Sezen’le ilk tanıştığımda 6 yaşındaydım. Onu kısa sarı saçlarıyla Sarışınım’ı söylerken TV’de gördüm. O görüntüden sonra Sezen’i ne zaman TV’de çıksa hemen tanıdım ve elimdeki oyuncağı bırakıp TV’nin önüne oturarak izledim. Sezen’le olan algısal ilişkim o günden beri yaşıtlarımın anlayabileceği noktayla hiç denk düşmedi.
Bir sonraki sene, bu sefer asimetrik saçlarıyla Belalım’ı söylerken gördüm onu. Saç stili ve rengi farklı olmasına rağmen onu ekranda görür görmez bakışından ve sesinden hemen tanıdım. O yıllar, yani ben 7 yaşındayken, elime deodorantı alıp, Sezen’in Şinanay’ı eşliğinde playback yapar ve onu canlı izleme hayalleri kurardım. Sezen’le başıma gelen hiçbir şeyin tesadüf olmadığını ilk o zaman anladım. Çünkü ben onu sahnede canlı canlı izlemenin hayaliyle yanıp tutuşmaya başladığım tam o sıra, o bana hayallerimden çıkıp geldi.
Bostancı’daki evimizin karşısında Bostancı Lunaparkı vardı. Hemen yanında da Bostancı Gösteri Merkezi (BGM). Gösteri Merkezi’nin giriş kapısında kocaman Sezen Aksu posterini görünce nutkum tutuldu. Okumayı da yeni sökmüşüm, posterde yazanları okumuş ve burada konser olacağını çözmüşüm, durur muyum…
Mutfakta biber dolması pişiren annemin eteklerine asıldığım günü hiç unutamıyorum.
- Anne nolursun anne, nooooolursun anne, beni Sezen’e götür!
Annem, abime biletlerimizi aldırdı ve üçümüz o tarihi güne adım adım ilerledik. Annemle abimin arasında minik boyumla ilerlerken, BGM’nin kapısındaki görevlilerin dağıttıkları güllerden bir tane aldım. Sezen’e bunu vermeli, ona duyduğum hayranlığı ve minneti bu jestimle dile getirmeliydim. Konsere gittiğimiz gün Bırak Beni’den Belalım’a albümdeki bütün şarkıları ezbere biliyordum. Oturduğum yerden hepsine eşlik eden tek çocuk bendim ama yadırgamıyordum kendimi büyüklerin arasında.
Konserin sonlarına doğru o müthiş karşılaşma için kendimi sahnenin önünde buldum. Annemle abim de tam arkamdaydılar. Benim gibi sahnenin önünde duran ve gül uzatan insanları görünce cesaretim arttı. Önümdeki dev hoparlörlerden birine tırmandım. Tam sahneye adım atacakken, ayaklarımın yerden kesildiğini ve bir koruma tarafından yere indirildiğimi fark ettim:
- Buradan izleyin lütfen küçük hanım…
Hayır olamazdı. Onunla buluşma fırsatını kaçırmış olamazdım. Boyum da küçücüktü, sahneye gülü uzatsam da diğerlerinin arasında fark edilmeyecektim bile. Sezen benim olduğum yöne doğru şarkı söyleyerek yürümeye başladı. O an bu andı. Eğer bu anı kaçırırsam, kim bilir bir daha onu ne zaman görecektim.
Bu, benim hayatımda birine karşı özlem duyarak onu yeniden görebilmeyi umut etme duygusunu yaşadığım ilk andı! Fark edilme arzusunun, insanı kemiren, karnına bıçak ağrıları sokan dayanılmaz cezbine tutulduğum bu ilk anın; ileride çıkartacağım şiir kitabım, ortaya koyacağım tiyatro oyunlarım ve yazacağım şarkılar ile her bir adımda sanatsal duruşa daha fazla yaklaşacağım günlerin vazgeçilmez duygusu olacağını henüz bilmiyordum. Yaşıtlarımdan erken büyümemin en önemli sebeplerinden biri de buydu. Yaşıtlarım bu duyguları henüz bilmezken, ben 7 yaşımda özlemin, umudun, beklentisiz sevginin, fark edilme arzusunun ve yitirme korkusunun kıskacında tam da tabiriyle savruluyordum! Yalnızca fark edilmeyi isteyenler birbirlerinin farkına varırlar. Sezen gibi beni kim anlar…
Sezen tam benim önümde durdu. Ben ayak parmaklarımın ucunda yükseldim. Gülü uzattım. Ama beni görmüyordu. Ona ulaşamıyordum. Bu ne kadar kötü bir histi… Yine ayaklarımın yerden kesildiğini ve sahneye doğru yükseldiğimi fark ettim. Bu sefer beni kaldıran abimdi. Ben yükselince, Sezen de beni “fark etti.” Yüzünde en az benimki kadar şaşkın ve minnet dolu bir ifade ile çiçeğime uzandı. O salondaki en küçük hayranının çiçeğini alırken, dirseklerine kadar giydiği eldivenden, parmaklarım parmaklarına değdi. İçime yıldızlar yağdı… İşte kavuşmuştuk. Abim beni yere indirdikten 5 dakika sonra konser bitti ve beni eve götürdüler. Ve yeni bir duyguyla daha tanıştım: 7 senelik hayatımda ilk defa mutluluktan sabahladım.
Ben Sezen’le büyüyen bir çocuğum. Hayatımın ilerleyen yıllarında aşkın, ayrılığın, hasretin, yalnızlığın, hüznün, neşenin tanımlarını onun şarkılarından, hayatından, söylemlerinden süzdüğüm bakış açılarıyla kendi tecrübelerimi harmanlayarak öğrendim. Şüphesiz ki bu çok büyük bir aşktı.
O ilk konserden sonra ilkokul ve ortaokul boyunca Sezen’in eski albümlerini keşfe daldım. Her şarkısını saatlerce dinler ve büyük bir titizlikle adeta “analiz” ederdim. Firuze, Serçe, Sevgilerimle, Ağlamak Güzeldir, Git, Sen Ağlama…
Bu albümlerdeki her şarkının da sözlerini eksiksiz mırıldanırdım. Bir sonraki sene çıkan Gülümse albümünün benim için en özel anlamı, kendi paramla aldığım ilk müzik albümü oluşuydu. Albümün çıktığını da lunapark sayesinde öğrendim. Hadi Bakalım çalardı her gün bizim lunaparkta bangır bangır. Tabiî ki duyar duymaz, “bu Sezen’in sesi!” diyip, soluğu ilk ve tek param olarak bir köşeye ayırdığım 5000 TL ile “kasetçide” aldım.
Ah o albümü ben ne çok dinledim… “İhaneti, şiddeti, aşkı gördüm” var ya… “Bir kıvılcım yeter ben hazırım bak” var ya… “Dudağında, dilinde ellerin izi var” var ya… “Bir nefeslik duraklarda çiçek açtım”, “Bir ah de yeter” var ya… Bir rüya görür gibi Sezen’le bulutlara uçtuğum andır bu albüm! Ki albümdeki şarkıları sindirmem ve ne demek istediklerini anlamam çok daha sonrasına rastlar. Anladıkça dinledim bu albümü ben, dinledikçe anladım…
Ortaokul yıllarımda nedense(!) bütün okul Sezen’e olan sevgimi biliyordu. Nasıl bu kadar yayılabildiğini hiçbir zaman anlayamadım ama “aşk tanık ister”, işte bunu da ilk o yaşta fark ettim!
Bir gün okuldan eve geldiğimde, annemi çok üzgün buldum. Göz kenarları kızarıktı, gözünün yaşı yeni kurumuştu. Bir olay sonrası çok büyük bir anlaşılamama sıkıntısı vardı. Dünyanın en fedakâr, en cefakâr eski kadınlarından o… O ağladı, ben içimden ağladım. Annemin gözyaşları kalbime aktı. Gözyaşlarını sıkı sıkı tutan bir çocuktum ben. Ne tesadüftü ki ben de ne zamandır aynı dertten muzdariptim. Çevremdeki insanlar hayata benim baktığım pencereden bakmıyorlar, çok daha sığ ve gündelik telaşlarla ömür tüketip, derin sulardan uzak duruyorlardı. Yanlış bir çağda ya da yaşta yaşadığımı çok düşündüğüm, kendimi yapayalnız hissettiğim bir dönemdi. Her okul sonrası odamda yaptığım gibi rastgele bir Sezen parçası açtım. Payıma “Ağlamak Güzeldir” düştü. Onu dinlerken o gün o kadar çok ağladım ki… Anneme üzülmüştüm, kendime üzülmüştüm... Ağlamanın, hüznün ve içini akıtmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlatırken Sezen, avunuyor, yine ona sarılıyor ve o anki yalnızlığımı onunla bölüşüyordum. Herkesin içinde ağlayabilen bir çocuk olamadım hiçbir zaman. Ailemi üzmemek için onların yanında bile ağlayamazdım. 30’uma geldim, hala aynı… Hep odamda gece herkes yattıktan sonra, yastığa gömülerek ağlıyorum… Bir tek Sezen’le bölüştüm işte gözyaşımı ben… Bir tek ona açtım…
Sezen’i sadece duygularımı tanımladığı, beni ifade ettiği ve tesadüf zincirini kırdığı için değil, bir müzisyen olarak da hayranlıkla izliyorum. Sezen’in ses tonunda garip bir şey var. Sesi Sezen’den çok daha güçlü olan yerli/yabancı bütün şarkıcılarda olmayan bir şey… Bir füsun… Bir “alıp götürme” ve “ilk anda kana karışma” durumu… Çünkü ağzıyla değil kalbiyle şarkı söylüyor. Bu yüzden kötü şarkı söyleyebilmesi mümkün değil…
Sezen Aksu’nun yaşamını, kendisiyle ilgili anlattıklarını, şarkılarını yan yana koyduğum zaman ortaya hep aynı sonuç çıktı: Sezen “anlıyor.” Sonsuz bir toleransa ve empatiye sahip. Çoğu insanı öfkelendiren bir olayı bile sakinlikle karşılayıp, kendini karşısındakinin yerine koyabilen bir olgunluk… “Düşmanında bile kendini görüp bir daha kin gütmeyen,” yargılamadan önce anlayan, anladıktan sonra gerekirse tepkisini ortaya koyan bir derin su, bir hassas terazi, bir duyarlı deli!..
Sezen’in konserlerine bazen şarkıları dinlemekten çok, anlatacaklarını dinlemek için gittiğim olur. Sohbetini özlediğin bir dostunu ziyaret etmek gibidir benim için bu konserler. “2-3 saat hayattan çalıyoruz.” diye tanımlar Sezen bunu. Hakikaten de öyledir: Ertesi günkü sınavını, toplantını, maçını düşünmezsin. Karşılıklı bir rehabilitasyondur gider.
Mizah anlayışı oldukça kuvvetli biri olduğu için sahnede yaptığı esprilerle değme stand-up’çılara taş çıkartır. Aslında kendisi “durum komiği” bir insan olduğu için bazen espri yapmasına bile gerek yoktur. Annesi Şehriban Hanım, Sezen’in anlattığına göre çok mesafeli bir kadınmış, öyle espriler falan patlatmazmış ama buna rağmen çok da komikmiş. Durum komiğiymiş yani o da. :)
Ben anılarıma devam etmeden önce durun biraz gülelim. Sizlerle Sezen’in 16.07.2011’de Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda verdiği konserde annesiyle ilgili anlattıklarını paylaşayım. Hemen altındaki videoda da seyircilerin “repertuar harici şarkı taarruzu”na uğrayınca, Sezen’in nasıl karşılık verdiğini izleyebilirsiniz.
Ben ortaokul yıllarımda sınıf arkadaşlarımla bir Sezen Aksu konserine gittim yine BGM’de. Sezen’e yazdığım şiirleri bir zarfa koydum, zarfı da kotumun arka cebine… Gül yerine zarf verecektim yani bu kez. :) Şiirler de teşekkür şiirleriydi… Şarkılarıyla kurduğu bu ortak dil ile hayatlarımıza kazandırdıkları için kendimi yine borçlu hissedip, şükran duygusuyla karaladığım üç beş satır…
“Sezenin de çok umurundaydın sanki sen…” demişti babam… Çoğu arkadaşım da “Sezen bıkmıştır artık ilgiden, sevgiden, onun için basit ve sıradan bir şey artık bu” diye benimle dalga geçmişti… Oysa ben bir sanatçı için en önemli şeyin “takdir edilme” duygusu olduğunu düşünürüm. Zira o olmadan üretmek, karanlıkta önünü görmeden yürümeye benzer. Alkış ile üretkenlik arasında doğru orantı görürüm her zaman… Sezen’i alkışlayan milyonlar arasında benim alkışımın da çorbada bir tuzu bulunsun da damlaya damlaya göl olsun istedim. Her Sezen hayranı babam ya da arkadaşlarım gibi düşünüp duygularını dile getirmekten vazgeçse, çok sevilen ama sevildiğini bilmeyen bir Sezen kalmaz mı geriye? Bunu bilmeyince, nasıl motive olur üretmek için? İçerde tutulanın kime ne faydası var, seviyorken söylemek lazım…
Konser esnasında kulise girmem imkânsızdı. İki tane kalın sesli ızbandut, kapıyı tutmuş tehditkâr gözlerle bana bakınca tırsarak salondaki yerime geri dönmüştüm. Şiirlerimi vermek için tek yapabileceğim sahneye atlamaktı. Ama bu da neredeyse imkânsızdı çünkü sahnenin önünde birbirlerinden ikişer metre arayla duran 4 tane görevli vardı. Biraz gözleyince, bu görevlilerden en soldakinin arada bir, bir öndekinin yanına gidip bir şeyler söylediğine tanık oldum. Tam o sırada 5-6 saniyelik bir boşluk oluyordu onun arkasında. Ve eğer yeterince hızlı olursam, o yerine geri dönene kadar ben sahneye tırmanabilirdim. Peki ya yakalanırsam? O zaman da Yağmur devreye girecekti. O, görevliyi marke edince ben de eylemime devam edebilecektim. :) Sezen’in koruması vardı da benim yok muydu sanki. :)
Sezen, bizim planlarımızdan bihaber şarkılarını söylerken, Yağmur’la kedi gibi sahne önünü kolluyorduk. Bir Çocuk Sevdim şarkısını söylüyordu Sezen. Şarkı tam bittiği anda ışıklar söndü, her yer karardı, alkış koptu ve işte o görevli, öndekinin yanına yaklaştı, Yağmur bana “Fırla!” dedi. Ben de zaten Bir Çocuk Sevdim şarkısının bir işaret olabileceğini hissettiğim için bacaklarımdaki yayları hazır tutuyordum; fırladım! Sahneye tırmanacak boydaydım artık. Ben tırmanırken, gaflete düştüğünü anlayan görevli, panikle peşimden gelmeye çalıştı ama Yağmur’a tutuldu. :)
Sezen o sırada başını arkaya çevirmiş, orkestraya bir şeyler söylüyordu. Ben ona doğru koşarken salon sessizleşti. Sezen’in önünde durdum. Başını çevirince birden beni gördü. Bu ikinci karşılaşmamızdı. 7 sene önce boyu sahneye yetmediği için abisi tarafından havaya kaldırılan çocuk, şimdi Sezen’den uzundu; Sezen başını yukarı kaldırma ihtiyacı hissetti çocukla göz göze gelebilmek için. Bir çocuk sevmişti işte uzaklarda, o ben olabilir miydim. :)
Göz göze geldik, gülümsedi, ben kendimi onun kollarında buldum. Benim için her şey o an karardı. Sonradan öğrendim ki o sıra salon yıkılmış! Islıklar, çığlıklar, alkışlar, flaşlar… Hiçbir şey duyup görememiştim heyecandan… Sarıldıktan sonra elimi cebime uzattığımı hatırlıyorum, ne çıkaracağımı merak eden izleyiciler yine sus pus, salonda çıt çıkmıyor. Tam o sıra görevli kolumu tuttu. Yağmur’dan kurtulabilmişti nihayet. “Hanfendi, lütfen yerinize geçer misiniz?” diye buyuruverdi sevimsiz! Bozdu resmen rüyayı!
“Bir saniye” dedim, zarfı çıkardım. “Ben sadece, sizi çok seviyorum” diyerek uzattım Sezen’e. Aldı, başını nazikçe eğerek gülümsedi, bana tekrar sarıldı. Görevlinin nezaretinde yerime götürülürken alkış seslerini nihayet duyar hale geldim. Sahneden indiğimde garip kucaklaşmalar yaşadım. :) Tanımadığım bir sürü insan sarıldı, öptü beni. 30lu yaşlarda bir adam “Aslansın sen beee, çak, çak!” dedi el çakıştık. :) Konser bitiminde de “Sezen’e sarılan sendin değil mi?” diye ne kadar şanslı olduğumu dile getiren ablalar, teyzelerle tanıştım. :) O zamanlar daha naifti, pürüzsüzdü her şey… Sahneye atlamanın da bir onuru, ayrıcalığı vardı. :)
Çocuktum ve Sezen’e nasıl ulaşacağımı bilmiyordum. Menajerine “Benim Sezen’e bir mesajım var” demek için bile fazla küçüktüm, hem desem bile beni ciddiye alırlar mıydı? Anlaşılabilmeyi o kadar çok istiyordum ki kendimce bir yol bulup, mesajımı ulaştırmak için o sahneye atlamıştım. Ve böylece anlamıştım ki; eğer birine bir mesaj iletmeyi “gerçekten” çok istiyorsan, önünde aslında hiçbir engel duramaz.
Sezen bana yeniliği ve farklılaşmanın önemini de öğretti. Bazen eski köye yeni adet getirmenin de ne kadar anlamlı olabileceğini… Üç albüme değinmeden geçmek istemiyorum zira Türk müziği tarihinde bu üç albümün gerçekten klasikleşen ölümsüz eserlerle dolu olduğunu ve okullarda okutulması gerektiğini düşünüyorum: Deli Kızın Türküsü, Işık Doğudan Yükselir, Düğün ve Cenaze.
Yıl 1993. Ben 12 yaşındayım. İlkokul 5. sınıfı bitirmişim. Deli Kızın Türküsü albümü çıkmış. O zamanlar çocukluğumu birlikte geçirdiğim can arkadaşım Elçin’le albümü alıp, hemen evde teybe koymuştuk. Elçin yüzünü buruşturdu, “Yapa yapa bunu mu yaptı Sezen” dedi. Oysa sonradan o albümü yere göğe sığdıramadık, dinlemekten kaset bozuldu. Bazı şeyler için zamana ihtiyaç olduğunu da böylece öğrendik.
Türkçe Pop’un Kraliçe’si olarak zirveye oturduğu Gülümse albümünden sonra alışılanın dışında bir Sezen duyunca, ne olduğunu idrak etmemiz zaman almıştı. Oysa tam zamanıydı Deli Kızın Türküsü’nün…
1991’e kadar yaptığı albümlerle, her adımda biraz daha zirveye yaklaştığını düşündüğüm Sezen Aksu, Gülümse albümünden sonra pop müzikte o dönemde varılması gereken en yüksek noktaya ulaşmıştı. Artık bundan sonraki hedef, bu zirvede yine aynı tarz şarkılar ve albümlerle konumunu korumak mı yoksa farklı farklı zirveleri de fethetmek mi olmalıydı? Ben cesareti, risk almayı işte o gün yine Sezen’den öğrendim.
Pek çok hayranının tepkisine rağmen Deli Kızın Türküsü’nden sonra Işık Doğudan Yükselir albümünü yaptı. Bu albümlerin anlaşılması zaman aldı çünkü zamanla derinleşen ve her dinleyişte başka bir püf noktası keşfedilen, insana değen albümlerdi bunlar. Her dinleyişte biraz daha kayboluyordu insan derinliğinde. Işık Doğudan Yükselir ile istisnasız her insanın dinleyebileceği bir Sezen Aksu şarkısı doğmuş oldu. Türkiye’nin dört bir yanına, o yörelerin ezgileriyle sesini duyurması, bütünüyle bu ülkeyi kucaklaması bence onur ödülüne layıktır.
Örneğin benim anneannem (ki has Rize'lidir) Sezen Aksu TV’ye çıktığında bana “Koş cel, seninçi çikti!” demek dışında Sezen’le pek ilgilenmezdi. Kendi yöresinin müziklerini arardı hep kulakları. Ve ne zaman ki “Ben Annemi İsterim” şarkısını dinledi, o gün “Horon da mi yapti seninçi, ha da iş! Bak cördun mi, isteyince yapamaduğu iş yokmiş meğersam bunin.” diye güldü, bayıldı şarkıya.
Ben bu şarkıyı rahmetli babaannem ve dedeme de dinletmiştim. Onlar da Trabzon'lu idiler. Şarkının başında, henüz Sezen şarkıya girmeden evvel bir Karadeniz anasının ağıdı vardı. Onu dinleyince babaannemin gözleri dolmuştu… “Toprak toprak” dedi, “Nasil da çekiyi adami!”
Kraliçe yufka yürekliydi: Kendisinden pop albüm bekleyen ve bu bekleyişlerinde direten hayranlarını da hiçbir zaman küstürmedi. 1996’da Düş Bahçeleri albümü çıktığında ve Yalnızlık Senfonisi yeri göğü inlettiğinde bir kez daha Türkçe Pop Müzik’te hala zirvede olduğunu, istediği takdirde yine o tarz şarkılar yorumlayabileceğini herkese kanıtladı. Bir sonraki albüm olan Düğün ve Cenaze ile yine farklılığını ortaya koydu. Bu albümle birlikte yaptığı açıklama da hafızama kazınmıştı:
- Bir müzisyenden hep aynı şeyleri yapmasını beklemek, ona “sen yeni bir şey üretme, otur yerinde say” demektir. Oysa yeni şeyler söylemek lazım…
Bu üç albümün benim için bir başka önemi de Sezen’in yalnızca aşk şarkıları söylemediğinin bu albümlerle kanıtlanmış olmasıdır. Aslında birazdan, hazırladığım tabloda göreceğiniz üzere, bu albümlerden çok daha önce kanıtlanmıştı Sezen’in yalnızca aşk şarkıları yazmadığı ve yorumlamadığı, ancak bu üç albümle bu durum iyice gün yüzüne çıktı diye düşünüyorum.
Sezen Aksu çoğu insan tarafından “aşk şarkıcısı” olarak bilinir. Oysa, yer yer taşlama, yer yer ağıt, yer yer politik mesajlar ile dünyada olup bitene karşı ortaya koyduğu tepkileri müthiş bir ironiyle anlatır şarkılarında.
Örneğin, Deli Kızın Türküsü’nde, Dua ile insanların birbirlerine bir hiç uğruna neler ettiklerini, paranın, malın mülkün ne kadar geçici olduğunu ifade ederken, Masum Değiliz ile bize “insanoğlu”nun mayasını, Küçüğüm ile hiçbir zaman yeterince büyünemeyeceğini, Adem Olan Anlar ile aykırılığın yanı sıra bencil, kötü huylu insan türünün dünyaya bakış açısını, Homini Pufidi Tumba ile tek işi tembellik olan, yiyip içip yatan gebeş insan modelini anlatmıştır. :)
Işık Doğudan Yükselir albümünde Işık Doğudan Yükselir şarkısı dışında: Son Sardunyalar, Yeniliğe Doğru, Ne Ağlarsın, La İlahe İllallah, Var Git Turnam isimli şarkılar da yine sevgiliye duyulan aşktan başka kavramları derin bir felsefeyle harmanlayıp önümüze bırakır. Düğün ve Cenaze albümünden Kalaşnikof, Düğün, Hıdrellez, Ayışığı yine Sezen’in aşktan başka da anlatacak bir sürü meselesi olduğunun kanıtıdır. Zaten bu albümün adı hayatı özetler. Hem yangın yeri, hem şenlik alanı olan şu garip hayat…
Sezen Aksu bir sanatçı olmanın ötesinde Allah vergisi olan o muazzam gözlem yeteneği ile girilmedik kovuklara girmeyi başaran; bir duvara bakarken, duvarın sadece önünü değil arkasını da görebilen, dünyayla hep bir meselesi olan, kendi toplumundaki ve diğer dünya toplumlarındaki her olayı yakından takip edip çözüm arayan, düşünen, araştıran, gerçeğini “arayan” bir filozoftur.
Haksızlığa uğrayanın yanındadır. Sanatsal gücünü ve kitleleri peşinden sürükleme yeteneğini kötülük için değil iyilik için, adalet için kullanır. “İçimde şeytan da var melek de, ama dua edin ki iradî olarak iyiliği seçtim, yoksa olacakları hayal bile edemezdiniz.” demiştir. Tanrı, Kraliçe’nin gazabından korusun. :)
Aşağıdaki şarkı listesi Sezen Aksu albümlerinde var olan ve ana teması aşk olmayan, kronolojik olarak bugünden geçmişe doğru sıralanmış şarkılardır. Aslında Sezen anlatmak istediği her şeyi şarkılarında fazlasıyla anlatıyor. Ne mutlu ki ona geride söylenmemiş bir söz bırakmıyor…
Öptüm albümü (2011)
- “Arkadaş” Şarkısını Duyunca
- Ayar
- Ah Felek Yordun Beni
Yürüyorum Düş Bahçeleri’nde albümü (2009)
- Kurşuni Renkler
- Takvim
- Uçurtma Bayramları
- Muhabbet Kuşları
- Kibir
- Gelsin Hayat Bildiği Gibi
- Gidemem
- Yok ki
- Büklüm Büklüm
- Söz Bitti
Deniz Yıldızı albümü (2008)
- Güvercin
- Deniz Yıldızı
- İzmir’in Kızları
- Memet
- Menajer
- Tanrı’nın Gözyaşları
- Beşik
Kardelen albümü (2005)
- Kapalıyız
- Kardelen
- Gidemem
- Ünzile
Bahane albümü (2005)
- Bahane
- Eskidendi Çok Eskiden
- Herkes Yaralı
- Tebdili Mekan
- Kınalı Kuzum
- Çile
- Ahdım Olsun
Yaz Bitmeden albümü (2003)
- Kardelen
- Kapalıyız
- Farkındayım
- Oyalanma
- Karşı Pencere
Şarkı Söylemek Lazım albümü (2002)
- Su Gibi
- Dansöz Dünya
- Güngörmemişler
- Şen Şarkı
Deliveren albümü (2000)
- Deliveren
- Oh Oh
- O-kudum-da
- Yine mi Çiçek
- Yalancı Dünya
- Hayat Sana Teşekkür Ederim
- Hakim Bey
Adı Bende Saklı albümü (1998)
- Yola Çıkmalı
- İnce Mevzu
- Denge
Düğün ve Cenaze albümü (1997)
- Kalaşnikof
- Düğün
- Hıdrellez
- Ayışığı
|
Düş Bahçeleri albümü (1996)
- Yalnızlık Senfonisi
- Düş Bahçeleri
Işık Doğudan Yükselir albümü (1995)
- Işık Doğudan Yükselir
- Son Sardunyalar
- Yeniliğe Doğru
- Ne Ağlarsın
- La İlahe İllallah
- Var Git Turnam
Deli Kızın Türküsü albümü (1993)
- Dua
- Masum Değiliz
- Küçüğüm
- Kalbim Ege’de Kaldı
- Adem Olan Anlar
- Homini Pufidi Tumba
Gülümse albümü (1991)
- Hadi Bakalım
- Gülümse
Sezen Aksu Söylüyor albümü (1989)
- Şinanay
- Aynalar
- İstanbul Hatırası
- Zor Yıllar
- Son Bakış
- Gamsız
- Yıllar Sonra
Sezen Aksu 88’ albümü (1988)
- Sultan Süleyman
- Kavaklar
- Bir Çocuk Sevdim
- Hasret
- Bir Kuş Uçur
Git albümü (1986)
- Ünzile
- Sonbahar
- Ah Mazi
Sen Ağlama albümü (1984)
- Bindokuzyüzkırkbeş
Firuze albümü (1982)
- Firuze
- Neredesiniz
- Zelzele
- Keşke
- Bazen
Ağlamak Güzeldir albümü (1981)
- Ağlamak Güzeldir
- Düşünce
- Yak Bir Sigara
- Köprü
- Lunapark
- Hoşgörü
- En Uzun Gece
Sevgilerimle albümü (1980)
- Sürüklüyorum Çaresizliğimi
- Çocuk
Serçe albümü (1978)
- Kaybolan Yıllar
- Gün Gelir
- Çocuk ve Dev
- Yorgun Akşamlar
- Sızı |
Yukarıdaki tabloyu görünce siz de şaşırmadınız mı? Bazı albümlerde aşktan başka meselelerin anlatıldığı şarkı sayısı, aşk şarkılarından bile daha fazla… Yukarıda belirtmediğim bir şarkı da Sezen’in, toplumsal sorumluluk bilinciyle Cumartesi Anneleri için yazmış olduğu ve sadece kaset olarak 1996’da Aktüel dergisi tarafından dağıtılmış olan Cumartesi Türküsü’dür. Bir annenin kırık dökük sesiyle söyler Sezen bu şarkıyı: “Kemiğim etim kapı önlerinde. Can kayıp, can kayıp. Allahım bu nasıl dünya, bu nasıl bir ayıp! Ah ben anayım, yanmaz canım dışardan…”
“Kardelenler” için gerçekleştirdiği konser dizisinin yanı sıra, Sezen’in en büyük toplumsal projelerinden biri kuşkusuz ki Türkiye Şarkıları’dır. Bu toprakta yaşamış herkesin payı vardır bu ülke tarihinde. Din, dil, ırk ayırt etmeksizin; insana insan olduğu için kıymet verilmesi gerektiğini dile getiren bir mesaj iletir bu proje. Şarkıların ne kadar birleştirici olduğunu gözler önüne sermesi açısından da bence tarihî ve sosyo-kültürel önemi büyüktür.
Sezen’in bu dünyanın halini ve insanı anlamaya çalıştığı, bazen toplumsal yaraları dile getirdiği, bazen kendi çağını eleştirdiği, yer yer politik konularda bugüne, düne ve yarına göndermeler yaptığı şarkılarının dışında onu ayrıcalıklı kılan bir diğer önemli konu, Sezen Aksu’nun şiirden hiçbir zaman kopmamış olmasıdır. Şaire ve şiir sanatına bu denli saygı duyup, Türk popüler müzik tarihinde bu kadar çok sayıda şiiri şarkı olarak yorumlayan başka bir sanatçımız daha yoktur.
İşte Sezen Aksu albümlerindeki şarkılaşmış şiirler:
Sayım
Şiir: Cemal Süreya
Müzik: Sezen Aksu
Ablam Aşktan Öldü
Şiir: Yıldırım Türker
Müzik: Sezen Aksu
Eskidendi Çok Eskiden
Şiir: Murtathan Mungan
Müzik: Atilla Özdemiroğlu
Deli Kızın Türküsü
Şiir: Gülten Akın
Müzik: Sezen Aksu & Bülent Özdemir
Tenna
Şiir: Nazım Hikmet
Müzik: Onno Tunç
Gülümse
Şiir: Kemal Burkay
Müzik: Arto Tunçboyacıyan
Yıllar Sonra
Şiir: Selim İleri
Müzik: Hümeyra
Yeniliğe Doğru
Şiir: Mevlana
Müzik: Arto Tunçboyacıyan
Şinanay
Şiir: Melih Cevdet Anday
Müzik: Onno Tunç
|
Kavaklar
Şiir: Metin Altıok
Müzik: Onno Tunç
Ali
Şiir: Faruk Nafiz Çamlıbel
Müzik: Ali Kocatepe
Dağlar Dağlar
Şiir: Sabahattin Ali
Müzik: Ali Kocatepe
Çocuklar Gibi
Şiir: Sabahattin Ali
Müzik: Ali Kocatepe
Zelzele
Şiir: Bekir Sıtkı Erdoğan
Müzik: Orhan Gencebay
Denge
Şiir: Turgut Uyar
Müzik: Sezen Aksu & Aykut Gürel
La İlahe İllallah
Şiir: Yunus Emre
Müzik: Sezen Aksu
Bahane
Şiir: Yıldırım Türker
Müzik: Sezen Aksu
Namus
Şiir: Ümit Yaşar Oğuzcan
Müzik: Arto Tunçboyacıyan
Deliveren
Şiir: Salih Ecer
|
Sezen Aksu’nun bestelediği ve Levent Yüksel’in albümlerinde yer alan iki şiir daha var atlamamam gereken: Dedikodu (Orhan Veli Kanık) ve Abanoz’daki Emine (Necati Cumalı). Şiirle müziği ustalıkla yan yana getirip sanatlar arası bir sentez yaratır Sezen Aksu ki yazdığı şarkı sözlerine bakarsanız, aslında kendisi de enikonu şairdir.
Hadi biraz daha anılardan gidelim… Yıl 1996. Bostancı Gösteri Merkezi’nde sağır ve dilsizler yararına düzenlenen bir konser… Konsere katılan sanatçılardan biri de Sezen Aksu. Apartmanda üst kat komşumuzun kızı Selin’le BGM’nin yolunu tutuyoruz. Gösteri Merkezi’nin arka bahçesindeki, kulislerin olduğu koridora açılan kapının önüne geliyoruz. Heyecanlı bir bekleyiş içindeyim. 15 yaşında, daha yeni liseye adım atmaya hazırlanan kız çocuğu halimle bütün beklentim sadece Sezen’i görmek ve 2 kelime konuşmak…
Atilla Özdemiroğlu, Levent Yüksel dışında adlarını saymakla bitiremeyeceğim birçok müzisyen arka bahçedeydiler. Selin her birinden teker teker imza alırken, ben imza almakla kaybedeceğim vakit esnasında Sezen’in girişini kaçırırım diye korkumdan bulunduğum yere mıhlanmış bekliyordum. Bu uzun bekleme esnasında benim gibi Sezen’i bekleyen iki kişiyle orada tanıştım. Birinin adı Emre’ydi, bir tane de kız vardı ama ah adını bir hatırlayabilsem… Emre’nin elinde bir sürü Sezen Aksu plağı imzalanmak için bekliyordu. Kız ise uzaklara gidecekti, yanına Sezen’den bir hatıra almak istiyordu… Ben? Benim amacım neydi? Ne bir imza, ne bir hatıra, ne arıyordum ben öyleyse orada? Bunu ben de çok sonra anlayacaktım.
Ortak dili konuşan bazı insanlar birbirlerine görünmez iplerle bağlıdırlar. Bu ipleri ne görebilir ne de kesebilirler. Farkında olmadan su olur, o tarafa doğru akarsın. Engellenemez bir hızla ruhundaki anahtarın çevrildiğini hissedersin. Ruhsal bu duruma fiziksel bir çözüm ararsın. Bütünleşmek istersin. Bu duyguları tanımlaman bazen yıllarını alır. Sonra anlarsın ki yan yana durmadan da onunla konuşabilirsin. O seni duyar. Kozmik bilincin ve fizik kanunlarının çok daha ötesinde duran bu tuhaf telepatik durumun farkında bile olmazsın bazen. Bir şey hissedersin, içinde bir ses duyarsın. Kalplerin bir olduğu bir düşünce sisteminde düşünerek dokunabilir, hareket etmeden yer değiştirebilirsin…
Saatler süren bekleyiş esnasında evdekiler merak etmesin diye gösteri merkezinin ön bahçesindeki telefon kulübesine yöneldim. Jetonu attım, ev telefonu çalmaya başladı. Bir an önce açılsın diye sabırsızlanırken Selin’in telaşla bana doğru koşarak “Fatiiiii koş Sezen Aksu geldi!” diye çığlık attığını duydum. Ahize elimden düştü, kulübeden fırladım. Ama geç kalmıştım. Sezen etrafını saran insan güruhundan görülmüyordu. Ben bu çemberin dışındayken nasıl ona ulaşacaktım şimdi… İçgüdüsel bir boş bulunma hali ile “Sezen!” diye bağırdım.
Bağırdıktan sonra şaşırdım da çünkü kalabalık, sesin geldiği tarafa doğru dönüp bakınca Sezen’in etrafındaki çember aralanmıştı. Aralıktan bana merakla bakan yüzünü görebiliyordum. Enteresan… Bugüne kadar bu kadına kimse yüksek sesle “Sezen” diye seslenmemiş miydi acaba. :) Açılan çemberin arasından koşarak geçtim veeeee kendimi onun huzurlu kollarında buldum. Bu an herkesi o kadar etkilemişti ki nedense yine insanlar alkışlamaya başladılar. :) Sezen’e her sarılışımda kutsal kadehe değen bir azizeymişim gibi bir muamele görüyordum. :) Ve her sihirli anı koruma görevlileri bozuyordu!
Sıkı sıkı öyle bir sarılmıştı ki bana, anlamış gibi böyle… Koluma pıt pıt pıt vurunca görevli, o “hanfendi” kelimesi çınlayınca tepemde, öfkeyle karışık bir hüzün yaşadım. Her seferinde bu masalın içine etmek zorunda mıydılar…
Sezen’le kollarımız ayrılınca birden etraftaki kalabalık yeniden hücum etti. :) İmza için cd’ler uzatanlar, kare kare fotoğraf çekenler, vs. Ben salona geçip sessizce yerime oturdum. Sezen sahneye Atilla Özdemiroğlu’nun kemanı ve Levent Yüksel’in gitarıyla çıkıp “A benim dilsiz dillerim, a benim sessiz ellerim, yakala saçından tut hayatı çevir yüzüne, öp öp” diye sağır ve dilsizlere ilham oldu, ışık tuttu, umut verdi. Ben de gözlerimi kapayıp Sezen’i dinledikten sonra huzurla eve döndüm.
Bir hafta sonra ilginç bir olay yaşadım. Hayatın tesadüflerden değil, kasıtlı denk düşmelerden ibaret olduğu bu eşsiz kozmozda havada dolaşan parçacıkların birbirlerini kusursuz bir bilinçle ama bu bilincin pek de farkında olmayarak buldukları o eşsiz anlardan birinde Emre’yle tekrar karşılaştım. Birbirimizi Gösteri Merkezi’ndeki o günden sonra tekrar görünce hatırladık. Emre bana çok değerli bir şey verdi. Çantasından bir fotoğraf çıkarttı: “Fati ben bunu sana vermeyi çok istedim, telefonlarımız da yoktu birbirimizde, nasıl bir araya geleceğimizi bilmiyordum, öyle çantama koymuştum ve şimdi karşıma çıktın, al bu senin…”
İşte o fotoğraf bu fotoğraf…
Sezen’e sarıldığım o gün, Emre bu kucaklaşmadan çok etkilenerek fotoğrafımızı çekmiş. Fotoğraf o kadar canlı, o kadar samimi ve kalpten ki… Donuk bir kareye sıkıştırılmış bir “an” ancak bu kadar canlı olabilirdi. Üstelik bakın eksiksiz: Uyuz korumanın eli sol kolumda, çerçevenin yine solunda kırmızı elbiseli bir kız çocuğu daha var elinde bir kâğıt tutan, işte o da Selin.
Ben bu fotoğrafı büyütüp, odamın duvarına astım. Benim için birden fazla anlamı vardı. Bu fotoğraf kavuşmaydı, ayrılıktı, hiç ayrılmamaktı, tesadüflerin ne kadar bilinçli tasarlandığıydı, eğer senin içindeki gerçekse, karşındakinin bu gerçeğe kayıtsız kalamamasıydı, masaldı, pembeydi, bölünen bir tatlı uykuydu, aranan bir hatıraydı ve bir yoldu umuda, dostluğa, aşka, hayata…
4 yıl sonra bir 15 Ocak günü, yani doğum günümden 1 gün sonra, Erenköy D&R’daki Sezen Aksu imza gününde, fotoğrafın büyütülmüş halini imzalatma fırsatını yakaladım. Hiçbir albümü değil, sadece bu fotoğrafı imzalatmak istiyordum. Bu benim hayatımda ilk defa bir şeyi imzalatmayı anlamlı bulduğum andı. Çünkü o fotoğraftaki anın tanığıydı Sezen. Ama bu anıya geçmeden evvel kronolojide atlama yapmamak adına önce sizleri 1997’ye götürmem gerekiyor…
Henüz 16 yaşındayım. BGM’de Sezen Aksu & Uğur Yücel ile haftalarca sürecek bir sahne şovu: Kakara Kikiri. Şovun açılış parçası Sezen Aksu’nun yeni çıkacak olan albümü Düğün ve Cenaze’den “Kalaşnikof” idi. Yer yer içinde şarkılar da olan, hakikaten de tam bir kakara kikirilik gösteriydi… Teatral yeteneğinin en az şarkıcılığı kadar iyi olduğunu düşündüğüm Sezen’in bu yeteneğini şimdilerde de ortaya koymasını çok isterim. Zamanında sahneye koyduğu Sezen Aksu Aile Gazinosu, Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra, Kanal 6’da yayınlanan Sezen Aksu Show ve Efendy Show Theatre’da gerçekleştirdiği yarı “stand-up” karışımı konser gibi keşke yine bu konseptte gösteriler sahnelese… Ya da “Minik Serçe” ve “Büyük Yalnızlık” gibi bir sinema filmi daha patlatsa…
Gösteri Merkezi şimdilerde her ne kadar eski zamanlarındaki ihtişamı ve büyüsünü kaybetmiş olsa da benim için hep çok özel ve ayrıcalıklı kalacak. Orası benim Sezen’le tanıştığım ilk yer. Orası benim anı depom. Orası benim büyürken sık sık uğradığım, beslendiğim ışıklı hazine odası. Orası güzel büyüdüğüm yer…
Kakara Kikiri, Bostancı’da haftalarca devam etti. Tahmin edersiniz ki hemen her gece ben oradaydım. Çocukluk harçlıklarımla alabileceğim bilet sayısı da haliyle fazla olmadığı için çoğu gece Sezen’i sadece arka kapıdan uğurlar öyle eve dönerdim. :) Çocuk olmanın, birine fazla hayran olmanın bütün inceliklerini yaşadığım bu bir iki aya şimdi 30 yaş penceremden bakınca hep gülümsüyorum. Küçüklüğümü bilen büyüklerim bana “Hala çıkmadın mı sen Sezen’in kulisinden” dediklerinde, onlara “Ah nerde o günler, şimdi kazık kadar olduk” diye gülümserken fark ediyorum ki her yaşın üstünde güzel duran farklı elbiseler var…
Sezen’in 2 tane koruması vardı Kakara Kikiri döneminde. Biri Remzi Şeker, diğerinin adını unuttum. Sezen’le fotoğraf çektirmek için korumalardan şoföre kadar herkesle poz vermek zorunda kalışımı anlatayım mı size? :)
Evet, Sezen’le ilk defa fotoğraf çektiresim tutmuştu. Şov başlamadan önce bir karede yan yana gelebileceğimizi umut etmiş ve gösteri merkezinin arka bahçesinde bir banka oturup beklemeye başlamıştım. Sezen’in minibüsü geldiğinde önce Remzi Şeker atladı aşağı. Arkasından da öbür koruma, hadi ona da Body diyelim. Sezen’i aralarına alıp yürümeye başladılar, bana da haşin bakışlar attılar, ben elimde makine kalakaldım. Onlar içeri girdikten sonra terzisi Güzide teyze indi minibüsten. Ben Sezen’in arkasından melül melül bakarken bana gülümsedi. Ben de umutsuzca fotoğraf makinesini gösterdim. O da umutsuzca içeri girdi. Ben de umutsuzca banka çöktüm. Minibüsten inen ekibin diğer üyeleri ellerinde çantalar ve bilumum öteberi ile içeri girip sonra tekrar geri gelip kalanları alıyorlardı. Aklıma cin bir fikir geldi. Ekibin arasına karışarak taşınan eşyalardan bir çantacık da ben kaptım. Kendimden o kadar emindim ki girişteki kapı görevlileri de beni ekipten sandı.
Elimde çanta ile koridorda ilerledim ve kulislere açılan kapıya geldim. Orda da 2 görevli duruyordu. “E açsanıza” dedim, ufak bir tereddütten sonra açtılar. Güzelce geçip Sezen’in yanına vardım. :) Tam o sıra, her iki laftan birini bölmekte usta olan sevgili korumalar beni görünce hemen yetiştiler. “Hanfendi sizi dışarı alalım…” Hay hanfendi kere başına! Güzide teyzeyle yine göz göze geldik. Elimde çantayı görünce “seni gidi gidi” der gibi başını iki yana sallayarak muzipçe güldü. Cebimden fotoğraf makinesini çıkarıp gösterdim ve boynumu büktüm. O sıra korumalar beni dışarı çıkardılar.
Dışarı çıkınca yine arka bahçedeki banka oturdum. Artık daha fazla zorlamadan eve gideyim bari dedim, belli ki fotoğraf falan çektiremeyeceğim… Tam yola koyulmaya hazırlanırken kapı açıldı. İçeriden Güzide teyze çıktı. “Bakar mısın” dedi. Baktım. “Gel, gel” dedi.
Sezen odasında hazırlanıyordu. “Ben bir üzerimi giyineyim, sahneye çıkmadan önce çekeriz olur mu” dedi. Sevinçle bir köşeciğe oturup beklemeye başladım. Yıldızlar geçidine tutulmuştum sanırım o sıra, en son yanımdan geçerek iyi şans dilemek için kulise giren Arto Tunçboyacıyan’dı.
Remzi Şeker ve Body bana doğru yaklaştılar. Body bir kaşını kaldırdı:
- Şu senin fotoğraf makinesi nasıl bişey, bir deneyelim.
- Canım klasik makine işte, neyini deneyeceğiz?
- Remzi, geç bayanın yanına bi fotoğraf çekelim.
- Bi dakka, bi dakka, niye Remzi beyle fotoğraf çekiliyorum ki ben?
- Bakıcaz makinene… Belki bomba momba patlar.
Beni tabi sinir bastı. Mecbur, Remzi Şeker’le poz verdim… “Yetti mi” dedim. “Belki ikinciye ayarladın ne bilelim” diyerek tekrar deklanşöre basmaya yeltenmişti ki Remzi Şeker’i bomba korkusu sarmış olacak, telaşla “Abi bu sefer sen geç de ben sizi çekeyim.” diyerek Body ile yer değiştirdi. Ne deliydi yaa bunlar. :) Body ile de bir pozum olmuş oldu böylece. O sıra içeri giren şoför beyefendiyi (ki adını Sırrı diye hatırlıyorum) durdurup, “Bari bi tane de Sırrı beyle çekin, neme lazım bakarsınız üçüncüde patlar!” dedim, bir poz da onunla verdik…
Makinede bomba olmadığını anladılar ama yetinmediler. Kimliğimi istediler. Verdim. Oradan adıma baktı Body, “Fatma Gül hanım, hımmm” dedi. “Ne hımmm” dedim, sanki yıllardır aranan teröristi buldu adam. Ev telefonumu istedi. “Yahu tek bir fotoğraf istiyorum, soy ağacıma kadar indiniz,” dedim. “Hanfendi işimizi zorlaştırmayın!” demez mi. Verdim ev telefonunu, yanımdan aradı, “orası Fatma Gül Yanık’ın evi mi” dedi, annem de “evet” diyince rahatladı kapattı. “Eee anneme ne diyeceğim ben şimdi, Sezen’in koruması beni terörist sandı, emin olmak için evimi aradı.” Remzi Şeker ile Body bunun üzerine gülmeye başladılar. Bu sert mizaçlarının altında aslında ne kadar sevimli bir yüzleri olabildiğini de ilk o zaman anladım.
Remzi Şeker’in bana kola ikram etmesiyle ateşkes kesilmişti. 1 saat kadar onlarla, arada Güzide teyze ile, Sezen’in o zamanki danışmanı Tansu abla ile sohbet ettik. İşlerini iyi yaptıkları için “bodyguard camiası”nda çok iyi tanındıklarını ve hep böyle büyük sanatçıları ya da devlet adamlarını koruduklarını anlattı bana Remzi Şeker. Hakikaten de işlerini “fazla iyi” yapıyorlardı, çıldırtacaklardı beni sonunda. Neyse ki benim gerçekten iyi kalpli ve masum olduğuma sonunda tüm ekip inandı.
Derken Sezen kulisten çıktı. Heyecanlıydı, sahneye çıkmak üzereydi, intro başlamıştı. Haliyle fotoğrafı düşünecek halde değildi, sahneye doğru yürümeye başladı. Ben önemsiz biri olmanın ve unutulmanın burukluğu ile yerimde kalakalmışken, Sezen bir an arkasını döndü. Göz göze geldik. “Ah fotoğraf” diye hatırladı, birbirimize doğru yürüdük, “Vaktin var mı” dedi, ah olmaz mı… “Sen rahatına bak, ben arada geldiğimde çekeriz fotoğrafı olur mu” dedi, ah olmaz mı…
Tekrar sahnenin yolunu tuttu. Dev aynanın önünde durdu, son kez kendine baktı, kuaförü arkadan saçına son rötuşları atıyordu, Body ve Remzi Şeker de Sezen’in yanında tetikteydiler. Ben mutlu mutlu arkada beklerken, aynadan tekrar göz göze geldik, bana döndü: “Hadi gel çekelim bari fotoğrafı” dedi. Hemen Body’ye makineye verip Sezen’in yanına geçtim. İlk şarkının introsu bitmek üzere, Sezen’i bir de orda oyalıyorum diye elim yüzüm heyecandan birbirine karışmış, Sezen’le çektirdiğim ilk fotoğraf ola ola bu olmuş. :)
Gerçi benim Sezen’le aynı karede yan yana geldiğim ilk fotoğraf o Emre’nin çektiğiydi. İyi ki! :)
Sonraki günlerde Remzi Şeker ve Body ile aramız hep çok iyi oldu. Sezen’e her girişte selam verip, her çıkışta el sallayan bu beni Sezen sanırım deli sanıyordu o dönemde. Bıkmıştır benden diye tahmin ediyorum. :) Bıkmakta da haklıdır, insan bazen kendinden bile sıkılıyor, bir başkasından nasıl sıkılmasın…
Bir Pazar günü, yine arka bahçede bekliyordum. Pazarları gösteri daha erken başlayıp, daha erken bitiyordu. Hava henüz aydınlıktı. Fakat bu defa yalnız değildim. Sanırım son gösteriydi o gün ve çeşitli TV kanalları da gelmişti arka bahçeye. Kameraları gören pek çok Sezen hayranı da onları takip edip arka bahçeyi doldurmuştu. Sezen’in minibüsü geldi. Herkes Kraliçe’yi yakından görmenin heyecanına kapılmıştı. Minibüsten önce Body indi, arkasından Remzi Şeker. Body minibüsün etrafındaki çemberi açmaya başladı: “Arkadaşlar izin verelim, herkes geriye, herkes geriye!” Kameralar ışıklarını yakmışlar, Body ve Remzi Şeker’in izin verdikleri mesafeden çekimlerine başlamışlardı. Benim bulunduğum tarafa gelince, “Fatma Gül hanım açılalım lütfen” deyince Body bana yine sinir geldi. Beni kayırmasını beklememem lazımdı aslında ama o an içten içe “Bende mi?” duygusuyla kızmıştım ona.
Sezen minibüsten inince, herkese gülümseyip el sallayarak Remzi Şeker ve Body’nin arasında kapıya doğru yürümeye başladı. Benim yanımdan geçerken göz göze geldik. Sezen, yanağımdan bi makas aldıktan sonra “Lokummm ne haber!” dedi, ben şaşkın “İyiyim, sen nasılsın?” dedim. Güldü, yanaklarımdan öptü, “Hadi” dedi. Elimden tuttu, birlikte korumalar eşliğinde yürümeye başladık. Binbir zahmetle ve türlü türlü oyunlarla geçmek zorunda kaldığım o kapılardan şimdi Sezen’le el ele hiçbir engele takılmadan takır takır geçiyordum. Koridorda kulise doğru yürürken havamdan geçilmiyordu. Bir ara arkama dönüp, arkamızdan gelen Remzi Şeker ve Body’ye göz kırparak nispet yaptım. :)“Yaaa nasılmış beni de çemberin dışına itmek Body efendi” bakışı attım, Body yenilgiyi kabul etmiş, suratsız suratsız geliyordu, Remzi Şeker’i gülme tutmuştu. :)
Bir gece yine arkadaşlarımla bilet alıp gelmiştim gösteriye. Bu sefer kulise uğramadım. Gece bitiminde arkadaşlarla vedalaştık, ben evime yürümeye başladım. Arkamdan önce bir korna sesi duydum. Baktım Sezen’in minibüsü. Durdum, minibüs yanımdan geçerken, Sezen karşı koltuktan benim bulunduğum taraftaki cama doğru eğildi, bana öpücük göndererek el salladı. Ne tatlı bir tanışıklık, ne samimi bir selamlaşma…
Ben ertesi gün, o çektirdiğim fotoğraf ne kadar rezalet olsa da çerçeveletip Sezen’e armağan etmek istemiştim. Kadın bana selam verdi borçlu çıktı yani. :) Sanırım “unutulma” korkusuydu bu. Bir fotoğraf karesi ile kendimi hatırlanır kılma arzusuydu…
Body ve Remzi Şeker’le selamlaştık. “Bakın” dedim, “İçinde bomba olduğunu sandığınız makineden çıkan fotoğraf.” Çerçeveyi uzattım, “Vay vay vay” dedi Remzi Şeker. Kulisten, Sezen’in ses çalışmaları tatlı bir mırıltıyla yükseliyordu. O sıra Tansu abla geldi. Talebim kendisine bildirildi. Tansu abla “Bugün çok zor ama yarın verelim” dedi. Ben yine mahzunlaştım ve bu durum artık nasıl yüzüme yansıdıysa, Tansu abla bütün şefkatiyle “Çok istiyorsun sen bunu vermeyi, ama yalnızca 2 dakika süren var tamam mı?” dedi, “Bana 2 saniye yeter” diyip ona da sarıldım. :) Ne deli dönemlerdi. :)
Sezen’in çalışması bitince, Tansu abla içeri girdi, ne konuştuklarını tam duyamadım ama Sezen “Kim?” dedi, Body arkadan seslendi “Yabancı değil Sezen Hanım, bizim kız, bizim kız.” :) Benim sıfatımı kapıda görünce “Oooo” dedi, böyle karşılıklı gülüşüp, sarıldık. “Lokum bu lokum!” dedi yanaklarımı sıktı yine. :) Çerçeveyi elimden alıp teşekkür etti. Fotoğrafı çok beğendiğini söyledi ama fotoğrafta beğenilecek tek şey bence kendisiydi. :) Odadan çıkarken “Hadi bol şans, iyisin di mi?” dedim, “İyiyim iyiyim, fıstık gibiyim!” diyerek o şen kahkahalarından birini daha patlattı. Yine çocuktum, yine mutluydum… Hani çocuklar “gibi” mutlu oldum diyemeyeceğim bir dönemdi.
16.Ağustos.1999’daki Harbiye konseri muhteşemdi. Olağanüstü bir konserden evime huzurla dönmüş mutlu mutlu yatıyordum ki her yer birden karardı. Gece 3 sularında inanılmaz bir sarsıntı ve sallantıyla uyandım. Ortada koruma falan da yoktu, neydi bu beni dürten. Aklım başıma gelince, oturduğum evin başıma yıkılmak üzere olduğunu anlayıp, abimin elini sımsıkı tutarak aşağıya koştum. Binlerce ölü, binlerce yaralı, 17 Ağustos depremiyle yıkılmıştı Türkiye…
Depremden en çok etkilenen yerlerden biri olan Adapazarı’ndan biri gelmişti aylar sonra BGM’deki bir Sezen konserine. Kundaklık arkadaşım Gökçe’yle birlikte Sezen ile kulisteyken, bu adamcık geldi elinde bir tablo ile.
- Sezen Hanım bu portreyi sizin için yaptım. Adapazarı'ndan konseriniz için geldim. Bu gece dönüyorum. Deprem yüzünden ailemi, tüm yakınlarımı toprağa verdim. Oralarda sizin şarkılarınızı dinleyerek teselli buluyorum. Bugüne kadar iki insanın resmini yaptım: Biri annem, diğeriyse sizsiniz…
Gökçe ile başladık burnumuzu çekmeye… “Sen evsiz, kimsesiz benim resmimi mi yaptın oralarda?” dedi Sezen adama sıkı sıkı sarıldı. Hepimiz o küçücük odada kocaman ağladık.
Adamcık, "Benim bir daha sizi göreceğim meçhul, bugün varız yarın yokuz. Bakarsınız bir deprem daha olur. Hiç değilse sizden bir hatırayla ölmek isterim. Bana çok küçük, sizin için değersiz bir şey verebilir misiniz?" dedi. Sezen hemen çantasını açtı, içinden bir anahtarlık uzattı genç adama. Tekrar sarıldı ve "Şarkı, türkü, şiir bunlar olmasa insan bu kadar acıya nasıl katlanacak bilmiyorum." dedi.
Adamcık çıktıktan sonra Sezen, Süheyla Yengi’den aldığı mendillerle burnunu ve gözlerini sildi. Yanımıza oturdu. Bir süre hepimiz sessiz kaldık. Sonra: "Life is life la la la la la” diye usulca mırıldanarak gülümsedi bize henüz kurumamış gözyaşı ile. “Hadi arkadaşlar hayat bu; acısıyla tatlısıyla yaşayacağız. Üzülmekle bu durumu düzeltemeyiz... Tutunacağız bir yerinden." dedi ve tekrar yakaladık saçından, tuttuk hayatı, çevirdik yüzümüze, öptük, öptük…
Ben yanımda, çocukluk dönemimin şiirlerini içeren kitabım - şu an böyle diyorum, eh artık olgun tazeyim :) - Kayıp Cennetin Masalı'’nı getirmiştim Sezen’e armağan etmek için. “Sen benle şarkılarını paylaştın, ben de senle şiirlerimi paylaşmak istiyorum” diyerek verdim.
Kitabı görünce şaşırdı. “Sen ne zaman büyüdün de kitap yazar oldun?” dedikten sonra ilk sayfayı açtı, kitabın Bumerang yayınlarından çıktığını görünce “Bu ne kız bumerang mumerang, öldürcen mi bizi?” diye bir kahkaha patlattı.
8 ay sonra, 15 Ocak 2000’de Erenköy D&R’daki imza gününde yaşadıklarım çok özeldi. 14 Ocak doğum günümdü. Ben imza gününden bir gün önce arkadaşlarımdan gelen tebrik ve hediyeleri kabul ederken, gelen güzel bir soruya komik de bir cevap vermiştim:
- Fati, Sezen ne hediye aldı sana? Yoksa seni aramadı mı?
Benimle iyi kafa bulan arkadaşıma verdiğim yanıt susmasına yetti:
- Bana hediye olarak Erenköy’de imza günü düzenlemiş cicim, yarın beni bekliyor. :)
Gerçi aradan bir hayli zaman geçmiş. Ben artık lise son sınıf öğrencisi olmuşum. Kimbilir beni hatırlar mıydı görünce…
O buz gibi kış günü Erenköy’den Şaşkınbakkal’a kadar uzanan uzuuuun kuyrukta parmaklarımız morarana kadar bekledikten sonra nihayet içeri girebildik.
Ben Sezen’e dalmaçyalı bir köpek kafası hediye ettim, köpeğin boynunda “Ben sende tutuklu kaldım” tasması vardı. :) Komiğime gitti ve hoş bir anı olur diye düşündüm. Hediyeyi bir kahkaha patlatarak kabul ettikten sonra: “Sen nerelerdesin kaç zamandır?” dedi. Elimde dev bir zarf vardı, içinde de Emre’in Sezen’e sarıldığımda arkamdan çekmiş olduğu fotoğrafın büyültülmüş hali… Sezen gözleriyle zarfı işaret ederek, “Ne var onun içinde? Yine ne getirdin bana?” diye muzip muzip baktı.
Ben çıkartıp masaya koyunca, Sezen fotoğrafa vuruldu: “Süheyla bak bak, Zehra bakar mısın şuna, harika bir şey bu!” Baktım rulo yapıyor, götürecek besbelli. :) Duruma el koydum: “Ben sana aynısından yaptırır getiririm, ama bunu imzalı olarak saklamak istiyorum.” dedim. “Tamam ama mutlaka istiyorum ben de bundan bir tane!” dedi. Fotoğrafın sol üst köşesini imzaladı.
Ona 8 ay önce verdiğim şiir kitabımı hatırlattım. Etraftaki gürültüden sesimizi zar zor duyuyorduk: “Evet hatırlıyorum okudum. Ama burada değil, daha rahat bir ortamda konuşalım kitabı olur mu? Sen gitme bir yere, buradan çıkışta bekle beni.” dedi. Bu konuşmanın olmasına kesinlikle korumaların mani olacağını tecrübelerime dayanarak bildiğim için, “Bir şey söylemek istiyorum” dedim, merak eder gözlerle bana bakarken, yanına eğildim. Tam o sıra TV kanal muhabirlerinden bazılarının mikrofonlarını masaya koyup bana doğru ittirdiklerini, kamera ışıklarının gözümün içine içine girdiğini fark edip tekledim.
Durumdan rahatsız olduğumu fark eden Sezen, göz işareti ile muhabirlerle anlaşınca, kamera ve ışıklar biraz geri çekildi. Ben usulca şöyle dedim:
- Ne ailem, ne arkadaşlarım… Gerçekten kalpten, derinden anlaşılmak konusunda o kadar yalnızım ki… Kendimi yeryüzünde en çok sana yakın hissediyorum.
Gerçekten de pek çok duyguyu tanımlamama yardım ettiği ve tesadüflerin olmadığını kanıtlarcasına sanki planlanmış kusursuz bir zamanlama ile en kritik anlarda ettiği bir cümle, yazdığı bir şarkı ile hayatımı koruduğu, beni anlattığı, bana yol olduğu pek çok andan sonra çevremde kimseyle böylesine bir kenetlenme yaşamadığımı fark etmiştim.
Ailem bu durumu anlamakta hiçbir zaman güçlük çekmedi çünkü hiçbir zaman anlamaya çalışmadılar. :) Basit bir “fanatiklik” dönemi geçirdiğimi sandılar. Oysa ben çok kıymetli bir kalp sırdaşına sahip olmuştum. Bu konuyla ilgili paylaşabileceğim yüzlerce anı olmasına rağmen, örneklendirmek için sadece bir tanesine değineyim:
Ortaokulda platonik aşık olduğum kişiyi sadece uzaktan sevmekle yetindiğim bir dönemde, onun okuldan ayrılıp başka bir yere taşınacağının haberini aldım. Hiçbir şey beklemeden birini uzaktan sevmek bile bana çok görülmüştü sanki. Okuldan ayrıldığı gün ne yapacağımı bilemez bir halde kendimi okulun tuvaletine kilitledim. Geri dönmesi için Tanrı’ya dua etmeye başladım. İki gözüm iki okyanus! Burnum kıpkırmızı! Tam o esnada yemekhaneden gelen şarkıyı duyarak irkildim:
Geri dön, geri dön
Ne olur geri dön
Uzanıp tutuver elimi bir gün
Utanır diyemem ne olur geri dön.
Bundandır ki Sezen’in benim için en özel şarkısı Geri Dön’dür.
Hayatımın en kritik anlarında bir şekilde karşıma çıkıveriyordu işte Sezen. Bana yakındı. Beni anlatıp duruyordu. Bir karar anında, yol ayrımında, kafam karışıkken, aniden TV’de belirip ettiği bir cümle ile ekranıma yansıyor ve çözümü kolaylaştırıyordu. Tesadüf olamayacak kadar planlıydı bütün bunlar… Ve ben bütün bunları tek bir cümleye sıkıştırıp imza günündeki o an ona söylemek zorundaydım.
Hangi cümleyi kurarsam kurayım anlaşılmama kaygısı taşıdığım kadar, şıp diye anlaşılıvereceğimi de hissediyordum. Çünkü aramızdaki görünmeyen ipleri sezgiler yönetiyordu.
Ben cümlemi bitirdikten sonra ellerini saçlarımdan geçirdi ve başımı göğsüne koydu.
Sımsıkı sarıldık.
Fakat tam o sırada Kanal 6’nın sevimsiz mikrofonu girdi bu sefer aramıza. Kurtuluş yoktu bu bölücülerden… “Sezen Hanım, herkes sizde tutuklu kalıyor, ne diyeceksiniz?” diye ışıklarını yağdırmışlardı yine üzerimize. Ne kadar da sıradanlaştırmıştı işte her şeyi bu cümlesiyle sevgili muhabir. Ah sevgili muhabir. “Bir anın içine en güzel nasıl s.çılır!” yarışması olsa eline kimse su dökemezdi. İşte puf… Her şeyi yok etti o sorusuyla ve akabinde devam eden sorular dizisiyle…
“Konuşucaz” dedi Sezen bana kameralara dönmek zorunda kalırken. Ve hemen arkasından, bir korumacık “Hanfendi, şöyle açılır mısınız? Şuraya alalım sizi” diyiverdi nihayet. “Geç kalmıştınız” dedim. “Efendim?” dedi. “Neyse, neyse” dedim tek kaşım kalkık. Kenara çekildim. İmza gününün bitimini bekliyordum kendimi biraz olsun ifade edebilmek için.
Ve ta taaaa… Bilin bakalım ne oldu? Sezen imza masasından kalkıp minibüse doğru ilerlerken çok sevimli ayıcıklar aniden benim önüme geçtiler ve etten duvarlarını ördüler. Sezen minibüsüne binip giderken, onlara “Niye yaptınız ki bunu? Nasıl da herkesleştiriyorsunuz herkesi!” dedim, şaşırıp “Herkes ne?” dediler. Şimdi gülüyorum, adamlar nasıl anlasın ki neden bahsettiğimi. :) Haklılardı. Ben de milyonlarca Sezen hayranından biriydim işte onların gözünde… Görevlerini tamamlamışlardı, “mission accomplished!”
TV’ye de düşmüştüm sonunda muhabirin zevzek sorusu ile… Soru zevzek değil aslında, ama sorulma anı çok boktan. Ne kadar önemli ve özel bir şeyi paylaşıyordum ben o sıra. Harcadın beni be muhabir…
O sene hayatımın güzel dönüm noktalarından birini yaşadım. Bir yandan Doğuş FM’de program yapımcısıydım. Şiir, edebiyat, felsefe ve müzik üzerine farklı konseptlerde dilediğim şarkıyı çalabildiğim, dilediğim konuk ile söyleşi yapabildiğim bir program hazırlıyordum. Bir günü sırf Sezen Aksu şarkılarına ve Sezen’le ilgili gelen mesajlara ayırdım.
O günlerde yahoogroups’ta bir Sezen Aksu grubu vardı. Grup yeni kurulmuştu, hepi topu 50 kişi ya vardı ya yoktu grupta. Radyodaki yayını hepsi dinlemiş ve program ile ilgili övgülerini gruptaki foruma yazarak beni mesaj yağmuruna tutmuşlardı. Benim gibi Sezen’i detaylandırarak dinleyen insanlarla aynı çatı altında olabilmek kuşkusuz büyük nimetti.
Böylelikle çok kıymetli birçok arkadaşımı ve ilk sevgilimi Sezen sayesinde tanımıştım. Hatta sevgilimle tanıştıktan seneler sonra, bir gün el ele Sezen’in karşısına geçip, “Biz senin sayende tanıştık ve çok büyük bir aşk yaşıyoruz, sana teşekkür etmek istiyoruz.” demeyi hayal eder, Sezen’in buna ne kadar sevineceğini konuşurduk.
Gruptan arkadaşlarımızla buluşup nice konserler, albümler paylaştık. Hepimizin tek ortak noktası Sezen’ken, sonradan acılarımıza, sevinçlerimize, hayatlarımıza ortak olduk. Birbirimizi hep çok iyi anladık.
Grup buluşmalarına katılım sayısı ilk başlarda çok azdı. 10 kişiyi bulmuyorduk. Aramızda çok yetenekli bir web tasarımcısı vardı, Onur. Gelmiş geçmiş en güzel ve en kapsamlı Sezen Aksu sitesini kurmuştu. Önce, onda olmayan ama bizlerde var olan Sezen Aksu ile ilgili ne varsa ortaya koymakla başladık. Site zamanla öyle bir yer oldu ki, en bulunmaz plaklardan, en eski gazete küpürlerine kadar yok yoktu. Hayaller hayalleri getirdi ve biz bu sitenin resmi Sezen Aksu sitesi olmasını çok istedik.
Bir kere gönüllüydük… Sezen Aksu’yu sadece Türkiye değil tüm dünya dinlesin istiyorduk. Her şarkı sözünü ingilizceye çevirmek gibi meşakkatli işler bizim için bir zevkti. Konser programlarını duyuralım, hayranlarının soru ve mesajlarını iletelim, bunların cevaplarını yayınlayalım istiyorduk. Bu site ile Sezen Aksu’ya daha çabuk ve hızlı ulaşılsın, konserlerine gidemeyen insanlar sitedeki forumlar ve arşiv ile bir nebze de olsa özlemlerini gidersinler istiyorduk… Hem kendisinin resmi bir internet sitesi de yoktu henüz.
Tabii mesele Sezen’e ulaşmak ve bunu anlatmaktı. Bize torpil geçecek tanıdıklarımız olmadığına göre bunun tek yolu yine konserlerdi. Madem böyle bir işe gönül vermiştik, bu oluşumun çekirdeği olalım dedik ve kendimize “Çekirdek Grubu” adını verdik. O yaşlar için muazzam bir şeydi bir gruba dahil olup, birlikte ilerlemek, manevi bir amaç için bir bütün olmak…
Sezen Aksu’nun Park Orman’da verdiği konser öncesi üzerimizdeki tişört’lerden dolayı gazetecilerin gazabına uğramış ve hiç istemediğimiz bir başlıkla kurban edilmiştik. :)
Görüldüğü üzere, bu tişörtler ile fark edilmeyi bekliyorduk. Yerimiz de 2. sıra olunca, gözle görülür bir hal alırız diye düşündük. Bununla da yetinmeyip “Seni SeZiyoruz” diye bir de pankart hazırlayıp, gurubun ve sitenin adını da bu pankarta yazarak durumumuza açılım getirmek istedik. Hayatımda hiçbir siyasi parti aktivitesine katılmış biri değildim ama ilk defa o gece kendimi partili gibi hissettim. Bir eylemin ortasındaydık. :)
Sezen daha ikinci şarkıda bizi fark etti. Biz ayağa kalktık. “Aa şunlara bakın! Beni tişört yapmışsınız, ne şekersiniz.” dedi. Biz birbirimize baktık, hadi dedik, 1-2-3, pankartı kaldırdık. Planımız işe yaramış ve fark edilmiştik: “Bi de kendi kendilerine grup kurmuşlar” diye bir kahkaha daha patlattı Sezen…
Konser sonrası arka tarafta güvenlik çitinin önünde, içeri girmek isteyen birçok dinleyicinin arasındaydık. Sezen dışarı çıktı ve sevenleriyle fotoğraf çektirdi, sohbet etti. Benimle karşılaşınca büyük büyük güldü sarıldı, “Bizim sana söylemek istediğimiz bir şey var, konuşmamız lazım” dedim, “Tabii, birazdan konuşuruz” dedi. İçeri yeniden girdikten bir süre sonra, Ergül Hanım dışarı çıktı ve “Tişörtlüler gelebilir mi?” diyerek bizleri çağırdı. :)
Tişörtlüler olarak içeri girdik. Araya kaynama yapanlar oldu ama tişörtsüz oluşları onları ele verdi. Ama ben de onların yerinde olsam bu yolu mutlaka denerdim. :) Sezen’e siteden ve yapmak istediklerimizden bahsettik. Ergül Hanım’ın bu görüşme için bir randevu ayarlayacağı sözünü alarak kulisten çıktık. Tam da sevinçten havalara uçtuğumuz günlerdi ki Sezen’in yoğun konser turnesi ve akabinde yurt dışı seyahati ile birlikte Ergül Hanım’dan randevuyu bir türlü koparamadık. Pes ettik mi? Yakışır mı? :)
O tişörtler ne konserler gördü. İzmir konserinde bizi yine gördüğünde “Aa çekirdek peşimden gelmiş” diye şaşırmıştı. :) Eylemlerimiz aralıksız devam ediyordu ama Ergül Hanım’ı bir türlü ikna edemiyorduk. Gerçekten çıkarsız oluşumuz, bunu sadece bir insanı sevdiğimiz için yapmak isteyişimiz etrafımızdaki herkese garip geliyordu belki de kim bilir.
Yıllar sonra bir insanın bir başkası için karşılıksız bir şey yapmasının ne kadar ender rastlanan bir durum olduğunu görünce, o yıllarda ne kadar saf, ne kadar duru bir sevgi ile beslendiğimizi, birbirimizi beslediğimizi ve başkalarını da beslemek istediğimizi idrak ettim.
Bir sene sonra Efendy Show Theatre’daki gösterisine de grupça katılmıştık. Bu sefer tişörtsüz. :) Üst balkonda, sahneye yine oldukça yakın bir yerdeydik. Bir şarkı arasında “Çekirdek” diye kendisine yukardan seslenince, “Ay bunlar yine gelmiş” diye muzipçe gülüp salondakilere bizim her konsere katılıp, yer yer tişörtlerimizle ortalıkta salındığımızı kendi esprili diliyle anlatmıştı.
Konser sonrasında yanına girdiğimizde, artık gerçekten kendisiyle görüşmek istediğimizi ve sitemiz ile yahoogroups’taki hayran kitlesi ile ilgili her şeyi paylaşmak istediğimizi yeniden dile getirdik. Bu kadar kararlı olduğumuzu görünce, “Peki” dedi, “Sizleri haftaya Pazar evime bekliyorum.”
İnanamamıştık… Her görüşme talebimizin bir şekilde gerçekleşememesine o kadar alışmıştık ki, Sezen’in bizzat ağzından çıkan bu buluşma cümlesiyle doğrusu sarsılmıştık! Üstelik bu günü Ergül Hanım’a söyleyerek randevu defterine yazdırmış, akşamüzeri saat 6’da bizlere vakit ayıracağı da bu şekilde belgelenmişti. Galiba gerçekten görüşecektik. :)
Bir hafta boyunca içimiz içimize sığmadı. Onur, siteyi Sezen’e göstermemiz için lap top’ını yanına aldı. Ben, yıllar önce Sezen’e vereceğime söz verdiğim o beğendiği fotoğrafı çerçeveletip yanıma aldım. Hepimiz geceleri uyumayıp yahoogroups’taki Sezen Aksu forumuna bugüne kadar atılan 3000’den fazla mesajın arasından en güzellerini seçtik. Yüzlerce grup üyesinin mesajlarından süzdüğümüz güzel yorumları, tatlı anıları sayfalara dökerek Sezen’e vermek üzere dosyaladık. Hep beraber Üsküdar’da buluşup Kanlıca’nın yolunu tuttuk.
Öyle tatlı bir heyecandı ki yaşadığımız, hep bir gönülden bunu o an yaşıyor olmak, aynı umudu taşımak benim için hala çok kıymetli. İnsan hayatında en az bir kez böyle bir deneyim yaşamalı. Hayatta her şeyin mal mülk, unvan kazanmaktan ibaret olmadığını hatırlatıyor bana bu anlar.
Sezen’in o sene sanat hayatında 27. senesi dolmuştu. Biz de çiçekçiden içinde 27 tane kırmızı gül dikili olan bir sandık almıştık Sezen’e teşekkür etmek için… Kanlıca’daki evin kapısı açılınca ve biz bu kapıdan ilk kez zahmetsizce içeri girince, iki adım sonra Sezen’in sevimli yüzüyle karşılaşınca kendimizi bu sefer uyandığımızda rüya olmadığını anlayacağımız acı değil tatlı bir gerçeklikte bulduk…
3 saat süren sohbetimiz boyunca, Sezen hepimizi ayrı ayrı tanımak istedi, sırayla kendimizi tanıttık. Bu arada artık üniversiteliydik. Bizim için hazırtlattığı kek, börek ve kurabiyelerin tadına bizden önce İrma bakıyordu. Kedi değil kuzuydu kuzu. :) Pat diye masaya patisini indirip, en yakındaki tabağa doğru uzandığında, Sezen’in sitemkâr tehdidiyle karşılaşıp “Aman sen de alt tarafı atıştıracaktım” dercesine aksi aksi Sezen’e bakıp, yavaşça kolunu masadan yere indiriyordu. Sezen, İrma’nın kendisini Sezen Aksu sandığını birkaç konserinde anlatmıştı, görünce gerçekten inandım. :)
Ben kendimi tanıtırken, “Sen şu Bostancı’dakisin di mi” diyince içim kabardı. Yıllara rağmen hatırlanmak bana da en büyük hediyeydi çünkü. 7 yaşımda Sezen’in parmağına değdiğim o gün içimde beliren o unutulma korkusunu, bunca sene sonra hatırlanarak artık yenmiştim. Sezen’e çerçeveyi hediye ettiğimde, “Yaaa işte bu fotoğraf!” diyip memnuniyetle kabul etti.
Ve biz siteden, yapmak istediklerimizden, karşılığında da hiçbir şey istemediğimizden bahsettik. Sezen Aksu’ya o güne kadar birçok resmi internet sitesi teklifi gelmişti ancak sitelerin reklam alma alışkanlıkları yüzünden hiçbirine sıcak bakamamıştı. “Çocuklar benim bir şartım var, eğer bu siteye reklam almazsanız, memnuniyetle resmi sitem olarak duyurulmasını isterim. Çünkü ben 27 senelik bir arkadaşlıktan sonra beni sevenleri sitede yayınlanan bir ürün reklamı ile o ürünü almaya yönlendirmiş olmak istemem.”
Bunu duyunca çok sevindik. Çünkü bizim o siteden tek beklediğimiz sadece manevi kazançtı, sevgiden bile maddi çıkar güderek kirlenmeyen bir dünyamız vardı. Kendi harçlıklarımızdan biriktirdiklerimizi birleştirerek sitenin yıllık alan kirasını çıkartırdık, bunun için reklam almaya ihtiyacımız yoktu. Site için ortaya koyacağımız emek ve harcayacağımız zaman ise bizim için iş değil, hobiydi, karşılığını fazlasıyla alıyorduk zaten.
Onur siteyi Sezen’e anlatırken evin diğer canlıları da salona dolmaya başladılar. Birbirinden güzel iki köpek kovalamaca oynayarak önce masanın üzerinden atladı, sonra Sezen’e takıldı, sonra da bahçeye çıkartıldılar. Evin alt katındaki stüdyoları gezdik. Sezen’in albümlerinden, şarkılarından, şarkıların hikâyelerinden bahsettik. “Şarkı Söylemek Lazım” albümü henüz çıkmamıştı. Sezen bize albümden bazı şarkılar dinletti. Hepimiz için rüya gibi bir gündü.
Derken kapı çaldı. Ahmet San geldi. Sezen, ona bizden bahsetti. Onlar konuşurlarken biz de kendi aramızda sözleştik, artık gidelim dedik, kadın “geldiler, oturdu kaldılar” demesin. :) Gitmeden önce bir grup fotoğrafı çekmek istiyorduk Sezen’i de aramıza alarak. Ahmet San büyük bir incelik yaparak makinemizi alıp fotoğrafımızı çekmeyi teklif etti. Karşımızda diz çökerek makineyi ayarladı ve deklanşöre bastı.
O günden sonra Sezen’in konser takvimi ve albümle ilgili ilk haberler sitemizden duyurulmaya başladı. Dinleyicilerin konser yorumlarına ve Sezen Aksu ile ilgili yazılarına da yer verdik sitemizde. En eski plaklarından en yeni albümlerine kadar oldukça kapsamlı bir diskografi ve 70’lerden bugüne yayınlanan gazete kupürlerine, dergi röportajlarına yer verdik. Hepsi el emeği göz nuru olan müthiş bir koleksiyonculuğun başarısıydı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen fotoğraflar, yorumlar ile bunu hepimiz başarmıştık. Sitede güzel anketler de yaptık. Hepsine çok ciddi katılımlar oldu. Hayranlarının kendisinden ne beklediğini, en çok hangi şarkılarını sevdiğini ve kendisiyle ilgili neleri merak ettiğini yansıtan bir ayna olarak hayallerimizi bir parça olsun gerçekleştirmiştik.
Şu an var olan resmi internet sitesinin bizlere ait olmadığını belirteyim. www.sezenaksu.net adresinde yayınlanıyordu sitemiz. Hiç istemeden yayını durdurma kararı almak zorunda kaldık. Şu an içerik olarak burada sadece Sezen Aksu albümlerinin diskografisi ile birlikte birkaç haber ve video bıraktık…
Aradan yıllar yıllar geçti. Bizler üniversitelerimizi bitirdik. Askerlikler bitti. Bazılarımız evlendi, çocukları bile oldu. Ben ikinci şiir kitabımı çoktan tamamlamış ama 18 yaşımda çıkan ilk kitabımdan sonra üniversite döneminde derslerin yanı sıra tiyatroculuğa başlayıp, bir yandan da radyoculuk yaparken kitabımın çıkışı hep gecikmişti. Ama henüz ilk kitabını çıkartmış olan çok sevdiğim arkadaşım Kadri Karahan’la şiir düetleri yapmaktan hiç geri durmamıştım. :)
Şu an okuduğunuz bu sayfalarda 2009 yılından beri müzik yazarlığı yapmakta olduğumu ve müziğin mutfağındaki değerli besteci ve aranjörlerle söyleşiler gerçekleştirdiğimi zaten görmüşsünüzdür. Kendim de bir yandan gitarla şarkı bestelediğim ve albümlerde hep kartonet okuyup şarkılara emek veren müzisyenleri merak ettiğim için müziğin mutfak kısmı özellikle ilgimi çeker.
Kadri de sıkı bir Sezen Aksu dinleyicisi ve koleksiyoncusudur. Sezen’in şiire verdiği önemi çok iyi bildiği için, yazdığı şiir kitabını yıllar önce benim yaptığım gibi o da Sezen Aksu ile paylaşmak istiyordu. Günlerden bir gün, Şubat’ın 29’unda, senenin 2009’unda kendimizi rahmetli Serhan Şeşen anısına düzenlenen bir konserde, yine BGM’de bulduk. Konsere Sezen’in de katılacağını öğrenince neden olmasın dedik ve kitabı yanımıza aldık.
Kadri de kendi sitesinde 100’ü aşkın söyleşi gerçekleştirdiği için artık kulis koridorunda herkesi tanıyorduk. :) Sezen sahneden indikten sonra bulunduğumuz yere adım adım yaklaşınca o eski tanıdık heyecanı hatırladım. 7 yaşımdaki o tanışmadan bu yana yıllar film şeridi olup aktı gözümden. Ah o duvarların dili olsa da konuşsalardı… Keşke 2 tane de koruması olsaydı da mizansen tam olsaydı diye içimden geçirmedim değil. :) Hani Sezen’le ilk kez fotoğraf çektirmek istediğim o gün var ya. O gün Sezen’in aynanın karşısında durduğu yerdeydik tam Kadri’yle. Hakikaten ne çok anı biriktirmişim ben bu yerde…
Sezen önce kulise girdi. Biz de çıktığı zaman kitabı verip selamlaşmak istedik. Fakat uzunca bir süre çıkmayınca ve kulis önü aşırı kalabalıklaşınca vazgeçtik. Tanıdıklarımızla vedalaşıp tam dışarı çıkıyorduk ki “tesadüfen” kulis kapısı aralandı ve Sezen tam önümüze çıktı. Kadri elinde kitabı sıkı sıkı tutuyordu, öyle birden karşımıza çıkınca böyle bir kal gelmişti. :) Bende yılların tecrübesi vardı tabi hemen Kadri’nin elinden kitabı alıp uzattım ve bunu kendisiyle paylaşmak istediğimizi söyledim. Bana tanıdık gözlerle baktı, o an hafızasını yokladığımdan emindim. Bizlere sarılıp öptükten sonra ayrıldık.
Yolda Kadri bana dedi ki,
- Fati, biliyor musun seni tanıdı yine, bakışından sana bir yerden aşinalığı olduğunu hissettiği belliydi ama keşke kendini tanıtsaydın, o zaman tam çıkartırdı seni nerden tanıdığını.
Bense kelimelerin ötesiyle ilgileniyordum. Zaten kelimeler hep yetersizdi, yine yetersiz kalacaklardı. Tek bir cümleyle, konser sonrası o kargaşada kendimi nasıl hatırlatabilirdim ki zaten… Nasılsa bir şekilde bir yerden anlaşıyorduk biz onunla. İpler görünmeseler de varlardı. Bilmek yetiyordu. Böylesi daha anlamlıydı.
Kadri ve Gözde’yle bu sene 16 Temmuz Harbiye Açıkhava konserine gittik. Yazı boyunca gördüğünüz sahne fotoğraflarından bazılarını bu konserde çektim.
Ben ne zaman Kadri’yle bir Sezen Aksu anımı paylaşsam, bana hep “Fati, bunları yazmalısın!” dedi. “Hangi birini yazayım” ya da “Anlatsam destan olur” gibi bahanelerime rağmen Kadri vazgeçmiyordu ve sonunda bana bu yazıyı yazdırdı. İyi ki de yazdırdı, çünkü söz uçar yazı kalır, günün birinde geri dönüp okuduğumda hafızamdan silinen detayları bana da hatırlatır. Kaldı ki bu yazı, Sezen’le olan anılarımdan sadece bazılarını içeriyor. :) Sanırım hepsine yer verdiğim takdirde bir anı kitabı çıkartabilirim. :)
Son olarak Sezen Aksu’nun, konserlerinde izleyenine gösterdiği saygıya değinmek istiyorum. Çok “büyük büyük” şarkıcılar sahneye 3-5 enstrümanla çıkarlarken, Sezen Aksu konserlerinde yaylılardan vurmalılara her zaman dev bir orkestra bulunur. Oraya gelen, müziğin büyüsüne kapılır ve 3 saatin nasıl geçtiğini anlamaz.
En son izlediğim 16 Temmuz’daki Harbiye Açıkhava konserinde orkestrayı kadraja zor sığdırdım, zira sahnede dansçılar hariç 52 müzisyen vardı!
Bu yazının sonuna konserden derlediğim bir video ekledim. Videonun en sonuna ise benim için konserin en anlamlı olan şarkısını ekledim. Şimdi söylemeyeyim, sürpriz olsun. :)
Videoda ses kalitesi kötü ama görüntüden taviz vermedim. :) Bu videoyu, özellikle maddi yetersizliklerinden ya da uzaklarda yaşadıklarından dolayı Sezen Aksu konseri izleme imkânları bulunmayan Sezen Aksu severler için bu sayfalarda paylaşmayı istedim. Onların, Sezen’in albümünü dinleyip sesinden mahrum kalmama olanakları olduğu için de bu görüntülerde ses kalitesinin kötü oluşunu takmadım.
Bu yazıyı okuyan tüm Sezen severler, tüm müzikseverler, tüm yakın arkadaşlarım:
Bir ülkenin kaderini belirleyen sanatçılar vardır. Onlar bir elin parmakları kadar azdırlar. Allah tarafından kendilerine bahşedilen olağanüstü bir ruh zenginliği ve bilgelik ile hayatları değiştirebilir, enerjileri ile dünyayı aydınlatabilir, büyük kitleleri peşlerinden sürükleyebilirler.
1970’lerden 80’lere Türkiye’ye hâkim olan arabesk müziğin yerini yavaş yavaş pop müziğe bırakmasını sağlayan en büyük etken benim için tartışmasız Sen Ağlama albümüdür.
Pop müziğin ülkemizde hepi topu 40 senelik bir geçmişi var. Ancak bu 40 senenin 1970-1980 aralığındaki 10 senesinin zaten batıdaki popüler parçalara Türkçe söz yazılarak, o parçaların yeniden aranje edilmesi ile geçtiğini ve aslında ilk Türkçe sözlü pop müzik bestesinin 1975’lerden sonra yapıldığını düşünürseniz en fazla 25-30 senelik bir geçmişi var ülkemizde pop müziğin.
1970 ve 80’lerde Türkiye’yi etkisi altına alan yoğun “arabesk çağ” öyle kolay kolay başka bir müzik türüne yerini bırakacak gibi değildi. Bu nedenle Sen Ağlama albümünü çok önemsiyorum çünkü herkesin kolay kolay göze alabileceği bir iş değildir böylesi bir dönemde farklı bir tarz denemek. Bu da çok sıkı bir takım arkadaşıyla ancak mümkün olabilir. Bu vesile ile çok sevgili Onno Tunç’u da anayım. Anmazsam çok büyük ayıp etmiş olurum, zira bu ülkenin müzikal kaderinde Sezen’in en büyük tamamlayıcısıdır Onno Tunç.
Sezen Aksu’nun müzik kariyerinde 2 önemli nokta vardır benim gözümde. Birincisi, Türkiye’deki yoğun arabesk çağı sonlandırarak yeni bir müzikal dönüşüm sağlayan Sen Ağlama albümü, ikincisi ise Deli Kızın Türküsü ile başlayıp Işık Doğudan Yükselir ile devam eden derin, kültürel, sosyal çalışmalar…
Yıllar önce Işık Doğudan Yükselir’in devamı olan Kök isimli albümün hazırlıklarına başlayacağını duymuştum Sezen’in. Yıllardır hala merakla bu albümü bekliyorum. Eminim ki Türkiye’de kökten bir dönüşüm daha yaşanacaktır bu albümle.
Tüm bunlarla birlikte, kendi albümleri dışında başka albümlere kazandırdığı yüzlerce şarkı, Türk müziğine kazandırdığı onlarca solist, besteci, söz yazarı ve prodüktörlüğünü gerçekleştirdiği onlarca albümü de göz önünde bulundurursak, Sezen Aksu’yu tarihten silseydik şu anda bu ülkenin müzik tarihi de baştan aşağı farklı olurdu diye düşünüyorum.
1990’larda altın çağını yaşayan Türk Pop’undan Sezen Aksu imzalı eserleri çıkartırsak, elimizde kalanla yetinmemiz pek de mümkün görünmüyor. Elbette dönemin çok değerli diğer sanatçılarına da haksızlık etmek istemem, ancak benim için lokomotif; Sezen Aksu’dur. Onsuz, diğer vagonlar tökezler ya da tren raydan çıkar…
Yalnız, Sezen Aksu’yu pop müzik şarkıcısı olarak tanımlamak da yanlıştır. Yaptığı müzik bir noktadan sonra “popüler müzik” tanımının çok ötelerine geçtiği için; nasıl ki “pop” bir tarz ise, artık “Sezen” de bir farklı bir tarz, farklı bir duruştur.
Allah tarafından kendisine verilen müzikal ve edebî yeteneklerinin kendisini o muazzam söz ve besteleri yazmaya ittiğini, o şarkıların aslında başka bir yerden çıkıp geldiğini, aslında hiçbir şeyin sahibi olmadığını söylese de, Sezen Aksu bizlere sahiptir!
Tanrı, Kraliçe’ye çok uzun ömürler versin. Başımızdan eksik etmesin. Yoksa biz kimsesiz kalırız.
Kraliçe’liği hakkıyla yaşayamadığını, o tacı hiçbir zaman takamadığını, bu dünya üzerinde bir ağaçtan daha değerli olmadığını söylüyor. Yola Çıkmalı isimli şarkısında ise derin bir tefekkür ve farkındalıkla şöyle diyor:
Ne isem ne kadar isem kabullendim gitti
Hani yetebilseydim değiştirirdim vitrini
Azıcıkmışım anladım görüp hissettikçe
Suyun, ağacın, toprağın bilgeliğini
Ne yazık ki çok kıymetli pek çok sanatçının değerinin bilinmesi için bu dünyadan ayrılmaları gerekiyor. Yaşarken yeterince kıymeti bilinmeyen bu eşsiz insanlar öldükten sonra baş tacı edilseler neye yarar?
Sezen Aksu müziğin yaşayan efsanesidir. Mühim olan, kaybedince değerini anlamak değil; varken kıymetini bilmek, sahip çıkmak, sevmek, yere göğe sığdıramamak! Benim bu yazıyı yazmaktaki amacım da budur. Umarım anlatabilmişimdir, kelimelerle ancak bu kadarı oluyor...
Fati