01 Mart 1967 Iğdır doğumludur.
Seyduna ''Alamut Kalesi' efsanesinin yaratıcısı Hasan Sabbah'ın diğer adıdır. Ünlü hayalet kale Hazar'ın güneyinde yer alan İran kenti Ghazvin'dedir. Alamut kalesinin altından geçen ve hayat veren ırmak anlamına gelen Şahrud ise aynı efsanenin bir parçasıdır
Azeri olduğunu ama Anadolu ve Mezopotamya kültürüyle beslendiğini belirten Bozyiğit bugüne kadar dört şiir kitabına ve birçok değerli besteye imza attı. Ayrıca türkülerinin yorumlandığı ''Şahrud & Seyduna'' adı altında beş tane albümü bulunmakta.
- Seninle dostluğumuz 25 Haziran 2005 yılında başlıyor. Aynı cenazede aynı havayı soluyarak. Derinliklerde bir denge varsa o da ölçüsünü çıkarttığımız insan yüreğinin en "Gelevera" deresinde. Kazım Koyuncu ile olan yakın dostluğunu biliyorum, bestelerine yürek oldu, birlikte şiirler okudunuz. Hopa’da kendi halinde bir genç, babasının hediyesi bir gitar ile İstanbul'a geliyor çalışıyor çırpınıyor efsane yaratıyor kendi adından... İlk soruma Kazım'la söyleştiklerimiz olsun istiyorum biraz. Kazım yaşasaydı bugüne dair, o gün söylediklerinin üzerine neler koyardı?
- Aslında doğrusunu isterseniz Kazım öldükten sonra ben uzun süre sustum, konuşmadım. Sonuçta bizim ülkemizde ölenlerin arkasından çok şey yaşanmıyor. Kazım öldüğünde benim 16 yıllık dostumdu. Ve ben bugün Seyduna’ysam, ‘’Seyduna Türküleri’’ diye beş albüm yapmışsam bunun öncülerinden biri Kazım’dır. Beni o ikna etmiştir bu albümleri yapmaya. Çünkü o dönem biz her gün Alamut’taydık. Kazım’ın müzikal yanından öte hayran olduğum yanı kişiliğidir asıl. İnanılmaz derin, naif bir insandı Kazım. Zugaşi Berepe döneminden tanışırdık biz, daha sonra Dinmeyen olarak bir albüm yaptı ki o albüm sürecinin bizzat içindeydim. Üç albümümde bulundu Kazım. İlk albümüme zaten sebep oldu, bir eser yorumladı. İkinci albümümde espri ile karışık bir Azeri şiir okuttum ona mesela çok az insan bilir onu ki onu da benim okuduğumu sanırlar. Üçüncü albümde okuyacağı eserin aranjesini de kendisi yapmıştı ama ömrü okumaya yetmedi. Her seferinde diyordu ki iyileşeceğim, okuyacağım merak etme. Onun stüdyosunda çalışıyordum zaten ama olmadı işte. Hiçbir yerde olmayan, onun yorumladığı bir eser var mesela elimde ama o öldükten sonra albümlere koymadım onu mesela. Bekledim, bekledim ancak bu beşinci, son albümde ''Chebere'' isimli bir eser albüme koydum. O hep bana candost derdi ben de ona Chebere derdim. Che’den yola çıkarak, bere kelimesini çok kullanırdık Karadeniz’de. Yani dediğim gibi bugüne kadar onunla ilgili hiç konuşmak istemedim, o kirli sürece dahil olmak istemedim. Bekledim, bir eser yaptım, doğru yerde durduğumu düşünüyorum ve tepkileri umursamıyorum. İyi ki benim bir dostumdu, iyi ki öyle derinliği olan birini tanımışım. Hatta onunla düetli bir şiir albümü tasarlıyorduk, tartışıyorduk üzerinde ama ne yazık ki Karadeniz’in o hırçın çocuğu, gülüşünden bir avuç aldığım o insan gitti işte o 25 Haziran. Ki onun arkasından birçok şiirimde zaten yer alır. Bu albümde bir de ‘’Mor Yaram’’ isimli bir şiirim vardır, orada da mesela ondan söz ederim. Nazım’ların, Ahmet Arif’lerin Haziran’ına Kazım’da gitti. Bir gün ben de belki bir Haziran’da giderim.
- "Sahrud ile Seyduna Türküleri" adıyla bugüne kadar 5 albüm çıkarttınız. Kazım Koyuncu, Nurettin Rençber, Hakan Yeşilyurt, Hilmi Yarayıcı, İbrahim Koç, Özlem Özden, Arzu Görücü, Gülay, Yasemin Göksu, Cengiz Özkan, Emrah Altınok, Gül Oban, Brilliant, Müge Sarıkurt, Lal, Fırat Başkale, Ayşe Özaltın, Ali Nafile, Oğuz Boran, Özgür, Metin Yılmaz, Ender Balkır, Sırrı Laçin, Serkan Akdoğan, Atu, Cevdet Bağca, Özge Öz, Burcu Yeşilbaş, Kartuğ, Handan Aydın ve İlkay Akkaya gibi sanatçı dostlarınız bu albümlerde yer aldılar, siz de şiirlerinizle onlara eşlik ettiniz. O sol yüreğinizle, Yılmaz Güney'den Hrant Dink'e kadar birçok besteleriniz değer gördü. Kardeş olduğunuz için soruyorum, Fırat neden asidir. Bir bıyık neden uzar?
- Mezopotamya en azılı coğrafyamızdır zaten. Oldukça güçlü bir tarihi, edebiyatı, öyküsü, derinliği olan bir coğrafya. Benim en büyük bahtım Iğdırlı olmam. Ben Azeri’yim ama köyümüz yarı Kürt yarı Azeri’ydi. Hemen Erivan radyosu dibimizdeydi. Erivan radyosunda Kürtçe, Ermenice türküler dinlerdik mesela. Fıratın asiliği coğrafyanın derin acılarından kaynaklanır, ona bir başkaldırıdır. Ben de dilimin döndüğünce her albümde Kürt sorununu işleyen bir çalışmaya yer vermişimdir. Sonuçta ben bu ülkenin tarihçisiyim, tutanakçısıyım, aydınıyım, tanığıyım kendimce. 50 yıl sonra şiirlerimi dinleyenler bu ülkede faili meçhul cinayetlerin olduğunu, göçün - sürgünün günlük hayatın bir parçası olduğunu anlayacaklar. Ben de bir aydın olarak bunu tarihe düşmekle sorumluyum. Hrant’a gelince ben bir Azeri’yim. Şiirimde de derim ki ‘’O Ermeni, ben Azeri / Onu vurdular ben düştüm kaldırıma’’ çünkü ben sanatçının dininin, ırkının olmadığına inananlardanım. Sanatçı sanatın ülkesindendir, şair ise şairin, ezgi üretiyorsa müziğin ülkesindendir. Onun bayrağı, çiti olmaz. Ve onurlu duruşundan ötürü düşen her kişi benim yüreğime düşer. Yüreğimde onunla birlikte yere düşer. Orada bir genç kız öldürülmüşse ve ben bunun acısını yüreğimde duymamışsam, ona bir ezgi ile, bir ağıt ile yanıt verememişsem ben aydın olmamı sorgularım zaten. Sonuçta bu coğrafya inanılmaz derecede zengin bir coğrafya. Orada eğer kanamalar varsa, rahatsızlıklar varsa o sorunlara söyleyecek iki çift lafım hep var diye düşünüyorum, ki bedelini ödemek pahasına.
- Sonra, Hrant Dink'in doğduğu köye gittin, kilisede saatlerce öylece oturdun, hıçkırıklara boğulduğunu söylediler, martıları mı hafife aldın?
- Ben İnsan Hakları Derneği’nin üyesiyim. Azınlıklar konusu hakkında çalıştım uzun bir süre. Kadın hakları komisyonunda görev aldım. Orada tanıştım ben Hrant ile. Hrant bir gün demişti ki ‘’Ya koca ülkede bir tek köyümüz var ki adı Vakıflı, Ermenilerin yaşadığı, bir kez nasip olmadı gidip o köyü göreyim. Bu benim içime dert olmuştu ki sonrasında o talihsiz daha doğrusu tasarlanmış cinayete kurban gitti. Ben de bir yıl sonrası Adana’da bir imza günüm vardı. Bitirdikten sonra tam da onun senesinde, öldüğü o günde onun köyüne gitmeye adadım kendimi. Köy Antakya’da Samandağı’na bağlı Vakıflı köyü. Köye gittim, kilisede oturdum. Pek gençlerin olmadığı bir köydü. Durumu anlattım oradakilere, Hrant’ın arkadaşı olduğumu söyledim, böyle bir uktesi kaldığından bahsettim, onun için geldiğimi hatırlattım. Böyle sarıldılar, öptüler, herkes bir şeyler getirdi ve ikramlar, hediyeler başladı. Ben öyle vefalı bir karakterim ne bileyim. Mesela bu albümde Kazım için yaptığım ''Chebere'' var, Tuncay Akdoğan için yaptığım bir çalışma var ‘’Yakasız İstanbul’’. Mutlaka onları yad eden bir eser yapıyorum ki bunun bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Bizim ülkemizde ölenler ya badem gözlü olur ya da yerle bir edilir. Onların cesetlerine nasıl nemalanacağız gibi kirli süreçler yaşanır. Ben Hrant öldüğünde o şiiri yazmıştım, bu albüme kadar bekledim. Kazım öldüğünde ben o eseri yapmıştım, bu albüme kadar bekledim.
- Kollektif çalışmalar, dayanışmaların içinde hep ön saflarda yerini aldın, Sanat camiası için çok da fazla sanatçı dayanışması örnekleri gösterilemiyor ülkemizde. Bunun nedeni sanatçıların birbirine mesafeli olmaları mı, yoksa fikirsel üretimlerin az olmasından mı kaynaklanıyor?
- Bir toplum önce sanatı ile çürür. Ben şu an içinden geçtiğimiz süreçte toplumsal olarak çürüdüğümüzü düşünüyorum. Ciddi anlamda hem de çürüdüğümüzü düşünüyorum. 12 Eylül bunu başardı, teslim aldı yani. Tüketim toplumu yarattı, bilerek yarattı. Aydın düşünürler diyelim hadi onlara, öyle bir noktaya geldiler ki ben merkezli düşünmeye başladılar, ilişkileri bunun üzerinden kurmaya başladı. Doğrudur, benim albümlerim ilktir mesela. Sözü müziği bir kişiye ait olacak, farklı farklı sanatçılar gelip onun şarkılarını okuyacak. Benden sonra bu anlamda başka çalışmalar oldu ki zaten beni mutlu eden de bu oldu, bu birlikte bir şeyler yapmalar. Eşitçe katıldık hepimiz bu sürece, sağ olsunlar bu camiada albümde neredeyse okumayan arkadaş kalmadı. Burada hiçbir zaman ticari kaygı olmadı ki benim sayemde çok para kazananlar oldu, bugüne kadar albümlerden bir lira kazanmış değilim. Yaşamdan iki şeyden alacağım var: Şiirden ve türküden. Yoksa herkese borçluyum hani. Selda Bağcan, İlkay Akkaya, Gülay, Nurdan İpek ki şu anda aklıma gelenler bu değerli isimler kendi albümleri içinde şarkılarımı aldılar mesela.
Ben aslında başa dönecek olursak Grup Yorum’un kurucularından, fikir babalarından biriyim. Sonra başka kişiler devreye girdi, başka çalışmalar içinde olundu falan filan. 12 Eylül’den sonra hep bir karşı duruşun sanatsal olarak örgütlenmesinden yana olmuş birisiyim. Birçok çalışmada bulunmuşuzdur o süreçten sonra bunun gibi ama ben 40’ından sonra müzisyen olmuşumdur. Ama içindeydim hep bir biçimde fakat müzik dediğim gibi çok sonra ortaya çıktı; bir derdim çıktı daha sonrası ortaya: ‘’Şahrud ile Seyduna’’. Öteden beri yazıyordum ama bir yerde tıkandım, yetmedi şiir; şiirin içindeki ritme sarıldım. Bir de türküleri çok severim, ben bir tek türkülere ağlarım ki. O nedenle hep içimde, yüreğimde türkü biriktirdim, istedim ki benim de türkülere katacağım bir damlam olsun ve biraz da o inançla yola çıktım. 300’ün üzerinde bestem var, bir yarısı kadar yayınlanmış çalışmam var piyasada.
|
- Seyduna ve Şahrut'un aşkı bütün eserlerinizde bir coşku. Bir ironi yarattınız dizelerinizde... Bir sembol müdür bu, yoksa böyle bir aşk tarih de yaşanmış mıdır?
- Böyle bir aşkın tarihte yaşandığını sanıyorlar, böyle bir aşkı ben yaşadım. Benim hayatımın aşkıdır bu. Ben ömrü kıt zamanlar yaşamış bir insanım. Beş yıl ceza yattım, 35’imden önceki tüm hayatım politik mücadeleye adandığı için bir sevdayı yaşamadım ben. E sonra da yaşamaya kalkarsan nasıl yaşarsın, genç sayarsın kendini ve gider bir genç sevdaya tutulursun, çünkü yaşamamışsındır gençliğini. Ben de öyle bir şey yaptım işte, gittim ve aşık oldum. O dönem Wladimir Bartol’un ‘’Alamut: Fedailerin Kalesi’’ kitabı çok yaygın; bir tarafta o okuyor bir tarafta ben okuyorum falan. Ben ona Şahrud dedim ben de Seyduna oldum sonra. Doğal olarak binbir türlü nedenden dolayı biz ayrılmak zorunda kaldık. Sonra da işte şiir yetmedi, yüreğindeki o ritm beni besteciliğe sürükledi çünkü benim bir derdim vardı. O derdimi anlatmak için; kendime has bir dilim oluştu sonra çünkü ben masallarla, destanlarla büyüyen bir insandım, dedim ya bizim coğrafyamızın özelliği böyle bir şeydi. ‘’Şahrud ile Seyduna’’nın dili de böyledir işte ama insanlar isimlerden yola çıkarak bunun tarihten bir aşk olduğunu varsayıyorlar ve efsaneleşti, işin ilginci beni öldü bilen de bir kesim var :) Ben de her şey doğaçlamadır, söz - müzik beraber gelir, oturup yapmak için özel olarak uğraşmam Yaşamadığım hiçbir şeyi yazmadım, bestelemedim ben. ‘’Acıya Gülmek’’ ile başladı her şey ve devam etti, dediğim gibi kırkından sonra azdık galiba, hepsi bu :)
- Peki ‘’Şahrud & Seyduna’’ türküleri nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyor. Mesela bir çalışma yaptınız ve örnek veriyorum mesela bunu İlkay Akkaya okumalı diyerek mi kendisine götürüyorsunuz?
- İlkay ile çok eskiden tanışırım. Ama ilk dört albümde olamadı hiç ki ikinci albüm için bir şarkı gönderdim, yorumlarım ama kendi albümümde dedi ve öyle okudu :) bizim son albümde kısmet oldu, yer aldı kendisi sonra. Türkiye’de sanatçı kimlik - kişilik olarak değer verdiğim isimlerden biridir İlkay Akkaya. Ben bir de şeye inanıyorum, iyi bir solist iyi bir insan olmak zorundadır. Bu herkes için de geçerlidir, iyi bir şair de iyi bir insan olmak zorundadır.
Son albümde mesela İlkay’a iki tane çalışma götürdüm, birini tercih edecekti; ‘’Dağ Yar’’ı seçti. Kolay kolay iki eser götürmem mesela sanatçıya ben, ona özel bir durum oldu. Çünkü eser bittiğinde kafamda direk bir isim hep belirir. Mesela bu tam İlkay’lık ya da bu tam Gülay’lık diyebilirim rahatlıkla. Bu son albümde mesela ‘’Güyerçin’’i ben yorumlamıştım, Cevdat Bağca geldi ve yorumladı sonra, onu kullandık. Böyle kaygılarımız yok bizim. Hangi eserin kimi yorumlayacağına evet ben karar veriyorum. Sesini, kimliğini, duruşunu, hayata kurmuş olduğu ilişkilerini bildiğim için o kişinin de çok zorlanmıyorum bu anlamda.
- ‘’Şahrud ve Seyduna’’ türküleri hayatımıza renk katmaya devam edecek bundan sonrasında da, öyle değil mi?
- Telif hakları yasasında çok geriyiz. Dünyanın birçok ülkesinde bir albümü bile olsa bir müzisyenin ömrünün sonuna kadar çok rahat yaşayabiliyor. Benim beş albümüm var, dört kitabım var, basılmaya hazır üç kitabım bekliyor. Sonra bugün yeniden albüm yapmak istesem en az beş albümlük çalışma çıkar. Ama yapamayacağım. Stüdyo sürecini ben karşılarım bu işin mesela. Yapımcının asla müdahale etmesini istemem ki ben beş albümüm sürecinde asla ve asla içeriye kabul etmedim kendilerini. Üstlenmişimdir, bitirmişimdir, teslim etmişimdir. Yapımcı, aracı, toptancı, satan herkes kazanmıştır ben kazanamamışımdır. O stüdyoya harcanan para bile asla ve asla geri alınamamıştır. Ülke ki sanatçısını hele solda sanatçısını seven bir ülke değil ki, neden uğraşsın. ‘’İstanbul Ağlıyor’’ mesela You Tube’da milyonlarca izlendi, dinlendi. Sırf oradan bile pay almış olsam bugün başka türlü yaşardım. O yüzden bundan sonra yapmayı düşünmüyorum. Mesam’dan da rahatsızım mesela. Bir yıl boyunca mesela öyle bir rakam ile çıkarlar ki karşıma alay eder gibi, gittim dilekçe yazdım ve bu parayı da istemediğimi söyledim. Bu yüzden benim ve benim gibi düşünen insanların bu anlamda, bu ülkede yaşama şansı yok. İnsanca yaşayamıyorum ki bir de albüm yapayım, tükendim çünkü. Son albümüm mesela dört ay oldu ve daha bin tane bile satılmamış, neden bir altıncıyı düşüneyim ki. Müzikten zaten kaçışım yok o artık benim yaşam biçimim ayrı. Sadece kendi sitemde ya da gruplarımda binlerce üye var, onlar alsa bile sadece albümlerimi mutlu olacağım ama olmuyor işte. En azından masrafları karşılayacağım diğerinin masraflarına dökeceğim onları da.
- Dünya, bir kuvvetler alanıdır. İnsan, bütün ötekilere meydan okuyan bir tanesidir bu güçlerin. İster şair olsun, ister fizikçi, isterse müzisyen olsun, notaların karşısında değil, içindedir. Bir sanat yapıtında beğenilen, hayran olunan nedir? Hayal gücünün sınırları var mıdır?
- Samimiyet esastır, samimiyet eserdir. Hayal gücünün elbette sınırı yoktur, onun karşısında bizler o kadar küçüğüz ki ama şairin hayal gücü beterdir, tarihten en çok bizden korkmadılar mı, bizleri yakmadılar mı? Böyle bir gerçekliğimiz var bizim ki biz lanetli doğarız. Yetenek az bulunur bir şeydir, keşke herkeste olsaymış ve ben hepsine hizmet etmekten mutlu olsaymışım. Bana da 40’ından sonra gelmiş kendini göstermiş, farkında olmuşum, ortaya çıkartmışım işte. Hayatın yüreğinden yakalayacaksın, şiirini oraya taşıyacaksın, orası inanılmaz verimli Kibele gibi. Ben hüzün bölümünden alıp emer, oradan beslenirim, yazarım. Özellikle üniversite öğrencileri mesela sabahlara kadar dinlediklerini, içtiklerini, hüzünlendiklerini, dibe vurduklarını söyleyip ‘’Hocam, bizi öldürdün’’ diye geliyorlar :) Diyorum ki; dokuz sekizlik bir yaşamımız vardı da biz onu sanatımıza mı yansıtmıyoruz :)
|
- Ozanlar kardeş olur. Zulme, karanlığa, bilgisizliğe, açlığa, mutsuz kılan her kötülüğe karşı direnmede çağlar boyu sürüp gelmiş bir kardeşliktir bu. Bu ülkenin önemli ozanlarındansınız. Ortalıklarda görünmeyi pek sevmeyen bir yapınız var. "Lal" ilk kitabınız. Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş bir hayatınız diyebilir miyiz bu kitap için?
- Bir anlamda öyle ama bir yerde de sanki aceleye getirilmiş gibi oldu. Öyle diyorum ben onun için, ‘’Lal’’i düşük yaptım biraz yüreğim gibi. Ben öyle kitap bastırmaya falan niyetli biri de değildim mesela. Hiçbir dergiye de şiir göndermemiştim kısa bir süre öncesine kadar. Genelde bu ülkede dergiler üzerinden şair olur insanlar, hiç öyle bir derdim yoktu. Farklı bir kültürün ayakta kalmasını omuzlayan Esmer dergisinde sadece üç şiirim yayınlandı. İddialı olmadım, yazdıklarımda da, ezgilerimde de; ben hayatı yalın yaşarım ki; yol gibi, sade. Ve ben on yıldır sahne alırım arada sırada, bitirdiğimde hep şunu söylerim: Bana katlandığınız için teşekkür ederim. Bu hiç değişmemiştir. Onun dışında tüm söyleşilerimde de hiçbir zaman kendime müzisyen ya da şair dememişimdir. Ama düşük bile yapsam ‘’Lal’’ susuşumu en iyi anlatandır, suskuda duruşumdur, biraz da erken düşürme sebebidir, vakti gelseydi erken düşmezdi. O yüzden hep sustum o şiirlerde. Çünkü orada Şahrud’un gidişi anlatılıyor.
- "Şeveren ile Hazeri (Zerişan)" doğanın yaban çiçekleri gibi ayrıdır birbirinden. Sahrud ile Seyduna aşkı gibi başka bir anlamdırma ile karşı karşıyayız. Müthiş şiirler, müthiş bir anlatım dili kullanıyorsunuz. Gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş. Sahi, Anadolu da kızlar erken mi büyür, erken mi verilir kocalara?
- Kesinlikle, Zerişan’ım, çocukluk aşkım… Orada kavuşma hasreti var. Şeveren benim köyümde küçücük bir deredir. Onu alır önce Aras’a sonra da Azerbeycan’daki Hazar Denizi’ne götürürüm. Kars’ın küçücük bir köyü ve oradaki özlemi alıp onu toprağına götürüyorum. Ama bir buluşma, bir kavuşma ama suyun destanı, aşkı, kavuşması bir başkadır.
Zerişan erken büyüdü ve 13 yaşında kocaya verildi. Ben de 13 yaşındaydım. Tenimde göz göz ayrılık yaraları o günden başladı durmaya etimde, yüreğimde. Ondan sonra zaten aşklarda hep yenildim, hep kaybettim ama oradan başladı. Bu kavuşamamanın sebebini ben o kavuşma özlemi ile bari hiç olmazsa suyu suya kavuşturayım ya diye düşünmüşümdür. O kitabın sonunda bir şiir var orada anlatırım. Gelir Kavuşurlar ama Şeveren ırmağı dağın yüreğinden doğduğu an Hazar onu hisseder, adını değiştirir Şeveren koyar. Doğan Şeveren’de adından olur adını Hazeri koyar, kavuşacağının adını alır. O süreç destansı bir dille anlatmaya çalıştığım bir süreçtir. Sonra kavuşurlar sular ki cehennemi bir kavuşmadır bu, ikisi de kendini inkar eder. Üçüncü bir senteze dönüşür bu ve Zerişan olur, o kavuşmaların adı. Özlemimi, hasretimi suların sırtına yüklemişimdir, benim kavuşamadığıma sular kavuşur.
- Cemal Süreya hayranlığınızı biliyorum, "Leyli Lal Şewe" üçüncü yapıtınız. Diğer iki kitabınızdan biraz ayrı, daha çok şairlere ustalara özlem duyduğunuz bir duyguda kaleme alınmış. Bir hayranlığın, bir tavrın belirleyici özellikleri tetikledi diyebilir miyiz bu kitabınız için?
- Ben kendimi toplumsal gerçekçi bir zeminde ama ikinci yenicilere daha yakın bulduğum için o anlamda şiirlerimi orada toparladım. Ustalarım zaten bellidir. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi. Hasan Hüseyin mesela yine Enver Gökçe ayrı bir sevdamdır. Ama başlangıç elbette Nazım Hikmet’tir, sonra Ahmed Arif’tir. Dilimiz böyle kuruldu. Bir şiir dilim vardır bir de şiir dilim vardır. ‘’Şahrud ile Seyduna’’yı anlattığım dil köyümün dilidir çünkü ben amcamın masalları ile büyüdüm ve o dört kültürün birleşimi ile. Bir de öbür şiir dilim vardır ki toplumsal zemine basan, dil kurgusu ikinci yenicilere daha yakın olan bir dildir. Ustalarımın ellerimden öperim zaten, iyi ki varlar ki iyi ki bizi etkilemişler. Ben onları okurken çok ağlarım mesela ben. Ben herkesin güldüğüne ağlayan bir adamım ki böyle de bir halim var, kendine zulüm bir adamım ben :)
- "Ah ayaklar ah / Size basarak yükselir her gövde boydan." Ozanın özlemleri, acı bütün açıklığıyla tüm eserlerinde ortaya sermekte çekinmediği bir duygu. "Elahar Belcesi" kitabınızda bu daha belirgin. Mor yaralarımızı saramıyoruz bir türlü, Haziran bu yüzden mor değil mi?
- Haziran bizi mosmor etti zaten. Bir de işin enteresanı ki ustalarımız bir yana ben Şahrud’u da Haziran’da kaybettim. Tam da Kazım Koyuncu’yu kaybettiğim gün. ‘’Haziran’a Yenildim’’ şiirimin son cümlesi şöyle biter. Haziran sonu kendine yakınca koptular / Artık birbirlerinin kışında bile yoktular. Haziran dediğimiz gibi ödüm kopan bir aydır ama ölmeyi de istediğim bir aydır. Benim için tabuttur, mezardır hem o kadar susulması gereken hem de özlenmesi gereken bir aydır. Ben ölüme yaşamın devamı olarak inanmışımdır her zaman.
Şimdi erotizmi işlemiyor muyuz, ben işliyorum, inanılmaz işliyorum. Mesela bu kitabımda ‘’Avuçgarım’’ isimli bir şiirim vardır. Bir gece kendimi alır, trene bindirir ve beni bekleyen birisi vardır, ona giderim. Gittikçe de yolu anlatırım. Ayaklara gelince biraz da iyi okuyan bir adamım. Ayaklara şiir yoktur ya da çok azdır, kimse mesela ayakları kullanmamış. Şimdi ‘’Al Götür’’ şiirimde mesela bir kadın ayağını anlatırım ayrı ama öte yanda sizin de bahsettiğiniz o ayağın çektikleri durumlar vardır ki özellikle işlemişimdir onu da. Ayakları önemsiyorum, falakaya çekildiğimde anladım ki ayaklar çok şeydir. Samimi söylüyorum, ben çok falakadan geçtim, öyle böyle değil ki orada kıymetini anladım. Yüreğinin bile ayağında olduğunu hissediyorsun o an.
Kapağında üçlü bir figür var altında bir el. İnsanın benim inandığım dünya görüşüne göre hayvandan ayrılma sebebi elidir, elleridir. Hiçbir zaman ikili ilişki de yoktur zaten, hep bir yerlere, bir şeylere, birilerine dayanır. Kimse kimsenin yüzüne yüreği ile asla bakamaz, gözünü kaçırmak zorundadır hep çünkü göz doğası gereği ile yalan söyleyemez ama insan söyler. Bunlara atıfta bulunarak bunları çizdim ben.