:
'içime
kustu evren
içim üşümüş, giydirin içimi
ellerimde toplu ölümler'
Eylül
8, 2004 - Gebze
-
Sevgili Selçuk, bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim ben.
Yolun her zaman açık olsun. Sana ve LâcivertSanat'a her zaman
için başarılar dilerim.
-
Sevgili Kadri… O teşekkür bana ait. Aynı iyi dileklerle, ben de
size çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Gerek yazında, gerekse
müzikte gösterdiğiniz özverili çalışmalar ve LâcivertSanat'taki
heyecanlı girişimleriniz için teşekkür ediyorum.
-
İyilikler, sevgiler.
Söyleşi
: Kadri Karahan / 21 Mayıs 2005